Deprem, niyet, muhasebe
Türkiye’nin on ili ile Halep ve çevresini etkileyen depremde şehir, kasaba ve köylerimiz harap oldu, binlerce insanımız hayatını kaybetti.
Acının tarifi yok. Allah, hayatını kaybedenlere rahmet eylesin, yakınlarına sabır versin, yardıma koşanlardan razı olsun.
Yardım çalışmaları resmi kurumsallığın yanında, sivil kurumsallaşmanın da önemini bir kez daha gösterdi. Dayanışmanın kurumsallaşması ve kurumların dayanışması, acılara bir nebze olsun merhem oluyor.
Vaka büyük ve henüz taze. Yine, değerlendirme için erken sayılmaz. Umulur ki her değerlendirme, mevzunun farklı bir boyutunun anlaşılmasına vesile olur.
Depremde çok şey yitirildi. Lâkin her bir yitirilişin ardında, başka bir yitiriliş var. O hâlde biz neyi yitirdik ki o kayıplar, bu yitirilişe yol açtı?
NİYET VE MUHASEBE
Asr-ı Saadet’ten Müslüman ilerleyişinin sekteye uğradığı güne kadar, “Müslümanların kayıplarının arka planındaki en önemli etken nedir?”” dense herhâlde “Niyet”in mahiyeti ve yine niyet kapsamında muhasebedir” cevabı verilebilir.
İslam’da niyet, Hz. Peygamber sallalahü aleyhivesellem’in dile getirilmemiş mucizelerindendir.
İslam, “amel etmektir”, yani iş görmektir ve ağaç için tohum neyse İslâmî amel için niyet odur. Niyet, amelin programıdır. Niyet, amelin tasarısından muhasebesine bütün boyutlarını kapsar.
Niyet, İslam’ın inşa yönünün, medeniyet yönünün mebdesidir (başlangıcıdır). Niyet etmek, planlamaktır. Muhasebe ise amelin nihayetinde planın tatbik derecesinin tetkik noktasıdır. İslâmî işleyiş, hep bu ikili arasında gerçekleşir.
Ameli niyetle başlatmak, gelişigüzelliği hayattan çıkarmak, amelin merkezine iradeyi koymaktır. Muhasebe ise amelin sorumluluğunu kabul etmektir. Muhasebe, istiğfar ve tövbe olmak üzere iki boyutludur.
Muhasebe, sorumluluğu kabul etmek ve o bağlamda kusuru görmek, bunun için istiğfarda bulunmak ama kusura takılmadan tövbeye yönelmek, yani daha üst bir amelle gelecek için çalışmaktır.
“Niyet-amel-muhasebe (istiğfar ve tövbe)” takibi, Müslümanları plansız iş görmekten kurtardığı gibi, onların kusura takılmasını da engellemiş, onlara sürekli daha iyiye yönelme kabiliyeti kazandırmıştır.
İslam fetihleri tetkik edildiğinde bunun muazzamca işlediği ve Müslümanları, sürekli daha üst bir aşamaya taşıdığı görülmektedir. Müslümanlar, iç çekişmelere ve musibetlere rağmen, bu eylem tarzı ile sürekli bir yükseliş içinde olmuşlardır.
Diğer yandan iman etmek, öncelikle kalben tasdik ve lisan ile ikrardır. Kişi tasdik ve ikrar ile iman evrenine girer. O evrenin bir boyutu namaz, oruç, hac ve zekât çerçevesiyle amellerdir/ibadetlerdir, diğer boyutu haramlardan sakınmadır. Kişi, bu amel ve sakınma boyutuyla İslam’ın temel şartlarını yerine getirir.
Lâkin, mü’min olmanın ibadetler ve sakınışlardan bağımsız olmayan bir üst boyutu da vardır: Kula kulluktan azade olup insanlığın önderi makamına yükselmek.
Kişi, mü’min olmakla iki tür kulla kulluktan kurtulur: İradesiz varlık tabiat ve irade sahibi insana kulluktan.
Kişi, mü’min olmakla, tabiatın ve toplumsal alışkanlıkların sınırlılığından azade olur. Mü’minler, tabiata tabi olmaz, ondan istifade ederler. Mü’minler, toplumsal birikime takılı kalmaz, onu değiştirir, yönlendirir, geliştirirler.
Tabiatın statik yasaları vardır, tabiata takılı kalan durur. Toplumsal irade de zamanla “kültür” statikliğine geçer ve aynen tabiat gibi kişiyi kendi evreninde tuttuğunda ilerlemekten alıkoyar. İslam, mü’mini bu iki takılma noktasından da kurtarır.
Araplar, kısıtlı ticari faaliyetler dışında Arap Yarımadası dışına çıkmazlardı. İslam, onları bu yurtluk kültüründen kurtardı, fetihlere yönlendirerek cihana yön veren bir önderliğe kavuşturdu.
Hz. Ömer radiyallahü anh devrinde fetihler devam ederken veba ve kıtlık baş gösterdi. Hz. Ömer, yüzyıllardır yaşanan bu iki tabii vakaya teslim olmadı. Veba için en ileri boyutta tedbir alırken kıtlığa karşı bir eylem planı tatbik etti. İlk anda, nüfus sayımı yapıp açlığa karşı aşhane kurdu, ardından Hicaz’a tahıl sevkiyatı için gerekli önlemleri aldı. Bu yakın tedbirlerin yanında uzun bir planlama çerçevesinde Basra’daki bataklıkları kurutup tarıma açtı. Böylece tabii bir vakanın yol açtığı musibet defedilirken tekrarının mümkün olduğu şuuruyla uzun bir planlama da yapıldı. Ki bu tür bir planlama, farklı bir boyutuyla Hz. Yusuf aleyhisselam’ın kıssasında buğday depolama şeklinde yer alır.
Hz. Ömer’de görüldüğü üzere, mü’minin tutumunda tabiata teslim olmak söz konusu değildir. Aksine tabiata hükmederek onu değiştirip musahhar eylemek (hizmete almak) söz konusudur. Bu sürekli bir planlama ve muhasebe içinde olan üstün bir iradedir ve bu iradenin Kur’an ve Sünnet üzere icrası, mü’minliğin üst boyutudur. Ki mü’min bu boyutta fert olarak kendini aşarak Ümmetle bütünleşir ve onun bütünlüğünde insanlığın önderliği konumuna yücelir.
Müslümanların niyetin mahiyetini, planlama ve muhasebeyi yitirince kaybettikleri konum da işte bu önderliktir. Niyetin, mahiyetini, hikmetini kaybeden mü’minler; tasdik-ikrar-farzları icra-haramdan sakınma çerçevesini görünüşte doldurmuşlarsa da ancak, dış düşmanlardan ve tabiattan gelen musibetleri bekleyen statik bir konumda kendilerini “muhafaza” edebilmişler.
Tabii beşer refleksi, onları dış düşmana karşı savaşa yöneltip korumuşsa da onlara önderlik makamını korumamıştır. Onların yine beşer refleksi ve toplumsal zeminden aldıkları, doğal afetlerden kısmen korunmalarına vesile olmuşsa da doğal afetlere karşı kalıcı tedbirler almalarını da sağlamamıştır.
NİYET VE MUHASEBEYİ NEYLE YİTİRDİK?
Niyet/planlama, insan iradesinin işlevselliği/etkin oluşu; muhasebe/hesap vermek ise insanın eylemlerinin sorumluluğunu kabul etmesi ile doğrudan ilişkilidir. Dolayısıyla insan iradesi, yanlış bir kader anlayışı ile hiçleştirildiğinde planlama anlamsızlaştığı gibi, hesap vermek ve sormak da anlamsızlaşır.
Bu mahiyette ilkin hesap sormak ve hesap vermek, Emevîler Devri’nde yanlış bir kader anlayışı ile sorgulanmaya başlandı; son Emevî hükümdarı Mervan b. Muhammed’in himaye ettiği Cahmîler, insanın eyleminden sorumlu tutulamayacağını öne sürdüler. Böylece Emevîler Devri’nde başta Kerbela ve Harre olmak üzere yaşanan acılarda Emevîlerin sorumluluğunu hiçleştirme yoluna gittiler.
Esasen Cahmîlik, Hint felsefe akımı Sümeniyye ile ilişkiliydi, dolayısıyla insan iradesini hiçleştiren Şark zihniyetinin Müslümanlara sirayet etmesinden ibaretti.
Abbâsîler Devri’nde bu akım ve onun devamı Cadîlik, Cebriyecilik siyasal nizamca kabul görmediyse de toplum üzerinde etkili oldu. Müslüman toplum bu akımların etkisinde kaldıkça Şark’ın, insanı tabiata teslim olmaya sürükleyen felsefesinin etkisinde kaldı.
Akım, zamanla tükenmiş görünse de Müslümanları planlama, ecel, rızık gibi ilerleme için hayati öneme sahip hususlarda etkisinde tuttu. Böylece İslam “din/ibadet-haramlardan sakınma” çerçevesinde yaşasa da medeniyet yanıyla ağır darbe aldı. Bu akımın Şark zihniyeti olarak Müslümanlar arasında yayılması ile İslam’ın medeniyet yanı, bir tür Şark kültürünün tutsağı durumuna düştü.
Gazzâlî ile öne çıkan ihya hareketi ve Haçlı Seferlerine karşı Müslüman direnişi, İslam toplumunu kısmen o akımın etkisinden kurtardı. Nitekim, Nûreddin Mahmud Zengî, bugün yaşadığımız deprem zincirinin bir benzeriyle karşılaştığında tabii musibetin etkisini azaltmak için Şam’da ahşap yapılaşmayı yaygınlaştırdı, kendisi için de Dımaşk Kalesi’nde ahşap bir köşk inşa etti. İnsandan gelen Haçlı musibetine karşı ise surları yeniledi; Ravza-i Mutahhara’nın derinliklerine bile kurşun döktü. Nûreddin, yine Haçlı istilasına karşı her kaleye on yıllık gıda stoku yapmakla bilinmiştir.
Aynı devirde, İslam tarihinin en ferasetli hükümdarlarından Eyyûbî Büyük Sultanı Melikü’l-Kâmil Muhammed, Nil Nehri ile ilgili mükemmel hesaplamalarla tedbirler aldı, Mısır’ın kıtlıktan etkilenmemesi için tabiata hükmetme yoluna gitti.
Ne var ki Melikü’l-Kâmil bu önlemleri alırken başlayan Moğol istilası, Müslümanların sadece kafasını kılıçla kesmedi, sağ bıraktıklarının zihnini de değiştirdi. İslam tarihinde ilk kez bir dış güç doğrudan Müslümanların zihniyle oynadı.
Moğollar, toplum zemininde yer edinen Cahmîliği/Cebriyeciliği, kendilerinin Müslümanların yaşattığı acılarda Cengiz ve soyunun sorumluluğunu hiçleştirmekte kullandılar.
Cahmîlikle toplum zeminine yayılan Hint kültürü, Moğollarla birlikte Türkistan ve İran’ın en üst otoriteye mutlak itaat kültürü ile bütünleşti. Böylece Şark kültürünün iki ayağı bütünleşip zihniyetleşerek Müslüman iradesini üstten ve alttan tamı tamına kıskaca aldı.
Bu mahiyette ilk kez Moğol istilasından sonra İslam aleminde gerçek anlamda dünyevî imparatorluklar kuruldu ve bu dünyevî imparatorluklar, tabii bir sınıra ulaşınca, toplumsal ve siyasal otoriteye karşı itaatkâr bir mü’mini, iradesinin farkında olan bir mü’mine tercih ettiler.
İmparatorluklar, mü’minleri reaya konumuna düşürüp selameti “reaya”nın sükûnetinde buldular. Başka bir ifadeyle statükonun tanzimi ve devamı için toplumsal statikliği elzem gördüler. Bu yüzden Cahmî/Cebriyeci anlayışların önünü açtılar. Şark’tan beslenen toplumsal zemin de bundan yana olunca bu anlayış gittikçe Müslümanları kötürüm bıraktı.
Osmanlı, yükseliş devrine kadar bu anlayışa direndi. Nitekim Fatih Sultan Mehmet, insan unsuruna karşı mevcut insanî imkânları aşarak toplar döktü. Kanuni’nin Veziri Sokullu Mehmet Paşa ise Don ve Volga nehirlerini birleştirmeye çalışarak mevcut tabiat koşullarını aşıp tabiata hükmetmeye çalıştı. Her iki eylem de üstün Müslüman iradesinin tezahürü olarak kabul edilmelidir.
Oysa Osmanlı, bu muazzam sürecin ardından durgunluk ve gerilemesini izahta, insan iradesinin etkisini hiçleştirdi. Yenilgilerinin ardından, her ne kadar kimi paşaları simgesel olarak cezalandırdıysa da sürecin tamamını topluma izah ederken gizli bir Cahmîliğe/Cebriyeciliğe sığındı. Sürüklendiği hâli Cebri gördükçe iradeyi zorlamaktan geri durdu. Güçlü bir iradenin eseri olan bu büyük devlet Şarklılaştı. Hatta farklı bir mecradan zamanla Şark’ı İslam’la özdeşleştirip Garb’a karşı hakkın tarafı olarak gördü. Halbuki Şarklılaşma, İslam’ın ilk büyük felaketidir. O felaket, Müslüman toplumu etkisizleştirmiştir. Garplılaşma ise Müslümanların son felaketidir ve ilk aşamada Müslüman eliti değiştirmiştir.
İslam’ın karşılaştığı felaketleri hep siyasal erkin yol açtığı tahribatla izah ederiz, tahribattan hep siyasal erki sorumlu tutarız. Oysa kültür olarak tezahür eden toplumsal erk, Müslümanların felaketlerinde en az siyasal erk kadar sorumluluk sahibidir. Belki de asıl sorumluluk ondadır.
Şeyh Halid eş-Şehrezûrî, Şark zihniyetiyle mücadele etti, yaşadığımız felaketlerin eserimiz olduğunu izah etti, Müslümanların seçkinlerini neredeyse ikna da ediyordu ama toplumsal zemini yöneten zihniyeti alt edemedi. Çünkü o zihniyet, ulemanın bile mühim bir kısmına hükmediyordu. Dolayısıyla onun ihya hareketi yarı yolda kaldı.
Şimdi buradan güncel deprem musibetine bakalım: Hepimiz, deprem kuşağında yaşadığımızın farkındayız. Dolayısıyla Hz. Yusuf’un, Hz. Ömer’in, Nûreddin ve Melikü’l-Kâmil’in tedbirleri misali bizim bu tabii felakete karşı kısa ve uzun vadeli planlar yapmamız beklenir. Depremleri engelleyemeyiz, deprem felaketinin etkilerine de tamamen karşı koyamayız. Ama depreme dayanıklı bir yapılaşma ile felaketin etkilerini azaltabiliriz.
Ne var ki böyle bir planlı yapılaşmaya en çok toplumsal zeminimiz direnmektedir. İnsan iradesinin hiçleştirilmesi planlamayı engellerken ecel anlayışı muhasebeyi engelleyerek çürük yapılaşmaya göz yummamıza yol açmaktadır. Bu dirençli toplumsal zemin, işini sağlam yapan müteahhidin rekabet gücünü yitirip piyasadan çekilmesine de yol açınca her depremi bizim için katliam boyutuna taşımaktadır.
“Normal” bir İslam toplumunda Müslüman halk, “Ebû Zer’in kılıcı” simgesiyle, idarenin yanlış yapmasına karşı bariyer oluşturur. Oysa zihniyetimizin Şarklılaştığı bir zeminde Müslüman toplum, idarenin doğru kararlar alıp uygulamasının önünde engel teşkil etmektedir.
Ne yazık ki bu zihniyeti sahiplenmekte ısrar etmekteyiz, onu sorgulayanların akidesini “kader” meselesi gibi hassas bir noktada sorgulayarak ona karşı “simgesel şiddet” kullanmakta, onu itibarsızlaştırıp bertaraf etmekteyiz.
Oysa zavallı esirler olarak boynumuzu vurduran da doğal musibetler karşısında eli kolu bağlı bırakıp katliama uğratan da bir yanıyla bu kör edip kötürümleştiren zihniyettir.
Onu terk etmedikçe özgürleşmeyeceğiz, geçmişin muazzam şehirlerimize kavuşmayacağız, medeniyetimizin saadetini görmeyeceğiz.