• DOLAR 34.65
  • EURO 36.478
  • ALTIN 2933.826
  • ...

Kur’an-ı Kerim’in, birbirini tamamlayan iki sûresi, insanlığın beklentileri konusunda yeteri kadar değerlendirilmemiştir: Fil ve Kureyş sûreleri.

Fil Sûresi’nde insanlığın dış güvenlik talebi vurgusu vardır. Kureyş Sûresi’nde ise o güvenliğin ardından açlıktan ve korkudan emin olma talebi. Bu, maddi ve manevi/fiziksel ve ruhsal talepler bütünüdür.

İnsan, dış saldırılardan emin olsa, içeride de açlık ve korku ile yüz yüze kalmadan dış dünya ile ticaret gibi iletişimlerini güvenlik içinde icra edebilse dünyadan yana kaygılardan uzak kalır, dünyevi olarak mutlu olur.

İslam dünyası, Kur’an ve Sünnet’in kılavuzluğunda kısa sürede zenginleşti. Zenginleşince sürekli dış saldırılara maruz kaldı. Nihayetinde bu dış saldırılar Müslümanı kendi yurdunda tehdit eder boyuta ulaştı ve istilalar getirdi.

Bununla ilişkili olarak İslam dünyasında kurulan devletler, bekayı genellikle dış güvenlik ile ifade ettiler. Toplumlara sürekli dış güvenlik güvencesi verdiler. Buna karşı toplumdan iç beklentiler konusunda fedakârlık istediler. Hatta toplumun dış güvenlik söz konusu iken açlık ve korkuyu gündeme getirmesini ihanet saydılar. O yöndeki güven arayışlarını kimi zaman despotça cezalandırdılar.

Bu eğilim, çoğu zaman bir suiistimal boyutuna ulaştı. Dış güvenlik tehdidini durmadan vurgulayan yönetimler, bunun üzerinden toplumun iktisat ve adalet ile ilgili taleplerini ertelemeyi bir tür yurtseverlik gibi ifade edip herkesten o güvenliğe karşı “reaya” olmasını istediler. İslâmî yönetimin esaslarından olan insanın kendini ifade hürriyetini zorbalıkla engellediler. Bu da adalet vurgusunun hep yargısal adalet ile sınırlı görülmesine yol açtı.

İslam dünyasında siyasetin en büyük mağduru olan İslâmî siyaset de genel olarak kendisini yargısal adalet talebiyle ifade etti.

Oysa toplumun “reaya” konumuna düştüğü bir dünyada yargısal adalete konu olan kesim, oldukça marjinaldir. Yargısal adalete konu olan o kesimlerin mühim bir kısmı da adaletsizlik ve eşitsizliği fark edebilecek durumda değildir.

Bundan dolayı İslâmî kesimin yargısal adalet talepleri çoğu zaman toplum nezdinde karşılık bulmuyor. Toplum, bu yöndeki talepleri hem ütopik buluyor hem siyasetçilerin kendi talepleri olarak görüyor.

Siyasetin talepleri ile toplumun talepleri ayrıştığında toplum, siyasetin söylemine kulak kesilmez.

Bugünün dünyasına bakıldığında İslam’ın hâkim kıldığı sosyal adalet, beşerî ortamda toplumların siyasetten esas beklentisidir.  

Sosyal adalet, yargısal adaleti de kapsayan ama hayatın bütün alanlarına yayılarak onu aşan bir üst taleptir.

Yargı kurumları karşısında eşit muamele görme… Devletin gelirlerinin dağıtılmasında ayrımcılığa uğramama… İktisadi faaliyette bulunurken haksız bir engelle karşılaşmama… Devletin memuriyet ve siyasi makamlarının kayırma söz konusu olmadan kişilere açık olması… Din, etnik ve mezhepsel ayrılığın adaletsizliğin gerekçesi yapılmaması… Sosyal adalet kapsamındadır.  

Bu taleplerin beşerî nizam içinde de olsa karşılandığı ülkelerde toplum kendisini huzurlu hissediyor ve siyasetten bunu bozmamasını talep ediyor. Bu taleplerin karşılanmadığı yerlerde ise toplum, onların acilen karşılanmasını istiyor. Zira onları kendisi için “beka” sorunu olarak görüyor.

Dolayısıyla bugünden bakıldığında sosyal adalet talebi, siyasetin en köklü talebidir ve geleceğin siyaseti de onun etrafında dönecektir.

Kabul edelim ki:

Siyasetin bu bağlamda dönmesi, Ahir Zaman dini olan İslam’ın bir mucizesidir.