• DOLAR 34.72
  • EURO 36.671
  • ALTIN 2940.685
  • ...

1.Dünya Savaşı`nın bittiği süreçte işgalci devletlerin gücü karşısında Müslümanlar fiziki güç anlamında yok hükmündeydiler. İşgalci güçlere karşı İslam dünyasının biricik varlığı ‘İttihad-ı İslam` ruhuydu. Fedakâr birkaç İslam âliminin İslam dünyasını dolaşarak inşa ettikleri ve öneminin farkındalığını artırdıkları, bugunkü ifadeyle İslam Birliğinin manevi inşasıydı ve Müslümanlardaki vahdet şuuruydu. İşgal devletleri Güney Amerika, Orta ve Güney Afrika gibi topraklarda oluşturdukları kalıcı kolonileri o dönemde İslam dünyasında oluşturamadı.


Batı, o günden bu yana şu soruların cevabını arıyor: “Ben, kalıcı işgal konusunda, İslam dünyası dışında elde ettiğim başarıya İslam dünyasında neden ulaşamadım?” “Ben 20. yüzyılın başında İslam dünyasını işgal ederken 15. ve 16. yüzyıllarda Amerika, Orta ve Güney Afrika`yı işgal ettiğim dönemden daha mı zayıftım?” Hayır! Batı`nın 20. yüzyılda ulaştığı gücü 15. ve 16. yüzyıl Batısıyla karşılaştırmak bile abestir. 20. yüzyılın başındaki bir Batı devletinin gücü, 15 ve 16. yüzyıldaki bütün Batı devletlerinin gücünden çok daha fazladır.


İslam dünyasının pek çok noktası, 15. ve 16. yüzyılın Güney Amerika`sından daha mı ilerdeydi? Hayır! Özellikle Meksika gibi bölgelerde büyük bir yerel göç vardı. Öyleyse neydi İslam olmayan dünyayı kolay işgal etttiren ve İslam âlemini kalıcı işgal karşısında ayakta tutan?


Aradaki tek fark kendi ifadeleriyle toplumsal bağlılığın aşkla devam ettiği tarihi bir İslam medeniyetinin varlığıydı ve o medeniyetin o günkü sesi ittihad-ı İslam fikriyatının, büyük vahdet anlayışının canlandırdığı ümmet şuuruydu.
Bu şuur sayesinde İngiltere, Osmanlı`ya karşı bir proje içinde yer alırken Hindistan Müslümanları kararımdan nasıl etkilenir, diye kaygılanmış; İtalya, Habeşistan`da ilerlerken bunun Kuzey Afrika`ya yansımalarından endişe duymuş; Fransa, Batı Afrika`da yol alırken İslam dünyasının diğer noktalarındaki çıkarlarının tehlikeye girmesinden her zaman korkmuştur.


Oxford`da okuyan Hindistanlı Müslüman gençleri Balkan Savaşları`nda Trakya`ya getirip Sahra hastaneleri çadırlarında onlara hekimlik yaptırtan, ittihad-ı İslam şuuruydu.
Yunan ordusu Anadolu`da yenilince Suriye halkına camilerde şükür secdeleri yaptıran, mevlidler okutup yardım toplattıran ümmet bilinciydi.


Müslüman gençleri Libya çöllerinde İtalya`ya karşı koyduran o ruhtu. Hint Müslümanlarına Anadolu`nun Kurtuluş Savaşı`nda bir bankaya sermaye olacak kadar para toplattıran o sevgi ve bağlılıktı.
Batı toplum bilimcileri, İslam dünyasının işgali örneğinde ‘medeniyetin işgal önünde oluşturduğu engel` ve ‘inanca dayalı birlik ruhunun` silahları etkisiz hale getirmesi gerçeğiyle yüz yüze kaldılar. Kimlik bilincinin maddi silahların etkisini kırmasına tanıklık ettiler. Belki bu vakıa Batı`daki hepten materyalist yaklaşımı kıracak kadar mühim neticeler doğurdu ve Batı, haçlı yenilgisinden nasıl kendisi için sonuçlar çıkardıysa bu vakadan da o tür sonuçlar çıkardı.

Bir farkla ki Haçlı yenilgisi, Batı`yı maddi olana sürüklerken kalıcı işgal başarısızlığı, Batı`yı salt maddi olanın işe yaramazlığı gerçeğine pratik olarak götürdü ve onu işgali kendisine ait ‘mana` ile destekleme arayışına yöneltti.


Batılı toplum bilimciler, o dönemin ardından bütün becerilerini işgalin önündeki ‘medeniyet engeli`ni, ‘inanca dayalı birlik ruhunu` yok etme yönünde kullandılar. İslam`a bağlılık sürdükçe ve o bağlılık içinde Müslümanların birbirlerine bağlılığı sürdükçe İslam dünyasında kalıcı olamayacaklarını anladılar, ümmet kimliğini tahrip etmek için seferber oldular.


Çok Kültürlülük Tezi
Kendisini ‘vahiy` ile bağ kurmadan insanı keşfetmeye adamış olan Batı toplum bilimi, sürekli insan bütünlüğünün ve insanlık birliğinin aleyhine işledi.
‘Vahiy`den koparak insanlığı imhaya yönelen bu bilim, önce insanlığı Garp ve Şark diye ikiye ayırdı. ‘Şark` olanı neredeyse insan saymadı. Sonra Hıristiyanlık mezhepleri ve haklarına yöneldi. Katoliklik-Protestanlık farkı; Fransızlık, Almanlık, İngilizlik kökenleri üzerinde çalıştı, oradan bölge odaklı küçük etnik yapılara kadar indi; aynı süreçte insanlığı işçi olanlar ve işçi olmayanlar diye böldü.

Aynı anda, en küçük toplum birimi olan aileye yöneldi, aileyi küçülttü, neredeyse anlamsızlaştırdı; şimdi ‘birbirinden çocuk sahibi ayrı eşler` kavramı geliştirdi. Hane birliği anlamında aileyi yok etti ve ‘eşcinsel birliktelik` ile insanlığın soyunun tükendiği tabana (esfele) indi.


İşte bu tüketici, imha edici Batılı insan ve toplum bilimi, uzun bir süredir bütün imha maharetiyle İslam dünyasına yönelmiş, kendi bildik yolunda bir imha eylemi gerçekleştiriyor.
Bununla birlikte Batı`da bir karşı toplum bilimi gelişti. Daha doğrusu Batı toplum bilimi, bitirme noktasına getirdiği kendi dünyasını onarma sürecine yöneldi.


Bu karşı toplum bilimi Batı medeniyetine nefes aldırmak ve ona yeni bir can vermek için İslami tecrübeden yararlandı, ‘çok kültürlülük` kavramını geliştirdi.
‘Çok kültürlülük`, eski İslam dünyasında olduğu gibi farklı inanç ve kültürlerden birey ve toplumların bir arada yaşamasını, herkesi kendi evinde hissettirerek bir arada tutmayı öngörüyor. Tezin sahiplerinin yegâne dayanağı ümmet dönemi İslam dünyasıdır. Tezin oluşturucularından Rawis gibi isimler, bunu açıkça ifade ediyorlar.


Ancak ‘çok kültürlülük` tezi Batı için birlik anlamına gelirken İslam dünyasına dış ellerce taşındığında ‘farklılıkların farkındalığını artırarak` çatışma ve bölmeyi artırma yönünde işletiliyor. (Nasıl ki haçlı savaşları sonrasında Batı`daki fenni bilimler, İslam dünyasından beslenip İslam dünyasını yıkmaya yönelmişse bugün Batı`daki sosyal bilimler de İslam dünyasından beslenip İslam dünyasını yıkmaya yönelmiştir. Bu, sermayesini yemeyen her varlık sahibinin felaketidir. Köşküne sahip çıkmayan beyefendinin sonu, köşkün onun idam yeri olmasıdır. Şüphesiz ki nice insan kendi oklarıyla vurulmuştur.)


‘Güvenlik İkilemi Tezi`
Uluslararası sistemin hizmetindeki toplum biliminin keşfettiği diğer bir tez de ‘güvenlik ikilemi` tezidir. Bu tez, ‘düşmanımın güven içinde yaşaması, benim güvenliğim için tehdittir.` kadim insan deneyimine dayanıyor.
Burada düşman sınıfına konan İslam dünyasıdır ve tez kendi örneklerini hep İslam dünyası üzerinden veriyor.
Bu çerçevede ‘güvenlik ikilemi`nin en güncel örneği, İslam dünyasının israil problemidir.


Tezin sahipleri doğru bir tespitle şunu iddia ediyorlar: Sünni ve Şii ihtilafının sona ermesi İslam dünyası için ‘güvenlik` oluştururken israil için ‘güvenlik tehdidi` oluşturur. Buna karşılık Sünni ve Şiiler arasında çatışmanın yaşanması İslam dünyası için ‘güvenlik tehdidi` oluştururken bu israil için ‘güvenlik` olur. Bugün ittihad-ı İslam meselesine, vahdet firkine, ümmet şuuruna bakılması gereken nokta işte burasıdır.


Müslümanlar arasında etnik ve mezhepsel ihtilafları örgütleyenler, İslam dünyasının güvenliğine karşı savaşırken israil`in güvenliğine hizmet ediyorlar. Etnik çatışmacılar ve mezhepçi çatışmacılar İslam dünyası için bir güvenlik tehdidi oluştururken israil`e yönelik bir ‘güvenlik tehdidi`ni de ortadan kaldırıyorlar. Dolayısıyla bu uğurda savaşan kişi, israil`in güvenlik yatırımları için doğrudan çalışmış sayılır. Ki bugün uluslararası sistem ‘güvenlik ikilemi` tezi doğrultusundaki güvenlik tedbirlerine, fiziki güvenlik tedbirlerinden daha çok değer veriyor.

Uluslararası sistem bin askeriyle İslam dünyasında operasyon yapmaktansa İslam dünyasında bu tür çatışmaları örgütleyen on kişinin olmasını ister. Üstelik bu on kişinin ona bağlı çalışıp çalışmamasının da bugünün ‘geniş güvenlik` yaklaşımları için hiçbir değeri yoktur. Önemli olan onların işgali kolaylaştıran bir güç olarak düşman tarafının yani İslam dünyasının güvenliğini tehdid etmeleridir. Bu tehdit büyüdükçe ve işlevini yerine getirdikçe uluslararası sistem ve onun uzantısı israil, güven içinde yaşayıp büyüyecektir.


Etnik ve Mezhepsel Asimilasyon
Gerek etnik çatışmalarda gerek mezhep çatışmalarında suçlu olarak sadece eylemci-katliamcı tarafı görmek de yanlıştır, bir güvenlik körlüğüdür.
Gerek 110-120 yıldır işlenen İttihad-ı İslam gerek onun devamı olarak 70-80 yıldır ifade edilen vahdet fikriyatı, Müslümanların birbirlerinin farklarına katlanarak birlikte yaşamalarını ve güçbirliği yapmalarını öngörmektedir. Bugün Batı`da öne sürülen ‘çok kültürlülük` tezi, neredeyse bunun tam karşılığıdır. Bu fikir ve tezin zıddı ise asimilasyondur, yani kendi içinde zorla veya kültür propagandası ile eritmektir, yok etmektir. ‘Çok kültürlülük` tezinin ortaya atılması her tür asimilasyon girişiminin ilanıdır.
Her şey göz önünde iken etnik ve mezhepsel asimilasyonu sürdürenler, eylemlerin baş müsebbipleri arasındadır ve o eylemlerin bizzat içindedirler.


İslam dünyası can çekişirken mezhepsel asimilasyon peşinde olmanın, bütün becerilerini ‘başkasının Müslümanını` ele geçirmeye ve mezhepte kendine benzetmeye harcayanların ittihad-vahdet-ümmet iddiaları ancak farklı mezheplerdendirler diye zavallı halkın Pazar yerini, camisini hedef alan eylemcilerin ‘İslam için savaş` sloganları kadar anlam taşır. İslam dünyasının yeni bir ‘çok kültürlülük` projesi oluşturmaya bile ihtiyacı yok. Resulullah (SAV)`in Medine günlerinden modern döneme kadar İslam dünyasının geniş bir alanı ümmet alanıydı, vahdet alanıydı.

Bugün bütün dünyada asimilasyon tezleri iflas etmişken asimilasyon peşinde olanların eninde sonunda hüsrana uğrayacakları dünya tecrübesiyle gözler önündedir. Vaziyet bu kadar açık iken hâlâ silahlı imha veya kültürel çabalarla bir mezhepsel asimilasyon (eritme) hedefleyen yapıların geleceği üzerinde çok düşünmeye gerek yok bile.
Eninde sonunda kazanacak olanlar ‘Yaşasın İttihad-ı İslam!` diyenler olacaktır, Müslümanların vahdeti için ümmet fikrine sarılanlar olacaktır. Vahdet, ümmet için hayattır, ihya olmaktır; tefrika ise felakettir. “Allah`a ve Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra içinize korku düşer de kuvvetiniz elden gider. Bir de sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal: 46)


“Hepiniz Allah`ın ipine sarılın, ayrılmayın...” (Al-i İmran: 103)
Bir toplum zayıflayınca bütün birikimi düşmanın elinde onun aleyhine döner. ‘Güvenlik ikilemi`nde ‘ihtilaf yatırımı`nın en güzel örneği Asr-ı Saadet`teki Ahzap (Hendek) Savaşı`dır.
Resulullah (SAV) ve sehabeleri, o savaşta iki güvenlik tedbiri geliştirdiler:


1. Bilinen güvenlik tedbiri
2. Bilinmeyen güvenlik tedbiri
Resulullah (SAV) ve ashabı, bütün Arap halkı gibi savaş için ordu hazırlıyor ama bununla birlikte ümmet olmanın bereketiyle Hz. Selman`ın bilgisinden yararlanıp Hendek de kazıyor ve düşmanı şoke ediyor. Ama bu şoke edici güvenlik tedbirinden de daha etkili güvenlik tedbiri, savaş sırasında hâsıl oluyor.


Müslüman olduğu bilinmeyen Nuaym bin Mes`ud, düşmanı birbirine düşürüyor. Düşmanın birliği Müslümanlar için tehdit, müşrikler ve hain Medine Yahudileri içinse ‘güvenlik` iken düşmanın ihtilafı Müslümanlar için güvenlik, müşrikler ve hain Medine Yahudileri için güvenlik tehdidine dönüşüyor.


Ne yazık ki Müslümanlar, bugün bu şuuru kaybediyor ve düşman da İslam tarihinden Müslümanlar aleyhinde istifade ediyor.
Bugünün uluslararası sistemi Hendek günündeki üçüncü tür ‘güvenlik tedbiri`ne artık birinci tür güvenlik tedbirinden çok daha fazla yatırım yapıyor.