• DOLAR 34.64
  • EURO 36.395
  • ALTIN 2915.293
  • ...

Bu soru otuz yıl önce sorulsaydı eski tüfek Solcular dahi tereddütsüz ABD önderliğindeki bir dünyadan söz ederlerdi.

Sovyetlerin yıkılmasından birkaç yıl öncesine kadar neredeyse herkes, “küreselleşme” ile dünyanın “tek el”den yönetimini özdeşleştirdi ve bu “tek el”i ABD olarak düşündü. Aykırı bir şey söyleyen olsa aklı romantizmine yenilmiş bir ütopyacı olarak görüldü.   

Bugün öyle mi? Hayır! Dahası neredeyse tam zıddı bir hâlle karşı karşıyayız. Bugün ABD’nin geleceğin küresel dünyasının “tek el”i olacağını söyleyenin aklından kuşku duyulur.

Neredeyse teknolojinin hızından daha hızlı bu değişim karşısında insanlığın heyecanla “Ne oldu?” demesi beklenir. Ama insanlık o kadar dalgın ki büyük çoğunluk, dünyadaki değişim üzerinde hiç düşünmüyor. Düşünenler de yanlış okumalar yapıyor.

Bu mahiyette analizin başlığı “Yanlış bir özgürlük okuması karşısında dünya nereye gidiyor?” olacaktı. Dolayısıyla başlık, cevabı da verecekti. Ancak başlığın sayılı kelimelerden oluşması gerçeği, zorunlu bir kısıtlama getirdi.

Vakanın sırrı, Batı’nın iktidar ile özgürlük arasındaki ilişkiyi yanlış okumasıyla doğrudan ilgilidir. Batı, yanlış konumda durdu ve neredeyse bütün gerçekliği yanlış gördü. Hâlâ yanlışında ısrar da etmektedir.

YANLIŞ BİR ÖZGÜRLÜK OKUMASI

Çift Kutuplu Dünya’nın Soğuk Savaş günlerinde Batı, klasik liberal bakış açısıyla özgürlüğü; insanın mülk edinme, yönetime katılma ve yaşam tarzını seçme hakkı olarak anlama iddiasındaydı. Bunun için konumunu “demokrasi ve özgürlük” sloganı ile ifade ediyordu.   

“Demokrasi ve özgürlük” sloganı, 19. yüzyılda, fert ve toplum iradesinin yönetime yansımasını kısıtlayan kadim kraliyet ve monarşilere karşı bir çekim oluşturdu. Bu slogan, 20. yüzyılda da fert ve toplum iradesine karşı despotik yöntemlere başvurmayı sözde “özgürleştirme” kutsalı ile meşrulaştıran sosyalist yönetimler karşısında da iş gördü.  

Sosyalist yönetimler yıkıldığında ise Batı bocalamaya başladı. Bir yandan fert ve toplumun yönetime katılma iradesini kutsama iddiasını sürdürdü. Öte yandan bu irade ile kendi çıkarları karşı karşıya geldiğinde takınacağı tutum konusunda tutarlı bir çözüm geliştiremedi.

Bu vaziyet içinde Batı, “Geçmişte özgürlüklerden yanaydık, rakiplerimizi yendik. Özgürlüklerden yana oldukça hep kazanırız” noktasına geldi. Süreç ilerledikçe Batı, “demokrasi” kavramını eskisi kadar kullanmaz oldu. Sadece özgürlük vurgusu yapmaya başladı, bloğunu “özgürlükler dünyası” olarak dillendirmeyi en azından fiiliyatta yeterli gördü. “Demokrasi” ile “özgürlükler” arasında çekişme olabileceğini dillendirdi ve tavrını “özgürlükler”den yana koydu.  Özgürlüğü ise bireyin “cinsel arzularını” dilediği sınırsızlıkta gerçekleştirme hakkı olarak anladı.

Bu anlayışta özgürlükten daha büyük bir kutsal yoktur. Özgürlük, arzuları sınırsızca icra edebilme hakkıdır; özgürlükten yana olmak ise cinsel sınırsızlığın yasalar zoruyla himaye edilmesidir.

İşte bu noktada kendisini sapkın cinsel tercihler “özgürlüğünün” bayraktarı ve himayecisi olarak buldu. Vahiyden kopan insan, arzularını icrada sınır tanımıyor ve Batı, bu sınırsızlığı temel insan hakları arasına aldı. Bugünden sonra, Batılı değerlerden yana olmak, cinsel sınırsızlığı temel insan hakkı olarak görmeyi gerektirir. 

İnsanın kendisini yönetme hakkı olarak ifade edilen demokrasi artık arka plana düştü. Siz, Batı’nın sınırsız cinselliğe takılıp kalan özgürlük anlayışını paylaşmıyorsanız halkınızın oy birliği ile dahi iktidar olsanız iktidarınız “özgürlük” karşıtı olduğu için gayri meşrudur. Bu sınırsız özgürlüğü tanımıyorsanız Batılı değerlere karşı bir meydan okuma içindesiniz ve Batı’nın gazabına uğramayı hak edersiniz.

Batı, farkında mı, bilmiyorum ama bilinen bütün insanî değerleri alt üst eden özgürlük anlayışını dayatırken eski Sosyalist yönetimlere benzedi. Sosyalist yönetimler de insanın dilediği ahlaki değerleri edinme özgürlüğünü, yine özgürlük adına yok sayıyorlardı. Sosyalist bir ülkede kız-erkek ayrımına dayalı bir eğitim kesinlikle yasaktı. Şimdi Batı, bunu da aşıyor. Gerekçesi ne olursa olsun cinsel sapkınlıklara karşı olmayı yasaklıyor ve yaptırım konusu yapıyor. Bu, derin bir özgürlük anlayışı gibi görünse de aslında derin bir despotizm tarzıdır.

Batı’yı bu hususta bu kadar hırslı yapan “insan hakları” kutsalına olan bağlılık mıdır? Hayır! Çünkü burada açık bir insan hakları ihlali var: Bu anlayış, Sosyalist yönetimlerde olduğu gibi, özgürlük adına kişi ile nesli arasına sınır konuyor; bireyi, kendi öz evladına inanç ve yaşam tarzını aktarma hakkından yoksun bırakıyor. Sosyalizmde evlat mal misali, ortak mülkiyet anlayışı ile devlete ait görüldüğü gibi yeni Batılı anlayışta da evlat sisteme ait görülüyor.

Sorun ne? Sorun, şu temel yanılgıda: İnsan, özgürlüğüne düşkündür ve Batı, ne kadar özgürlüklerden yana olursa o kadar çok insan desteği alır. Özgürlüklerden yana tutumu ne kadar ileri olursa bireyler düzeyinde küresel desteği o kadar büyük olur. Hiçbir bölgesel ya da ulusal iktidar bu insan desteğine karşı koyamaz, ya Batı’ya boyun eğer ya da çekilir gider. Özet bu.

Batı, bu çerçevede cinsel sapkınları himaye etmeyi, onların “özgürlüğüne” sahip çıkmayı iktidar aracı görüyor. Onları Batı iktidarını sürdürecek, dolayısıyla korunmaları gereken bir unsur olarak değerlendiriyor. Onları bulundukları yerde koruyor ve büyütüyor, bulunmadıkları yerde ise üretiyor.

Batı, meseleyi derinden yanlış okuyor. Sosyalist ülkeler, cinsel sınırsızlığı kısıtladıkları için değil, o hususta “eşcinsel” boyuta varmasa da kadın-erkek ilişkisinde nikahı tamamen anlamsızlaştıracak kadar aşırı gittikleri için dünya halklarının tepkisine konu oldular. Dünün Çift Kutuplu Dünyası’nda toplumların önemli bir kesimi, Batı’yı ahlak konusunda Sosyalistlerden daha muhafazakâr bulduğu için destekledi. Sosyalizmin ahlak konusundaki sınırsızlığından tiksinerek Batı’ya sığındı. Neticede o hususta daha muhafazakâr olan Batı, daha sınırsız olan Sosyalist yönetimlere galip geldi.

Özgürlük-iktidar ilişkisi elbette vardır ama bir de ahlak-iktidar ilişkisi de vardır. İnsanın özgürce kendisini ifade etme ve dilediği gibi yaşama hakkını talep etmesi bir iktidar getiriyorsa ahlâkî ilkeler üzerinden kendini koruma talebi de iktidar getiriyor. Ahlakı korumaya yönelik talepler, özgürlük iddiaları karşısında öyle zayıf da değildir.  

Özgürlükle ilgili yanlış okuma, o kadar yer edinmiş ki “Yanılmıyor musunuz?” diye kuşkulanmakta haklısınız. Öyleyse gelin, bugüne kadar hiç irdelenmemiş bu konuda insanlığın tecrübesine bakalım. Sizi yanıltma ihtimalimi ondan sonra bir daha düşünün lütfen!

AHLAK VE İKTİDAR İLİŞKİSİNDE TARİH NE DİYOR?

Bu doğrultuda Hz. İsa aleyhisselam sonrası dünyada Sâsânî ve Bizans’la başlayıp İslâmî döneme, oradan bugüne gelelim.

Özgürlük ve ahlak konusunda İslam öncesi dünyanın tartışmasız iki büyük gücü acaba nerede duruyordu, bakalım ve duruşları onlara iktidar konusunda ne getirdi, görelim!

Bizans, Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra, cinsellik konusunda hiç kuşkusuz daha ahlâkî bir evrene girdi. Bizans’ta hür kadınlar genellikle tesettürlüydü ve zina, Bizans’ta kesin olarak yasaktı. Açıkça zinada bulunan bir yana, Hıristiyanlığın çok kısıtlayıcı evlilik kurallarını ihlal eden biri dahi yönetimde pay sahibi olamazdı. Bununla beraber Bizans’ta, dinsel özgürlük bir yana, mezhepsel özgürlük de kısıtlıydı.  

Batı’nın karıştırdığı yer tam da şurasıdır: Dinsel ve mezhepsel özgürlüğün Bizans’ta yol açtığı gerginlik ve güçsüzlük ile ahlakı korumaktan yana tutumunun Bizans’ın varlık ve etkinliğini sürdürmesine yaptığı katkı.

Aynı anda Sâsânî’ye de bakmak, bize Bizans gerçeğini daha kolay kavrama imkânı veriyor. Sâsânî, Bizans’ın zıddına, dinî ve mezhepsel özgürlüklerde neredeyse bugünkü Batı ile aynı duruşa sahipti. Bizans’ta yaşam alanları kısıtlanan Hıristiyan mezhepler, Mecusî Sâsânî’de özgürdüler. Sâsânî, sadece Hıristiyan mezhepler açısından değil, diğer inançlar açısından bir açık toplum siyaseti güdüyordu ve ülke, neredeyse bir mozaikti.

Buna karşı Sâsânî, ahlâkî ilkeleri, Mazdekçilik gibi inançların etkisiyle, geçmişin Sosyalist ve bugünün liberal yönetimlerinden bile uç noktada hiçe sayıyordu. Bugün bildiğim kadarıyla dünya genelinde birinci derecede akrabaların evlenmesi yasaktır. Oysa Mazdekçi Sâsânî’de bu yönde hiçbir sınırlama yoktur. Şimdi soralım: Acaba özgürlük anlayışı, Sâsânî’nin iktidar alanını koruma ve yaymasına nasıl yansıdı? Buna karşı Bizans, ne kazandı ve ne kaybetti?

Din ve mezhep özgürlüğü; Sâsânî’ye avantaj sağladı, Sâsânî’nin Bizans’ın farklı bir Hıristiyanlık inancına sahip doğu eyaletlerine hatta Mısır’ı dahi içine alan eyaletlerine müdahil olmasının ve kimi zaman o eyaletleri istila etmesinin yolunu açtı.

Sâsânî, büyük Asya nüfusuna dayanmakla avantajlıydı ve normal şartlarda Bizans’ın en azından doğu eyaletlerini kalıcı olarak alabilmeliydi. Sâsânî çok güçlü olsa da bu mümkün olmadı.

Sâsânî, çok sayıda peygamberin tebliğiyle ahlakı daima önemsemiş Şam coğrafyasında hiçbir zaman istilacı bir güç olmanın ötesine geçmedi. İslâmî Döneme kadar iki imparatorluk çatışıp durdu.

İslam, her iki gücün karşısına da iman-ahlak-adalet üçlüsüyle çıktı. İslam fatihleri, Sâsânî’yi bir anda ortadan kaldırdı.

Sâsânî, zaman zaman ahlak ve adaletle ilgili ıslahatlar yapmış ve bu, Bizans karşısında onun ömrünü uzatmıştı. Ama Müslümanlar Sâsânî ile karşı karşıya geldiklerinde Hıristiyan unsurlarla birlikte ahlak özlemi çeken kimi Mecusi İranlılar da Müslüman fatihlere karşı koymakta isteksiz davrandılar. Müslüman fatihler, onlarla savaşmadan ısrarla onlara İslam’ı tebliğ ettiler. Beklentileri onları Müslüman olmayacaklarsa bile sistemi korumakta isteksizlendirmekti ve bunda başarılı oldular.

İslam; Irak, İran, Kafkasya ve Horasan’ın özlemini çektiği bir ahlak hareketi olarak kısa sürede kabul gördü. Fetihten sonra da o coğrafyalarda İslam’ın en çok ahlaki yönü konuşuldu hatta akımlara dönüştü.

Bizans’ın İslam karşısındaki durumuna gelince Sâsânî ordusu daha çok laik bir ordu, Bizans ordusu ise dinî bir orduydu ve genellikle patrikler tarafından komuta ediliyordu. O patrikler, Müslümanları gördüklerinde ahlaklarına hayran kaldılar ve aralarından çok önemli şahsiyetler “Bunlar, bizden üstün!” diyerek İslam’ı tercih edip Müslümanların safına geçtiler.

İslam, Bizans’tan farklı olarak inançta din ve mezhep özgürlüğünü tanıyordu, yönetimde adaleti ikame ediyordu, bireysel ilişkilerde evlenmenin önündeki engelleri kaldırıyor, dolayısıyla daha geniş bir cinsel özgürlük alanı açıyordu, bununla beraber hayatın diğer alanlarında da gençlere ve kadınlara değer veriyordu.  Bunlar elbette İslam’ı Bizans karşısında avantajlı kıldı. Ama bunlar, Bizans’ın yönetimi altındaki halkların talepleri ile ilgilidir. Bizans ordusu ve yerel yöneticileri içinse onların İslam’a meyletmesinde Müslümanların ahlâkî yaşam tarzları hiç de az bir paya sahip değildir. Onları etkileyen unsur, daha çok ahlaktır. Özgürlük, adalet ve onun yanında ahlak üçlüsü, İslam’ın Bizans’a galip gelmesinin sırrını vermektedir.

Müslümanlar, özlerinden uzaklaşıp saraylarda Bizans’a benzeyince avantajlarını kaybettiler. Bizans ve diğer Hıristiyan komutanlar, Müslümanları “arzularına düşkün” olmakla itham edip kınadılar, haklı olsunlar veya olmasınlar, bu savla, Müslümanlara karşı daha çetin savaştılar. Bu kez daha ahlaki olma iddiası, Bizans’a güç verdi ve Müslümanlar, devlet yönetimlerinin bozulması karşısında ancak tasavvuf üzerinden kendilerini ahlaken toparladıklarında Bizans’a karşı yol alabildiler.

Uzak tarihsel tecrübe budur. Yakın tarihsel tecrübede ise; Çift Kutuplu Dünya’da Batı ile Sovyetler arasındaki mücadelede ahlak-iktidar ilişkisinin güçlü bir yeri vardır. Stalin’in ustalıklı siyasetiyle Sovyetler, II. Dünya Savaşı’ndan Batı’ya nazaran daha güçlü çıkmıştı. Normal bir güç dengesiyle Batı’yı daha kolay yenmeliydi. Üstelik, sömürgecilik karşıtlığı, işçi ve köylü hakları gibi teoride güçlü insanî iddiaları da vardı.

Ama dünya toplumları, Batı’yı Sovyetlere göre, inanç özgürlüğü ve ahlaki ilkelere bağlılık konusunda daha müspet buldular. Sağcılığın dindarlıkla özdeşleştirilmesinden anlaşılacağı üzere, birinci derece akraba ile evlenmeyi dahi tartışan komünistlere ve lavaboları dahi erkek-kadın diye ayırmayan Sovyetlere karşı sıradan bir dünya insanı, Batı’nın yanında konumlandı. Öyle olmadığı hâlde ahlaktan yana olmak (ahlaktan yana olma algısı) Batı’ya güç verdi. Bu sayede Sovyetlerin yayılması yavaşladığı gibi Batı, inanç özgürlüğü ve ahlaktan yana olanların desteğiyle en ücra ülkelerde bile güçlü bir kamu diplomasisine sahip oldu ve etkili siyasi ortaklar edindi. Ki anti komünizm dernekleri ve onların siyaset üzerindeki etkisi hâlâ konuşulmaktadır.

Bu tabloda açıkça görüldüğü üzere Batı, özgürlük-iktidar ilişkisinde kadim dünya tarihini yanlış okuduğu gibi, yakın dönemi de yanlış okuyor. Bu yanlış okumayla; cinsellikle ilgili ahlaki değerleri yok ettikçe insanların özgürlük talebini karşılayacağını dolayısıyla iktidarının pekişeceğini ve kalıcılaşacağını ön görüyor. Ahlaki değerlere sahip çıkmak ile iktidar arasındaki ilişkiyi de gözden kaçırıyor.

Güç sarhoşluğu, İslam karşıtlığı ve zevkperizm, Batı’yı akıldan yoksun bıraktı. Oysa iktidar mücadelesi, aklı tatil etme lüksünü kimseye vermez.

Zannederim, anlatılanlar başlıktaki sorumuza teoride cevap verdi. Haftaya bu kez reel dünya gerçekliği üzerinden sorumuzu cevaplamaya çalışalım inşaallah.