• DOLAR 34.254
  • EURO 37.124
  • ALTIN 3016.02
  • ...

İslam devletlerinin gücü, devlet-toplum bütünlüğüne/ortaklığına/ittifakına dayanır. Ancak Osmanlıda isyan edip büyük taleplerde bulunacağı ya da alternatifler oluşturacağı endişesi ile Müslüman toplum zapturapt altına alındı.  

Siyasal erk, Müslüman toplumu dengede tutma yaklaşımıyla statik bir duruma terk etti. Bu mahiyette Müslüman toplumun üç lokomotifi; Müslüman tüccar sınıf, gazi sûfilik ve fetihlere sivil katkı (gazi, battal, alperen katkısı) sınırlandırıldı.

Bu üç aksiyoner yapı, istilaya yol açacak fitne fobisiyle, itaat edip kendisine biçilen konuma razı olduğunda devlet, içeride sütliman bir ortama kavuştuğunu düşündü. Oysa kendisini denetleyen, diri tutan ve kendisine büyüme enerjisi veren sosyal yapıdan yoksun kaldı. Devletle toplum ayrıştı.

Osmanlıda devletin İslâmî esaslar açısından gerilemesi, Müslüman devletler için “büyük ayrışma” diyebileceğim bu ayrışma ile başladı. Bununla birlikte siyasal erk, Müslümanlar adına devletin yegane yöneticisi olarak kaldı; Müslüman toplum ise devletin ortaklığından devletin reayası konumuna geriledi. Dolayısıyla Osmanlıda devletteki yenilenmeyi sağlayacak yegâne yapı siyasal erktir. Bu da saray ve müştemilatıdır. Aynı vaziyet Safevi ve sonrası İran ile Hindistan’da Babürler için de söz konusudur. Ama biz, süreci Osmanlı üzerinden anlatacağız.

Modernizm, bir ilerleme mevzusudur. Onun zıddı geride kalmaktır. Osmanlı gerilemesi ise iki babda ele alınmalıdır: İslam’ın esas ölçüleri hususunda gerileme ve Batı’nın ilerleyip güçlenmesi karşısında gerileme.

İslam’ın ana ölçüleri hususunda gerileme, devletin tutarsızlaşmasına ve kendisine güç veren unsurları yitirmesine yol açtı, ilerlemeyi durdurdu. Karşısında ilerleyen bir güç de bulununca bu statik hâl “geri kalış” olarak ifade buldu.

Klasik Müslüman toplum, Osmanlının son devrinde ayakta olsaydı Müslüman tüccar, Batı’daki gelişmeleri takip edip teknik ilerlemenin gerisinde kalmaz hatta ilerlemeye öncülük ederdi. Müslüman sufi sınıf da gerekirse tebdil-i kıyafetle Batı ülkelerine sızar ve oradaki gelişmelerden hem haberdar eder hem o teknik sırları İslam alemine taşırdı. Cihada sivil katkı da devleti daha erken devirde ıslahatlara sevk ederdi.

Toplum, reaya konumuna düştüğünde devleti yönetme konusunda iradesiz ve etkisiz kalır, bir araç konumuna dönüşür. Osmanlı reayası, bu konumu benimsemiş değildir lâkin “fitneye yol açıp küffarın işini kolaylaştırmama” yaklaşımıyla vaziyete razı olmuş, sorumluluğu da devlet ricali denen siyasal erke bırakmıştır.

Siyasal erkin duyarsızlığı ise seküler kurtuluş hareketlerinin oluşması ve devletin yıkılmasıyla neticelendi.

Seküler/Laik Kurtuluş Hareketlerinin Oluşması

Osmanlı, kendisini teknik anlamda Batı’daki gelişmelere kapatmamıştır. Lâkin teknik gelişmeleri usulünce takip de etmemiştir.

1703’te tahta çıkan III. Ahmet, Batı’daki gibi görkemli binalar yapmaya yöneldi. Daha önce Osmanlıda Batılı teknikerlerin istihdamı için Müslüman olması koşulu varken 1774’te tahta çıkan I. Abdülhamit Dönemi’nde ilk kez bu şart yok sayıldı. Batılı Hıristiyanlar kendi dinsel kimlikleriyle Müslümanlara ders vermeye başladılar.

1789’da tahta çıkan III. Selim ise Batı karşısında geri kalmayı tamamen yanlış anlayan ilk padişah gibidir. Onun devriyle birlikte, yenilenme “Sosyal Batılılaşma” olarak anlaşılmaya başlandı. Devlet, silah üretecek imkânları artırmak yerine Batı’dan silah alıp kendisini yaşam tarzı olarak Batı’ya uydurmaya çalıştı. Ondan sonra Osmanlı, bir daha asla gün yüz görmedi.  

Osmanlıda Hıristiyan muallim istihdamını başlatan I. Abdülhamid’in oğlu ve Osmanlı hanedanının son devrinin atası II. Mahmut da babasının ve III. Selim’in yolundan gitti. Onun ve oğulları Abdülmecid ile Abdülaziz’in yenilenme anlayışı birdir.

Devleti Hicri takvimle yetmiş yıl yöneten bu baba ve oğullar devrinde, yenilenme günbegün felakete doğru gitmiş; kurtuluş her nasılsa batışa hedeflenmiştir.

Devlet, bu devirde modernleşmeye çalışıp “Batılılaşma” formunda yenilendikçe kendi toplumu karşısında büyümüş, dünya karşısında küçülmüştür. II. Mahmud’un torunları devrinde, otuz üç yıl tahtta kalan II. Abdülhamid farklı bir yenilenme süreci başlatmış ancak 1908 İhtilali ile durdurulmuş, nihayetinde devlet dördüncü torun Vahdettin Devri’nde tarihe karışmıştır.

Süreci tarihsel metinlerden öte, edebî ve sair sanatsal üretimler üzerinden incelediğinizde Osmanlının son devrinde yenilenme çalışmaları bir devlet faaliyeti olmaktan öte, bir “paralel devlet yapılanması” faaliyeti olarak sürmüş ve bu “paralel devlet” yapılanması Osmanlıyı Batı karşısında ilerletmeye değil, yıkmaya hedeflenmiştir.

Bu paralel devlet, İslam dünyasının ilk seküler kurtuluş hareketini örgütledi. Bu seküler hareket, sözde bir kurtuluş hareketi iken hakikatte Osmanlıyı Batı’ya sunmak üzere organize edilmiştir.

Seküler/resmi tarih yazımı, bu hakikati sorgulamamız için özel bir çaba içinde olsa da bugün artık bu saklanamaz bir gerçektir.

Batı konsoloslukları, Mason örgütlenmesi, Batı örneğinde olduğu gibi sözde mühtedi Yahudiler (Müslüman olduğunu söyleyen Yahudiler), Rum azınlıklar, Batılı okullar gibi birden çok ayağı olan bu “paralel yapılanma”, yenilenme sürecine el koymuş, yenilenme ihtiyaç ve girişimlerini “Batılılaşma” şeklinde saptırıp evirmiş, böylece kendini kurtarmak isteyen Osmanlıyı batırmaya yönlendirmiştir.

Bu hakikate karşı Batılılaşmanın; Osmanlı Devri bir devlet faaliyeti olduğu yönündeki resmi anlatım, hakikatte Batılılaşmayı toplum nezdinde meşrulaştırma çabasıdır.

Bunu vurguladıktan sonra, paralel yapılanmanın faaliyetlerini şu şekilde özetlemek mümkündür:

- Osmanlı Devleti ve reayası, kurtuluşu İslam’da görürken bu yapı, kurtuluşu İslam’dan uzaklaşmakta görmüştür.

-Osmanlı Devleti ve reayası, teknik ilerleme arayışında iken bu yapı, yenilenmenin yönünü, “Batılılaşma” denen şekilsel yaşam tarzı odaklı sosyal bir dönüşüme evirmiştir.

Bu şekilsel yaşam tarzı odaklı sosyal dönüşümün amaçları ise şunlardır:

-Osmanlının teknik arayışının müspet netice verip yol almasını engellemek

-Yenilenme arayışlarını devletle toplum arasında bir çatışma zeminine dönüştürmek

- Nihayetinde çatışmayı, Batı lehinde yöneterek devleti yıkmak.

Ne yazık ki iktisadi imkânların azınlıkların elinde olması, Batı konsolosluklarının uyum içinde süreci desteklemeleri, dışarıya gönderilen öğrencilerin gittikleri ülkelerde kontrol altına alınması, yurda dönüşlerinde devlet içinde yükselme ve basında kendilerini duyurma imkanlarının tanınması gibi bir dizi etken ve örgütlenme ile paralel yapılanma amaçlarına ulaşabilmiştir. İktisaden yoksul olan, sivil teşkilatlanma kabiliyetini de yitiren Müslüman Osmanlı toplumu, bu uluslararası örgütlenme ve olanaklarla baş edemedi.  

Süreç İttihat ve Terakki günlerine geldiğinde Mustafa Celalettin Paşa gibi mühtedi Yahudiler, Osmanlı gençliğinin fikri yapısını doğrudan yönlendirmeye başladılar. Bu fikri yapı, seküler kurtuluşçuluğu ithal bir ideoloji ile donattı.

Özetle bu fikri yapı iki esasa dayanıyordu:

-Katı bir Batı yanlısı zihin ve yaşam tarzı

- Bu katı yapıyı hem kamufle etmeye yarayacak hem toplumu İslam aleminden koparıp Batı’ya doğru sürükleyecek bir milliyetçilik.

İslam, toplum zihninde o kadar köklü bir zemin edinmiş ki bu seküler kurtuluşçuluk, hiçbir zaman toplumsal bir güce ulaşmadı. 1908 II. Meşrutiyet darbesi dahi ona böyle bir güç vermedi. Bunun için seküler kurtuluşçuluk, Osmanlıyı I. Dünya Savaşı’na sürükleyip tüketirken Kurtuluş Savaşı, tamamen İslâmî bir söylemle yapıldı. Sekülerlik Kurtuluş Savaşı sürecinde sinmiş, saklanmış ve üzeri kapatılmıştır. Ne var ki Kurtuluş Savaşı bittiğinde teşkilatlı yapısıyla, teşkilatlı yapıdan yoksun İslâmî kesimlere, dünya koşullarının (!) da katkısıyla galip gelmiş ve Batılılaşmayı “kanun gücü” ve kolluk kuvvetleri maharetiyle topluma kabul ettirme yoluna gitti.

İslâmî kesimler, devletin tekniğe ihtiyacı var, bu yönde yol alalım, dedilerse de “mürteci (gerici)” ilan edildi, topluma böyle anlatıldı. Ama toplum, bu resmi propagandaya hiçbir zaman tam olarak ikna olmadı.

Ne yazık ki sözü edilen yapılanma, Müslümanların sağlıklı bir yenilenme süreci yaşamalarını geciktirirken devleti, teknik olarak sürekli Batı’nın gerisinde ve ona muhtaç tutma başarısını (!) gösterebildi.

Osmanlı Son Devri İslâmî Kurtuluş Arayışları

Osmanlının son devir İslâmî kurtuluş çabaları genel olarak “İttihad-ı İslam” ve “Şeriat-ı Muhammediye” söylemleri etrafında gelişmiştir. Ancak söylemin sahipleri, parçalı bir yapı arz etmişlerdir.

Sultan Abdülhamid, İttihad-ı İslam söylemini Osmanlı birliği hatta kısmen Türkçü bir yorumla kabul edip sahiplendi. Ne var ki Sultan, saraya hükmeden paralel yapılanma ile uğraşmaktan ulema, sûfî çevreler ve toplumla sağlıklı bir iletişim kuramadı.

Sultan, tepede, yenilenme için “modernizasyon” olarak nitelenen çok büyük fiziki projeler başlattı, Osmanlıyı teknik olarak ayağa kaldıracak bir çalışma geliştirmiş ama kendisini destekleyecek bir toplumsal zeminle buluşamadı. Neticede onun açtığı okullar, başta Mekteb-i Sultanî olmak üzere hem Bulgar milliyetçileri gibi ayrılıkçı grupların hem paralel yapılanmanın yetiştirmek istediği seküler kurtuluşçuların/ en katı Batıcıların menbaı haline geldi. Abdülhamid’in maddi hizmetlerinin manen ona tam ters yönde yol alması, kendisinden sonra yenilenme çalışmaları yapacak bütün Müslümanlar için ibretlik hükmündedir ve çok titizlikle incelenmelidir. Çünkü devleti kendisi yönetiyor görünüyor, devletin bütün menfi uygulamalarından kendisinden sorumlu tutuluyordu. Oysa devletin kurumları genel olarak paralel yapılanmanın elindeydi.

Öte yandan Sultan Abdülhamid’in ulema, sûfî çevreler ve toplumla sağlıklı bir iletişim kuramaması, hedeflerinin anlaşılmasını da engelledi ve İttihad-ı İslam fikriyatını savunan bir kısım ulemayı Abdülhamid’i seküler hedefler doğrultusunda devirmek isteyen İttihat ve Terakki’nin destekçiliğine sürükledi. Abdülhamid’i istişareye önem vermemek ve tek adamlığa yönelmekle itham eden bu ulema ve aydınlar, “aldatma” çağının örgütlenmesi seküler kurtuluşçuların özgürlük vaatlerine inandılar, hürriyetin gelmesi durumunda işlerin yoluna gireceğini düşündüler. Oysa paralel yapı için, onlar Abdülhamid’i zayıflatıncaya kadar önemliydiler. Abdülhamid’i tasfiye eden yapı, nihayetinde kendilerini de tasfiye etmiştir.

İstila Altındaki Bölgelerde Modernist Arayışlar

İstila altındaki bölgelerde dikkat çeken iki modernist arayış tamamen İngiliz istilası altında olan Hindistan’da Sir Ahmed Han tarafından geliştirilen “Müslüman pozitivizmi”dir. Diğeri ise kısmi İngiliz istilası altında olan Mısır’da Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’nın öncülük ettiği “Müslüman pozitivizmi”dir.

1898’de ölen Ahmet Han, İngiliz sömürge çalışanıdır ve reform olarak nitelendirilebilecek bir çaba içindedir. İslam’ı Batı aklına uydurmaya kalkışan Ahmet Han’ın girişimi, Müslümanları kurtarma değil, İngiliz istilasını tahkim etme mahiyetinde görülmelidir. Nitekim Ahmet Han, ümmet tarafından mahkûm edilirken İngilizler kendisine “Sir” unvanı vermişlerdir.

Mısır’da Cemaleddin Efganî’nin talebeleri olan Muhammed Abduh ve Reşid Rıza; Ahmet Han kadar ileri gitmeseler de çağdaş Batı bilimini esas alıp Kur’an-ı Kerim’i o esas üzere tefsir etme çabaları ile modernist kabul edilmelidirler. Ümmet, kendilerinden bazı hususlarda istifade etmişse de onların Batı uygarlığı lehindeki bu girişimlerini asla kabul etmemiştir.

İslâmî söylem görünümlü ama Batı tarafından örgütlendiği düşünülen modernist arayışlar, Ahmet Han’ın çizgisi üzerinde yol almıştır. İslam dünyasının doğusunda, 1988’de ölen Pakistanlı Fazlurrahman, akımın sonraki devir en önemli temsilcisidir. Merkez İslam dünyasında Mısır’da Muhammed Ebû Zeyd, batıda Cezayir’den Muhammed Arkun akımın diğer çağdaş temsilcileridir.

Akım, son noktada Batı istilası hesabına çalıştığını adeta açığa vurmuştur. Dolayısıyla bu akım, Müslümanlar içi bir yenileme/ihya/kurtuluş girişimi olarak değil, Batı’nın İslam’ın bizzat kendisine yönelik müdahale hadsizliği kapsamında değerlendirilmelidir.

Haftaya toplum merkezli İslâmî hareketlerin oluşumunu değerlendireceğiz inşaallah.