• DOLAR 34.621
  • EURO 36.355
  • ALTIN 2919.237
  • ...

Mevcut yoğun siyasi ortamın toplum ve fertler açısından belirgin bir niteliği bulanıklıktır. İslâmî bir görünüm ve iddiaya sahip olanlar, en olmayacak tarafta görünebiliyor hatta söz konusu tarafın imajında önemli bir yer tutuyorlar. Türkiye’nin siyasi fotoğrafı ilk kez bu kadar karışık.

Bu siyasi fotoğraf, ilk anda siyasette karşılıklı bir anlayışın yakalandığını düşündürür. Oysa ortada karşılıklı bir anlayış yok. Zira bu, inançlı kesimle ilgili olarak tek taraflıdır. Seküler kesimde, çekirdeği aşacak kadar geniş bir kitle, inançlı insanı dışlama konusunda tam bir kararlılık vardır.

Siyasi karmaşa ve hırs içinde inançlı kesim, seküler kesime adeta sığınmakta; seküler kesim ise inançlı kesimi kabul etse de kabullenme işaretleri vermemektedir. Buna rağmen, inançlı kesimin bir bölümü sekülerlerin içinde görünmekten âdeta keyif almaktadır. O tarafın reklamcısı kesilmekte; seküler kesimi reklam etme uğruna inançlı kesimi üzmekten, kırmaktan ve yenilgiye sürükleme çabasında bulunmaktan caymamaktadır.   

Bu, sadece karışık değil, aynı zamanda bugün için yaralayıcı; gelecek açısından ise endişeye sürükleyici bir sorundur. Sorunun çözülmesi ise arka planının anlaşılmasını gerektirir. Analizimiz, bu doğrultuda kaleme alınmıştır.

KİMLİK VE VARLIK

“Ben kimim?” sorusuna cevap mahiyetinde “kendini bilmek”, geleceğe kalmanın temel koşulları arasındadır.

Kimlik, değerler yüküdür. Bir kimliğe sahip olmak, bazı değerleri taşımayı, o değerleri taşıyanlarla birlikte hareket etmeyi, o değerlere karşı olanlara karşı durmayı gerektirir.

Kimliğini yitiren, kendini yitirmiştir ya da kendini yitirme yoluna girmiştir. Onun başlangıçta tutarsızlık kapsamında görülecek tutumları, aslında kimliğinden uzaklaşmanın, kimlik yurdundan göç etmenin ve başka kimliklere yönelmenin sinyalleridir.

Bu sinyalleri alıp önüne geçecek bir mekanizma oluşturulmadığında o göç zamanla kimliğinden soyutlanma ve başka kimliklere bürünme ile neticelenir. Dolayısıyla kimlik yitimine, kimliksizleşmeye yol açacak her tür düşünce ve eğilimler, kimliğin varlığına yönelik birer tehdit kapsamındadır.

Postmodern bir dünyada yaşıyoruz. Bir kavramın iyi çağırışımlar yapması, onun varlığı tehdit işlevi görmeyeceği anlamına gelmez. Aksine iyi çağrışımlar, çoğu zaman kimliğe karşı savaşanlar açısından bir imkân niteliği taşır.

Zira postmodern dünya; iyiliği alet ederek kötülüğü yayma, haktan yana görünerek batılı yerleştirme gibi bir stratejiye sahiptir.

HOŞGÖRÜ VE KİMLİKSİZLEŞME 

Hoşgörü, genel manada karşısındakini anlamayı, onun inançlarına, düşünce tarzına, tutumlarına takılmadan ona müspet bakmayı ve onunla yakınlaşmakta bir beis görmemeyi ifade eder.

Hâkim İslam toplumunun gayri Müslimleri içinde barındırmayı kabul ettiği düşünüldüğünde hoşgörülü olmak Müslümanların zorunlu hâllerinden bile kabul edilir. Oysa İslam, Müslümanın başkalarıyla ilişkisini bazı esaslara bağlamıştır.  İslam, Müslümana günlük yaşamda fıkhın esasları doğrultusunda başkalarına karışma izni verirken cepheleşme söz konusu olduğunda Müslümanın başka kimliklerin içinde yer almasına izin vermemiştir. İslam karşıtlarına karışmak ve onların hedeflerine hizmet etmek, İslam’da şiddetle reddedilmiştir. Bu izin ve ret, Müslümanın tutumlarını bir dengeye oturtur ve onun bütün insanlığa önderlik makamında yer almasını sağlar. Söz konusu denge bozulduğunda ise Müslüman, önderliğini yitirir. Bugün, böyle bir hâlle karşı karşıyayız. Bunun nedeni ise Batı istilasının zihinsel operasyonlarıdır.

İslam dünyasında fıkhı zorlayarak dengeleri sarsma işaretleri veren bir hoşgörü eğilimi, muhtemelen yeni Müslüman olanların İslam toplumuna adaptasyonu mahiyetinde ortaya çıkmıştır. Söz konusu eğilim, Müslümanların saflarını çoğaltmak için, “maslahat” bağlamında akide ve fıkıhta esneklik yönünde talepler dile getirmiştir ve bu talepler, hâkim İslam toplumunda bir kimliksizleşme tehdidine yol açmamıştır. Aksine Müslümanlaşmayı sağlama yönünde kanallar açmıştır.

Abbâsîler devrinde İslam’a yönelmenin hızlanması sürecinde yaygınlaşan bu eğilim, hâkim bir toplumun, zayıf bir toplumu düzenleme ve kendi içinde eritme yönündeki bir stratejisi kapsamında iş görmüştür.

Batı istilası, zannedilenin aksine İslam tarihi açısından “Haçlılık” karakterine sahip olmaktan öte, “Moğol” bir karaktere sahiptir.

Batı istilası, irsiyet bakımından Haçlılara uzansa da tutumları açısından Cengiz ve torunlarının izindedir. Onu âdeta taklit etmektedir.

İslam tarihinde Müslümanların zihniyle uğraşan ilk istilacı güç olan Moğollar, söz konusu hoşgörü eğilimini ters yönde işletmişler, Müslümanları Moğol idaresine alıştırma, Moğol istilasını İslam dünyasında normalleştirme ve kalıcılaştırma yönünde kullanmışlardır.

Hoşgörü eğilimi, bu mahiyette Moğol istilasının ikinci evresidir. Birinci evre fiziki istiladır. O evrede Müslümanların yurtları ele geçirilmiş, kafaları uçurulmuştur. İkinci evre ise zihinsel istiladır. O evrede Müslümanların zihinleri ile oynanmış, hâkim ve önder bir Müslüman tipi yerine mahkûm ve başkalarının ardına takılan bir Müslüman tipi üretme yoluna gidilmiştir.

İslam tarihinin ilk evresinde Müslümanlar, başkalarını hoş görürken bu evrede Müslümanlar, başkalarına hoş görünme uğraşına teşebbüs etmişlerdir.  

Sâsânî mirasından istifade eden uzmanların önderliğinde geliştirilen bu eğilim, yüzyıl kadar ağır tahribatlara yol açmış ama ardından Müslümanların yeniden güç kazanmasıyla bertaraf edilmiştir. Osmanlı evresinde söz konusu eğilim, yeniden İslâmî esaslar üzerinden varlık göstermiş; Müslümanların başka toplumları eritmesi yönünde iş görmüştür.

Batı istilası, Büyük Britanya’nın (İngiliz) istilasını kalıcılaştırma siyaseti çerçevesinde oldukça erken evrede Hindistan gibi coğrafyalarda hoşgörüyü Müslümanları kimliksizleştirme yönünde bir sermaye olarak kullanmaya yöneldi. İngiliz istilasının Hindistan Müslümanlarına kabul ettirilmesi çabalarında hoşgörü araçsallaştırıldı.  

O çabalarda, başkalarıyla münasebette “Müslüman yaklaşımı”; sözde “insan” merkezine çekilerek aslında yok edildi. İnsan merkezine çekilme, bir yükseliş, bir üst anlayışa ulaşmak gibi tarif edildi. Oysa İslam’dan uzaklaşma, hangi mahiyette ve hangi amaç uğruna olursa olsun düşüşü ifade eder ve bu düşüş, salt manevi gibi görünse de Müslüman toplumda her manevi düşüş, maddi bir düşüşe de yol açtığından nihayetinde maddi yani fiziki bir düşüştür.

Dün kendi kimliklerinin farkında olan Müslümanlar, önderlik makamında iken, kimliklerini yitiren Müslümanlar, istilacıların kölesi, tabisi konumuna düştüler ve bu, kimliklerini yitiren bütün Müslümanlar açısından genel geçer bir durumdur. Kimliğini yitiren, dolayısıyla kendisiyle başka toplumlar arasındaki sınırları yok sayan her Müslüman toplum, başkalarının tabisi olmaya mahkumdur.

YENİ HOŞGÖRÜ DALGASI VE HİÇLEŞME

Sovyetlerin dağılmasından sonra neoliberal tek kutuplu dünya, İslam dünyasına yönelik yeni bir istila süreci başlattı. Rayından çıkmış ve tarihte Moğol istilasına hizmet etmek gibi bir sabıkaya da sahip hoşgörü eğilimi, bu mahiyette güncellendi ve bir fazilet gibi yaydırıldı.

Eğilimi yaygınlaştıranlar, kendilerince Müslümanları “insânîleştiriyorlardı ya da doğrudan “insanlaştırıyorlardı”. Bu, çok tahkir edici ve nihayetinde Müslümanı, sözde daha iyi bir insan olmak uğruna İslam’dan uzaklaştırıp liberal dünyanın “uyumlu” bir vatandaşına eviren bir operasyondu.

Hoşgörü operasyonu, Türkiye’de en barbar tarzıyla “kusuru Müslümanda, üstünlükleri karşı tarafta aramak” şeklinde yürütüldü. Bu operasyonla Müslümanın bakışı, dünyayı sömüren güçlerden Müslümanın kendisine çevrildi. Çoğu zaman “bizim de hatamız yok mudur, öz eleştiri yapmak zorunda değil miyiz” gibi masum ve gerekli bir soru ile dikte edilmeye başlanan eğilim, 2000’li yıllarda İstiklal Caddesi’nin sarhoş hatta cinsel sapkınlık eğilimli gruplarla sözde Müslüman entelektüellerin birlikte Boğaz turları, doğum günü kutlamaları düzenlemelerine bile yol açtı. Dıştan bakılırsa inançlı insanlar, üst bir anlayışa yükselmişler ve artık her yerde bulunabilme özgürlüğüne sahip olmuşlardı. Hakikatte ise kabul görme peşinde olan, yeni türeme Müslüman entelektüele bir kimlik bunalımı dayatılıyordu.

Bu operasyonda İslâmî kesimin nice emeği talan edildi ve nice “Müslüman okumuş” yitirildi. Yitirildi demek de eksik: Nice okumuş Müslüman, artık karşı tarafın hesabına çalışan birer medya savaşçısına dönüştü. Moğol evresinde, Müslüman zanaatkârlar, İslam yurdunu istila için çalıştırılırken bu yeni türeme Müslüman entelektüel de Müslüman avamı liberal dünyanın uyumlu yurttaşına evirmek için klavye başında nöbet tuttu, hücumlar gerçekleştirdi, İslamsızlaştırma operasyonunun fedakâr, hırslı bir personeli oldu.  

Müslüman avamdan ise sırdan bir Müslüman kadın, günahlara bulaşmış ya da seküler ideolojilere sapmış biriyle ilişkisini daha önce akide ve fıkıh doğrultusunda düzenlerken artık hoşgörü eğilimi “akidesi” ve “fıkhı”yla düzenlemeye başladı.

Müslüman kadın, daha önce İslâmî esaslar doğrultusunda, gayri İslâmî bir yaşama sahip olan birinden sakınmayı fazilet görürken artık öyleleri ile arkadaşlık, dostluk kurmayı hoşgörü akidesi ve fıkhı doğrultusunda insânî bir duruş olarak gördü.

İslâmî kesimin, daha Tanzimat günlerinden itibaren dezavantajlı olduğu, okullaşma ve iktisat açısından zayıf olduğu göz önünde tutulduğunda bu yaklaşım, İslâmî kimliğin idam edilmesi gibiydi. Zira yapı gereği, bir karşımı durumunda zayıf insan, güçlü insana tabi olur.

Müslümanlar, yaşamın bütün alanlarında bununla ilişkili bir kriz yaşıyorlar. İslâmî şuur ve görünümün gücüne rağmen, İslâmî kesime dayanan siyasetin; yüzde ellinin üzerinde oy almakta zorluklar yaşaması da bundan bağımsız değildir.

Bu eğilim, tesettürlü kadının mahzenlerinde “dindarların kökünü kazıyacağız” diyen çevrelerin siyasi mitinglerinde yer almasının önünü açmakta, özellikle kendi evreniyle sorunlar yaşayan fertlerin karşı tarafa yönelmelerinin önünü açmaktadır. Bundan dolayı karşı taraf, siyaseten umutlanıp hırslanırken İslâmî kesime dayanan siyaset, gücüne rağmen önünü görememektedir.