• DOLAR 34.538
  • EURO 37.286
  • ALTIN 2995.421
  • ...

Sorgulamayı sistem boyutuna taşımamanın neye mal olduğu, deprem faciasıyla bir kez daha beyan oldu.

Sistem, kendisini “masum hakan” yerine konumlandırıyor; kendisine tanrısal bir rol biçiyor. Sistemin aristokratik evreni ise sistemden kaynaklı sorunları, sisteme rağmen icraatta bulunanlara yüklüyor. Ama icracılar, o evrenden gelen ağır ithamlara rağmen sistemi sorgulamama ilkesiyle “dilsiz” duruyor. O evrenden gelen hakaretleri sineye çekiyor.

Abbâsî günlerinden bu yana İslam dünyasını sekteye uğratan bu yaklaşım, ulus devletlerde korkunç bir suiistimalle dindar kesimin aleyhine kullanılıyor. Dün İslam dünyasını geri bırakan bu yaklaşım, bugün Müslüman varlığını tarihten silme hırsıyla yol alıyor.  

Ne yazık ki “muhafazakâr yaklaşım” buna rağmen sistemi sorgulamaya bir adım olsun yaklaşmıyor.

Bir sistem düşünün ki Sadullah Paşa’nın “On Dokuzuncu Asır Manzumesi” katılığında akılcılık iddiasında bulunuyor, bilim ve fen taraftarı kesiliyor. Ama o sistem, bu manzumenin yazılmasından üç çeyrek asır sonra Adıyaman’ın Gölbaşı ilçesini tam da fay hattının üzerine inşa ediyor. Ülkeye kattığı Hatay’ın deprem tarihini bildiği hâlde, onu depremlerde en çok tahrip olan alana doğru genişletiyor.

Sadece deprem değil, aynı sistem, neredeyse bütün Anadolu şehirlerini Batı’ya doğru genişletme sevdasıyla ovalara açıyor. Tarım arazileri talan olmuş, umurunda değil. “Yönümüz Batı’ya doğrudur! Şehirlerimiz hep Batı’ya bakıyor!” diye iftihar etmek, ona yetiyor.

Sistem, hep eleştirel bakıştan söz ediyor. Ama iki yüzyıllık dayatmalarım neye mal oldu diye dönüp arkasına bir kez olsun bakmıyor. “Biz, nerede yanlış yaptık?” diye sormuyor.

Sistem, “Durmadan ileri!” sloganı ile vücut buldu. Ama ilerleme adına Ankara başkentte meyhanelerle kuşatılmış bir Kızılay Meydanı ve eski hâliyle tam bir sefalet çukuru Gençlik Parkı’ndan başka tek icraatta bulunmadı. Bu simgesel iki yapıyla ilerlemeyi hakikatte bozulma olarak anladığını ifşa etti.  

Esenboğa Havalimanı ile Ankara şehir merkezi arasındaki gecekondu semtlerini hatırlayınız. Tanzimat’ın üzerinden yüz elli yıl geçtiği hâlde halkın o dağ yamaçlarındaki harabelerde nasıl yaşadığı sistemin kurucu aklının umurunda bile değildi. Belki de her hafta sonu uçakla Ankara-İstanbul seferi yapma lüksüne sahip aristokrasi, o manzaraya baktıkça farkını hissedip gizli bir zevk almıştır. O yolu kullanan Batı diplomatlarına adeta “Korkmayın! İlerleme sloganlarımız ters yönde işliyor!” diye mesaj verdiğini düşünüp kendisini emniyette hissetmiştir.   

Nihayet 2000’li yıllarda o sefil manzarayı değiştiren iradeyi ihanetle suçlayıp linç ettiler. Neydi acaba o gecekonduların değeri? Yoksa ülkenin ilerleme adına durdurulmasının birer heykeli miydi? Öyle değilse o manzarayı şöyle veya böyle değiştiren irade, neden linç edildi?

Ya da Kızılay Cemiyeti? Henüz 1868’de bir yardım eli olarak kurulmuşken Mason dergâhı oluverdi. Yardım paraları yıllar yılı şaraplı balolara harcandı. Öyle ki bir zamanlar Kızılay demek, sefalet ve geri kalmışlık demekti. 17 Ağustos 1999 depremindeki o derme çatma çadırları kim unutabilir?

Bugün dünyanın en büyük yardım kuruluşları ile yarışan bir Kızılay var. Ama hizmetine en çok ihtiyaç duyulan bir dönemde resmen linç edildi. Hatta arsızca geçmişteki Kızılay’ın gerisinde addediliyor.  

Bu, nasıl bir sistem ki geri kalmışlığı “sorgulanamaz” bulup kutsuyor, ilerlemeye karşı set oluyor?

Sistem, ilerleme adına geri kalmaya kodlanmış. Bu ülkede ilerleme 1950’den bu yana sisteme rağmen yol almıştır. O günden bugüne bilim ve fen adına adım atan her yapı, bir şekilde bertaraf edilmiştir.

Öyleyse sistem, kimin ve ne adına var?

“Muhafazakâr dünya” bunu konuşmak istemiyor. Sistemi padişah, kendisine vezir konumunda görmekte ısrar ediyor. İcraatlarını ifade etmeyi dahi adaba aykırı buluyor. İslâmî ihlas ve tevazuyu, sistem lehine işletiyor. Bunun için bazı setleri aşamıyor, dönüp dolaşıp aynı yere geliyor.

Bu hâl karşısında, önümüzdeki dönemde İslâmî kesimin muhafazakârlaşma durağanlığında kalıp kalmayacağı şu soruların cevabında belli olacak: Biz, “imam ümmet” hakikatiyle “padişah” mı olacağız, “vezir” mi kalacağız? Sistem mi kuracağız, mevcut sistemin hizmetkârlığını mı yapacağız? Medeniyet mi inşa edeceğiz? Muasır uygarlığın izinden gidip dolayısıyla hep başkalarının kuyruğu konumunda mı kalacağız?

Bu sorular, net olarak cevaplanmadan hiçbir icraat istenen karşılığı vermeyecektir.