• DOLAR 34.629
  • EURO 36.345
  • ALTIN 2924.071
  • ...

Yazının ilk bölümünde genel değerlendirmeler yapmıştık. Bu bölümde ise sorumuza doğrudan sahadan cevap vermeye çalışacağız.

Araya bayram süreci girdi ve bu kısa süreçte dahi analizimizde sözü edilmeye değer gelişmeler yaşandı.

Batı’nın çöküşünden söz eden eserler, henüz yüz yıl önce yazıldı. O günden bugüne yaşananlar, söz konusu müellifleri haksız çıkarmadı.

Süreç içinde Batı; Doğu Bloku ve Batı Bloku olmak üzere iki kutba ayrıldı. Batı’nın merkez kıtası Avrupa; Batı Bloku’nun önderliğini üstlenen, eski sömürge ABD’nin himayesi altına girdi.

ABD himayesi, Avrupa’yı Sovyetler ve etki alanından müteşekkil Doğu Bloku karşısında koruduysa da dünya siyasetinde neredeyse hiçleştirdi; Avrupa devletleri, dışarıda ABD’siz siyaset üretemez duruma düştü, içeride de halkları nezdinde saygınlığını yitirdi. Bugün bu vaziyet, Avrupa ülkeleri açısından kötüleşerek devam ediyor.

 Bu, önüne geçilemez bir çöküş müdür, analizimizde bunu irdelemeye çalışacağız.

BATI NEREDE HATA YAPTI?

Batı, Sovyetlerin yıkılmasını Batı karşıtı bloğun çöküşü ve Batı’nın tezlerinin mutlak bir şekilde doğrulanması olarak değerlendirmekle, yakın dönemin en büyük yanlışlarından birini yaptı.

Ömrü yarım asrı bulmayan Doğu Bloku, ideolojisi ve stratejileriyle Batılıydı; Batı’dan doğdu ve Batı felsefesini dünyaya yaymada Batı’dan da maharetliydi. Buna rağmen çöktü. Batı, Sovyetlerin kurulması ile çifte kanatlı bir imparatorluğa evrildi ve Sovyetlerin yıkılması ile o kanatlardan birini kaybetti.  

Oysa Batı, meseleye kibirle yaklaştı, gerçeği göremedi ya da Bernard Lewis’in önderliğindeki ABD’li düşünce kuruluşları, gerçeği gördükleri hâlde, kurgularını sürdürmeyi kendi açılarından evla gördüler.

Batı, Sovyetlerin çöküşünü Batı Aydınlanması ile kurulan yeni dünyanın yarı yarıya çöküşü olarak görmeyi inkâr etmekle yetinmedi. O, aynı zamanda bu çöküşü, liberal tezlerinin “yegâne doğru” olduğuna kanıt olduğunu öne sürmek gibi bir algı da oluşturmaya çalıştı. Elindeki imkânlarla bunu dünyaya kabul ettirebileceğini düşündü. Geçmişin pek çok haşin Sosyalisti de Sovyetlerin çöküşünden sonra, Batı’nın doğu yakasından batı yakasına hızla sığınarak “yegâne doğru tez” iddiasına güç verdi.

Bundan dolayı Sovyetler yıkılırken Batı açısından işler gayet yolunda görünüyordu ve bu, Batı’nın önderi ABD’ye epey gurur ve cesaret verdi.  

ABD önderliğindeki Batı, bu gurur ve cesaretle ikinci ve en yıkıcı hatasına düştü:

ABD, kendi yönetimindeki tek kutuplu dünyayı özgürlük ve demokrasi evreni olarak öne sürdü. ABD’nin propagandasına göre, bütün dünya özgürlük ve demokraside buluşacak, böylece küresel bir özdeşlikle herkes mutlu olacaktı.

Bu, tarih boyunca gerçekleşmemiş, büyük bir hayaldi. Ama ABD’nin bunu gerçekleştireceğine inanılmıştır. Çünkü tarihte ilk kez Batı uygarlığı, düşünce ve yaşam tarzını neredeyse bütün insanlığa kabul ettirmeyi başarmıştır.  

İslam, tarihte ilk inanç medeniyetidir ve Batı, ilk düşünce uygarlığıdır. İslam dahil tarihte hiçbir uygarlık; kendi eğitim-bilim, şehir-konut, yeme içme, giyim kuşam, düğün-ölüm merasimlerini insanlığa Batı uygarlığı boyutunda kabul ettirememiştir. Batı’nın bu başarısı, onun önderliğini üstlenen ABD’nin kolaylıkla siyasal bir bütünleşme sağlayarak bütün dünyayı bir köy gibi yönetebileceğine dair tezlere kanıt olmuştur.

Tezin sahipleri, özgürlük ve demokrasinin dünya halklarının ilgi uyandıracağını, desteğini kolaylıkla alacağını, dolayısıyla Batı’nın küresel hakimiyet hedefinin bedelsiz bir “fetih” olacağını düşünmüşlerdir.

Lâkin ABD, insanlığın önüne kendince olumlu bir tablo koyarken o tablonun gerçekleşmesi için insanlığın en mağdurları arasında yer alan Müslümanların sırtını basamak edinme yoluna gitti.

ABD, sözde özgür ve demokratik bir dünya için Rusya, Çin ve Hindistan gibi güçleri İslam’la mücadeleye, İslam’ın yeryüzündeki varlığını daha da sınırlandırmak için kendisiyle iş birliği yapmaya davet etti. Başka bir ifadeyle Batı, sözde özgür ve demokrat bir küresel yönetim kurmak için, İslam’a karşı küresel bir mücadele başlattı.

Rusya, Çin ve Hindistan; Çeçenistan, Doğu Türkistan ve Keşmir gibi mazlum Müslüman sahalar üzerinden ABD’nin çağrısına hemen karşılık verdiler. Onlar, ABD’nin İslam karşıtlığı ile kendi ulusal stratejileri arasında uyum oluşturdular ve insanlığı utandıran bir savaş başlattılar.

Daha geniş anlamda ise ABD, İslam dünyasına karşı adeta I. Dünya Savaşı sonrası istila sürecini yeniden başlattı. Müslümanların II. Dünya Savaşı’nın ardından edindiği kazanımları dahi tanımama yolunda göründü. Rusya, Çin ve Hindistan da onun yanında durdular.

Öte yandan ABD, İslam dünyasında İslâmî hareketlere karşı sınırsız işkencelerde bulunan yerel “ulusal” diktatörlük ve krallıkları heveslendirdi. “Ulusal” diktatörlükler ve krallıklar, ABD ile yeni bağlar kurmak için adeta yarışmaya başladılar ve ABD’nin müttefiki olarak kabul edilmeyi, İslâmî hareket mensuplarına işkence etmeyi sürdürmeye bağlı gördüler. Daha doğrusu öyle yönlendirildiler.

Neticede Filistin, Çeçenistan, Doğu Türkistan ve Keşmir gibi istila altında olan coğrafyaların yanında görünürde istila altında olmayan Müslüman coğrafyalarda da İslâmî kesime yönelik insanlığı utandıracak eziyetler yeni bir trend edindi.

Özellikle 11 Eylül 2001 vakasından sonra, dünya genelinde Müslümanlara ve İslam ülkeleri bağlamında İslâmî hareketlere yönelik baskılar o boyuta ulaştı ki “İslâmî hareketlerin sonları geldi, geleceği yok!” denmeye başlandı. Bu yönde yaygın bir algı oluşturuldu ve hesaplar o yönde yapıldı.

Batı, İslam dünyasına karşı niye bu kadar gaddardı? Müslümanlar ve İslâmî hareketler, bunca düşmanlığı hak edecek ne yapmışlardı? Dahası, onların bütün dünyanın kendilerini bir numaralı düşman olarak göreceği kadar gücü var mıydı? Hayır! Müslümanların varlığı ile karşı karşıya kaldıkları düşmanlık hiç de orantılı değildi. Öyleyse neden bu boyutta hedef idiler?

Yoksa Batı, en güçsüzü ezerek en büyük güce kavuşmak gibi bir strateji mi edinmişti? Belki öyleydi ama sadece öyle değil. Hedefleri gibi düşmanlığında da ittifak sağlamada kolaycılığa kaçmış olmalıdır. İslam’a karşı küresel bir düşmanlık vardı. Çünkü İslam, bütün kürede direnişteydi. ABD, bu küresel direnişten kaynaklı ortak düşmanlık üzerinden kolay bir ittifaka ulaşmayı umdu.

Hayır, bunların hepsinden daha önemlisi, Batı’nın teorisyenleri Yahudi idiler ve Yahudi teorisyenler her hususa Filistin istilasını önceleyerek yaklaşıyorlardı. Filistin’de mutlak iktidar olmadan dünya iktidarının adeta anlamsızlığına inanıyorlardı. Bu da onları içinden çıkılmaz bir tutarsızlığa sürüklüyor, onların insan hakları, özgürlük, demokrasi iddialarını anlamsızlaştırıyordu. Dolayısıyla ABD, tek kutuplu dünyada küresel hakimiyet iddiasına henüz ilk noktada tutarsız ve adaletsiz başladı. En büyük iddiası dünyayı mutlu etmek iken Müslümanların mutsuzluğunu artırarak hedefine doğru yol almaya çalıştı. Başka bir ifadeyle, dünya nüfusunun neredeyse beşte birini oluşturan Müslümanların mutsuzluğunu artırarak dünyayı mutlu etmek gibi bir hevese kapıldı.

ABD, bu çerçevede, (1) Filistin istilasını desteklemeye devam etti, Irak ve Afganistan’da fiili istilada bulundu; Rusya, Çin ve Hindistan’ın istilalarını da destekledi. (2) İslam ülkelerinde İslâmî partilerin iktidarının önüne geçmeye çalıştı, diktatörlük ve zalim krallıkları himaye etmeye devam etti.  

İki adım da ABD’nin insan hakları, özgürlük ve demokrasi iddialarında samimi olmadığını gösterdi. Daha da ötesi, ABD’nin sözde bütün insanlık adına öne sürdüğü ilkeleri stratejileri için her an çiğneyebileceğini gözler önüne serdi.

Böylece Batı, küresel yönetime ulaşma yolunda ilk anda inandırıcılığını kaybetti. Rusya ve Çin gibi devletler, günlük çıkarları gereği ABD’yi desteklemeye devam ettilerse de uzun süreçte ABD’den daha çok kuşku duymaya, gelecekte onun hedefi olduklarında adaletsizliklerinden korunmak için hesap yapmaya başladılar.
ABD, tek kutupluluk kibri içinde, Müslümanlara yönelik “orantısız güç kullanımının” bu yansımasını görmedi, göremedi.

Öte yandan Batı, mananın gücünü çoktan unutmuştu. ABD, sadece matematiksel hesaplar yaparak İslam dünyasını bir anda yenip güç gösterisinde bulunacağını; Müslümanlara yaptığı zulümle bütün dünyanın gözünü korkutabileceğini zannetmişti. Olmadı, Moğolların dünyayı istila iddiası Müslümanlar tarafından akamete uğratıldığı gibi, bir avuç Müslüman Filistin, Irak ve Afganistan’da ABD’nin güç teorilerini yerle yeksan etti. Müslümanlar, Moğolların yenilebildiğini dünyaya gösterdikleri gibi, ABD’nin yenilebildiğini de gösterdiler.  

ABD; Irak ve Afganistan’da, zalimlerin egemenlik kurmanın kadim aracı korkunçluğunu yitirdi. Daha doğrusu ABD’nin vahşetleri iş görmedi. ABD, oralarda boğulurken Rusya ve Çin hatta Hindistan gibi güçler, onun Müslümanlar gibi zayıf görünen bir yapı karşısında başarısızlığına bakarak geleceğinden kuşku duydular, ona kafa tutmanın mümkün olduğunu gördüler.

ABD’nin vahşetleri ve o vahşetlere rağmen başarısızlıkları yaşanırken kadim Batı; İngiltere, Fransa, Almanya ne yaptı? Kocaman bir hiç! Sadece desteklediler. Kararında yer almadıkları politikaların tarafı oldular. Bunun için ABD, korkunçluğunu yitirirken onlar II. Dünya Savaşı sonrasında insan hakları bağlamında kazandıkları saygınlığı yitirdiler. ABD gerilerken onlar çöküş işareti verdiler.

Peki Rusya ve Çin’in ABD’ye kafa tutmaları, Doğu’nun Batı’ya kafa tutması olarak değerlendirilebilir mi? Asla, aksine bu iki gücün ABD’ye karşı açıktan veya gizli isyanı yine Batı’nın yeni iç çatışması olarak görülmelidir. Zira onlardan hiçbirinin Batı’dan bağımsızlığı yok. Rusya’da neredeyse ordu kadar güçlü sayılan paralı asker grubu Wagner’in Patronu Prigojin’in Yahudi olduğunun anlaşılması, Batı’nın Rusya içine ne kadar yerleştiğinin bariz bir örneğidir. Aynı şekilde Çin ve Hindistan ekonomisindeki Yahudi payı da muhtemelen Prigojin’in Rus silahlı kuvvetleri karşısındaki gücünden az değildir.

NE OLACAK?

Belki “Ne olacak?”, sorusundan öte “Ne olmalı?” diye sormalıyız. Çünkü “Ne olacak?” sorusunun cevabının yarısı açık sayılır: Bugünden sonra, ABD önderliğindeki Batı’nın biricik küresel güç olmak hedefiyle dünyaya tek başına hükmetme iddiası inandırıcılığını yitirmiştir.

ABD, bir nükleer güç olarak bir süre daha dünyayı kasıp kavurabilir ama dünyanın mutlak önderliği iddiasını şimdiden yitirmiştir. Nitekim mevcut koşullarda bile Müslümanların yaşadıklarıyla yakından ilgili olan Güney Amerika ve Afrika ülkelerinde ABD güç kaybına uğruyor. Güney Amerika demokrasileri, ABD’yi dışlarken Avrupa’nın zenginliklerini soyduğu Afrika ülkeleri de pek de saklı olmayacak şekilde ABD’ye karşı yeni bir dayanak arayışındalar.

Fakat ne Güney Amerika ne Afrika, Batı’ya karşı bir kutup olabilecek bir yapıya sahip. Onlar, Çin ve Rusya’nın himayesine sığınıyorlar. Ancak Sosyalizmin geçmişteki iki kutbu konumundaki her iki ülke de yeni emperyalist güçler olmak dışında bir imaj dahi oluşturamıyorlar. Bu noktada bırakın bir umut oluşturmayı, insanlığın önüne uzak bir hayal dahi koyacak düşünsel birikimden ve vicdandan yoksundurlar.

Dünyanın geleceği konusunda şu an için geriye sadece İslam dünyası kalıyor. Lâkin onun da ilerleyişini bir ittifak içinde yürütmesi elzem görünüyor. Rusya ve Çin; ABD’nin küresel güç olma hevesini kırmak için elbette seçenektirler. Ama sadece o kadar!

Güney Amerika ve Afrika, Müslümanların tabii müttefiki kabul edilmelidir. Ama Avrupa halkları da artık Batı’daki derin yapının mağdurları arasındadır.

Mevcut güçler bağlamında İslam dünyası ile Avrupa’nın; tarafların haklarının azami ölçüde korunduğu saygın ve sağlam bir büyük buluşmaya gitmesi bütün tarafların yararınadır.

Her şeye rağmen mevcut dünyada İslam dünyası ile Avrupa arasında güçlü bir iş birliği oluşturulabilir. Fransa’daki gösteriler dahi Avrupa ile İslam dünyası arasındaki düşmanlığa değil, süreç içinde Avrupa’da Müslüman nüfusun nasıl da güç kazanabildiğine yorumlanmalıdır.

Bunun için Avrupa, İskandinav ülkeleri merkezli canlandırılmak istenen İslam düşmanlığına kapılmamalı, Avrupa’ya yerleşen Müslümanları, Avrupa’nın içeride dinamik bir nüfusa kavuşması ve dış güçlere karşı savunulması için bir imkân olarak değerlendirmelidir. Müslümansız bir Avrupa, kendisini ayakta tutabilir mi? Ekonomide, iş gücü potansiyelinde, sporda, sanatta ve dış güçlere karşı savunmada…

Avrupa halkları, kendilerini yakın tarihin galipleri olarak değil, bütün Avrupa ülkelerinde sistemin derin yapısını oluşturan “malum” yapı karşısında mağdurlar olarak görmeli, kendilerini esir alan ve “özgürlük” iddiasıyla tüketmeye doğru sürükleyen o malum yapıdan bir an önce kurtarmaya çalışmalıdır. Bu bilinci Avrupa halklarına verecek olan Müslümanlardır. Müslümanlar, Avrupa halklarını asla kadim düşmanları olarak değil, uyandırılacak muhatapları olarak görmelidir.  

Bugün Avrupa’nın İslam dünyası karşısındaki konumu asla yüz yıl önceki konumu değildir. Zaman, Avrupalılarla Müslümanların birbirlerini tanımalarını sağladı. Avrupalılar, İslam karşısında artık bir kutup değillerdir. Zira pek çok Avrupalı şahsiyet de İslam’ın saflarına geçti. Avrupa, belki kitlesel olarak değil ama sınırlı nüfusla da olsa Müslümanlaştı. Dışarıdan Avrupa’ya yerleşen Müslümanlara gelince Avrupa’ya yerleşen Müslümanlar, Avrupa’nın zarar görmesini istemez. Avrupa’daki her Müslüman, bulunduğu ülkenin kalkınması ve savunmasına katkı vermek ister.

Müslümanlarla Avrupa arasında tarihte ilk kez oluşan bu yakınlaşmadan rahatsız olan, bunun için Avrupa yönetimlerini Müslümanların hem mukaddes değerlerine hem bireysel haklarına karşı kışkırtan uluslararası malum bir yapı var. O yapı kendince Avrupa ülkelerini ABD’nin eyaletlerine dönüştürme kaygısındadır. Bunun için Müslümanların tasfiyesini elzem görmekte, ürettiği yabancı düşmanlarını Müslümanların üzerine sevk etmektedir.

Avrupa, bu oyunu anlar da Müslümanlar ve İslam dünyası ile saygın bir ortaklığa razı olursa bu ortaklıktan kendisi de İslam dünyası da ve bütün dünya da kârlı çıkacak; dünya da müspet bir yöne doğru yol alacaktır.