Sosyal insan, sosyal adalet, sosyal devlet
“Din”, “tanrı”ya; ideolojiler dünyaya yönelik bilinir. İslam, sair “din” ve ideolojilerin tek yönlülüğünden uzaktır. “Allah katındaki tek din olarak” İslam, insanı Rabbine çağırırken topluma da yöneltir.
İslam, bir bütündür. Hz. Peygamber salallahü aleyhi vesellem, insanları bireysel hâllerinde bırakmamış, onları cemaat bağı içinde buluşturmuştur.
İslam’ın cemaatle namaz, cuma namazı, umre ve hac gibi ibadetleri Müslümanı, “sosyal insan” olarak inşa eder. Her namazda okunması zorunlu Fâtiha Sûresi’nde mü’min, her vakit kardeşleri için dua eder, onlarla ruh birlikteliği içinde olur.
Ama İslam’ın insanı sosyalleştirmesi, toplumla yalnız “Medenî”, insanî ilişkiler kurmak veya sadece manevi bir birliktelikle sınırlı değildir. İslam, kişiden topluma fiilî bir katkı sağlamasını talep eder ve muhtaç olması durumunda toplumu ona yardım etmeye zorlar. Muhtaç ve yoksul, harekete geçmeden de ona maddi olarak ulaşmayı zorunlu kılar.
Kur’an-ı Kerim’de kişinin Rabbine teslimiyetini beyan eden namazın emredildiği her ayette, zekât, infak, kurban gibi sosyal ibadetlerden biri de emredilmiştir. Dolayısıyla kişi, Müslüman olmakla doğrudan “sosyal insan” olur.
İslam, zenginliği teşvik eder; Hıristiyanlık ve Yahudiliğin aksine, haftanın hiçbir günü için ticarete yasak getirmez. Kendisine has bir iktisadi sistem içinde bir “pazar ekonomisi” oluşturur, sermayenin onu geliştirecek, artıracak kişilere yönelmesi için imkân oluşturur. Bununla birlikte zengine, varlığının bir miktarını toplumla paylaşmasını emrederek toplumsal bir kaynaşma sağlar. Böylece zenginin toplumda sevilmesinin önünü açar ve zenginliğin fert ve toplum tarafından istenmesini teşvik eder.
Bu doğrultuda, başka toplumlarda zenginleşme; ayrışmaya yol açarken İslam toplumunda zenginleşme, kaynaşma ve bütünleşmeye vesile olur.
İSLAM VE SOSYAL ADALET
Sosyal adalet, hayatın bütün alanlarında eşitliği değil, hakkın hak sahibine verilmesini ifade eder. Sosyal adaletin hâkim olduğu bir nizamda, kişi hak ettiğinin farkında olsun veya olmasın, hakkına kavuşur.
Toplumsal ve bürokratik hiyerarşinin kişileri rencide etmekten uzak olması… Kişilerin yeteneklerine uygun yükselme imkânı bulmaları… İlim edinme imkânlarının kişilere açık olması… Makamlara yerleşmenin önüne engellerin konmaması… Sosyal adaletin icaplarıdır.
Buna karşı toplumsal ve bürokratik hiyerarşinin sınıfsal farklar doğurması… Kişilerin meşru yollarla yeteneklerini ortaya koyarak kazanım sağlamalarına izin verilmemesi… İlim edinme imkânlarının belli cinsiyet ve sınıflarla sınırlı olması… Sermayenin belli kişilerde toplanması… Kişilerin ırk ve sermayelerinden dolayı ayrıcalıklı olması… Sosyal adalete muhalif durumlardır.
İslam henüz ilk günden, bütünsel bir sosyal adalet nizamı olarak var olmuştur. Mü’minleri, hiçbir ırk, sınıf farkı olmadan namazda aynı safta buluşturmuş, hacda aynı kıyafet içinde koşturmuştur. Bugünün dünyasında bunu anlamak kolay gibi görünse de o gün için bu “kabul edilemez” durumu İslam’ın bütün mensupları gönül rahatlığı ile benimsemişlerdir. Bunu kabul etmeyenler ise Müslüman olmayı reddetmişlerdir.
İslam; sosyal ve siyasal nizamı toplumun dezavantajlı sınıfları, kadın, genç ve kölelere açarak sınıflar arası bir sosyalleşme/ümmetleşme sağlamıştır. Bu sınıfların tamamı için ilmin yolu açık olduğu gibi, sermaye edinmenin yolu da açıktır.
İslam ceza hukuku, her tür kayırmayı reddederken dezavantajlı kesimlerin haksız muamele görmelerini engelleyecek Mezalim Mahkemeleri henüz ilk dönemde var olmuştur.
Bizzat Hz. Peygamber, ahirete intikalinden önce “Sizden birine vurmuşsam işte sırtım gelip vursun. Birinizin malını almışsam gelip hakkını alsın. Sakın hak sahibi, kısas talebinde bulunursam Resûlullah bana darılır, diye düşünmesin!” buyurarak kendisinde bir hakkı olanların hak talep etmelerini emretmiş ve kamçısının yanlışlıkla değdiği bir kişi dahi hakkını Ondan talep edebilmiştir.
İslam iktisat nizamı, işte bu bütünlük içinde sosyal sorumluluk yüklenen bir pazar ekonomisi olarak şekil bulmuştur. Neticede sistem bütünlüğü içinde sermaye edinmek, manevi yükselişin bir imkânına dönüşürken bu minval üzere toplumsal kaynaşmanın da vesilesi olmuştur.
İSLAM VE SOSYAL DEVLET
İslam’da fert, toplum, devlet muazzam bir bütünlük oluşturur. Bu üçü arasındaki birlik; sosyal bir insan olan Müslüman ferdin; dayanışma içinde olan Müslüman toplum içinde, İslâmî sosyal devletin güvencesi altında hayat bulmasını sağlar. Fert, yeteneğini ortaya koydukça toplum; toplum güçlendikçe devlet güçlenir.
Bu üçü arasındaki ayrışma ise bu adalet düzeninin felaketi olur. Zengin bir Müslüman toplumda açlığa mahkûm bir fertten ve zengin bir Müslüman devlette yoksul bir toplumdan söz edilemez. Böyle bir durum söz konusu ise nizamın İslâmîliğine halel gelmiştir. Dolayısıyla İslam devleti, tabiatı gereği bir sosyal devlettir.
Tebûk Seferi’nde görüldüğü üzere fert ve toplumun, devlete aslî sorumlulukları dışında katkıda bulunması gönüllülüğe tabidir. Sonraki devirlerde ağır savaş koşullarında dahi ancak çok sınırlı fetvalarla devletin toplum ve fert aleyhinde mal toplamasına izin verilmiş; bu dahi sorgulanıp eleştirilmiştir.
Denebilir ki İslam tarihinin ilk gününden I. Dünya Savaşı felaketi sürecine kadar İslâmî nizamın en başarılı yanlarından biri sosyal devlet olmaktır.
Hz. Peygamberin pâk halifesi Hz. Ebû Bekir, devletin sosyal yanını korumasını engelleyecek, sosyal devlet olmayı sağlayan mali sistemi çökertecek isyanı savaşla bastırmış, zekât vermeyenleri, dinden dönenlerle bir tutmuş ve bütün Ashab, bu konuda ona gönül rahatlığıyla itaat etmiştir.
İkinci halife Mü’minlerin Emiri Hz. Ömer ise sosyal devleti muazzamca yaşatarak yeryüzünde adaletin simgesi olmuştur.
Sonraki devride pek çok eleştiriye konu olan Emevî günlerinde dahi devletin iktisaden sosyal yanı işlemiş, çoğu zaman büyük şehirlerde dahi zekât verilecek kimse bulunamayacak bir doyum oluşmuştur.
Yakın dönemin sosyalist araştırmacıları İslam tarihini Batılı bir eğilimle feodalizm-kapitalizm süreçleri açısından incelediklerinde İslâmî nizamın sosyalliği karşısında dehşete kapılmışlar ve İslam toplumlarında kapitalizm bulunmadığı için sosyalist devre de geçilemeyeceğini itiraf etmek zorunda kalmışlardır.
Osmanlı sosyal nizamını inceleyen Mehmet Genç, İsmail Cem, Kemal Tarih gibi isimlerin kafası karışmış, toplumsal süreçlere dair zihinlerindeki hazır kalıplar alt üst olmuştur. Benzer, bir durumu Fuat Sezgin de ilimler konusunda yaşamıştır.
İSLÂMÎ UYANIŞ VE SOSYAL DEVLET
Müslüman toplum, iktisadi varlık açısından ayrışmaktan, sınıflaşmaktan dolayı geri düşmedi; devletin toplum ve fertten ayrışması, fert ve topluma yönelik vazifelerini yapmaması, nihayetinde Müslüman zengin kesimin tamamen tarihe karışmasıyla zarar gördü.
Devlet, İslam’a hizmet etmediğinde Müslüman zengin sınıf, ulemayı destekleyerek ve yoksula vererek toplumsal bütünlüğü sağlıyordu. Devlet, Müslüman zengin kesimi de savaşlar ve saray masraflarıyla ilişkili müsadereler ve farklı zorluklarla tükettiğinde ulema tükenme noktasına düşmüş, kendi başlarına kalan fertler bir tarikat bağı içinde değillerse eşkıyalık, çapulculuk gibi gayri meşru yollara başvurarak İslam toplumunu fesada uğratmışlardır. O eşkıya ve çapulcular, kimi zaman varlık kazanarak asileşip despotlaşmışlardır. Düzgün işleyen bir devlet nizamı da olmayınca Müslüman toplum, kendisini onlara karşı savunamaz duruma düşmüştür.
İslâmî uyanış, 19. yüzyıldan itibaren oluştuğunda salt dış tehditlere yönelmemiş, öncelikle içeriyi ıslah yoluna gitmiş ve despot devlet yöneticileri gibi bu tür yerel ayan sıfatındaki despotları da diskalifiye için mücadele etmiştir. 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde İslâmî uyanış, topluma açık bir dille sosyal adalet vaadinde bulunmuştur. Tevhid inancı çatısı altında ittihat/vahdet içindeki bir toplum oluşturmayı öncelikli hedefi görmüştür.
O yüzyılın başında hemen hemen her Müslüman mütefekkir, ihtilaf ve cehaletle birlikte yoksulluğu Müslümanların en önemli üç sorunundan biri saymıştır. Ama kesinlikle Müslümanlar arası bir sınıf farkından söz etmemiştir. Zira öyle bir durum asla söz konusu değildir.
Bugüne gelindiğinde zaman içinde devletler, toplumlar ve fertler bazında İslam dünyasında varlık açısından kaygı verici bir ayrışma izlenmektedir. Bazı devletler varlık içinde yüzerken bazıları dünyanın en yoksul ülkeleri arasında yer almaktadır. Benzer bir durum fert ve toplumlar için de söz konusudur.
Buna karşı, Batı Avrupa devletlerinde büyük toplumsal hareketlerin ve savaşların ardından sosyal devlet anlayışının işlediği ise gözler önündedir.
İslam dünyasında sosyal adaletin bulunmaması, buna karşı Batı Avrupa ile sınırlı da olsa dünyanın bir yanında sosyal devletin işlemesi, çağın her avantaj ve dezavantajının İslam’a karşı seferber edildiği stratejik bir düşmanlık ortamında İslam zarar görmektedir.
Ne yazık ki İslâmî uyanış; dış güçlerce kurulan bir düzenek içinde tevhid inancı çatısı altında ittihat/vahdet toplumu inşasından; bazı odaklar üzerinden “tevhidî”/“vahdetî” soyut ve çatıştırıcı bir söyleme çekildi.
Her tür sosyal sorunun ihmal edildiği, başkalarında olduğu gibi toplumsal karşılığı olmayan bazı münazaraların usandırıcı konusu olduğu bu söylemler, İslâmî uyanışın sosyal adalet ve sosyal devlet mücadelesini gölgede bıraktı. Neticede İslâmî meseleler, belli bir kesimin konuştuğu sonu gelmez tartışmalara büründü. İslâmî siyasetin söylem ve talepleri de toplumun gereksinimlerinden ayrıştı. Bu, günümüz İslâmî siyasetinin derhal üzerinde durulması gereken acil sorunudur.
Bu söylemler, İslâmî uyanışın dünyadan söz etmesini dahi ayıp ve gereksiz sayacak bir psikoloji oluşturdu. Bu söylemin sahipleri, dünya ile ahireti diğer inançlarda olduğu gibi karşı karşıya iki kutup gibi tarif ederek İslâmî uyanışı salt “uhrevi” bir hareket konumuna ittiler. Nihayetinde dünya ehlinin iktidarını sürdürecek faaliyetlere neden oldular.
İslâmî siyasetin bir sorunu da karşı tarafın sonu gelmez hücumları doğrultusunda kendisini konumlandırmak durumunda kalmasıdır. Karşı tarafın hücumlarına cevap vermek önemlidir. Ancak onların iletişim kaynaklarına hâkim oldukları bir dünyada gündeme boğulmak gibi bir tehdidi de barındırır. Bu tehdit, İslâmî siyasetin sabitelerini ihmal etmesine yol açar.
Sosyal adalet ve sosyal devlet talebi, İslâmî siyasetin sabitesidir; kimlik sabitelerden örülüdür. Hiçbir değişken sabitelerin ihmaline, dolayısıyla İslam’da sosyal adalet ve sosyal devlet talebinin ihmaline yol açmamalıdır. Aksi halde İslâmî siyaset, kimliksizleşir, yozlaşır, anlamsızlaşır ve karşılık bulamaz duruma düşer.