• DOLAR 34.241
  • EURO 37.047
  • ALTIN 3015.55
  • ...

Önceki bölümlerde, konunun çerçevesini çizmiş ve “modernizm”in doğuş noktası olmasına binaen Batı’nın modernizm serüveninden söz etmiştik.

Bu bölümden itibaren Müslümanların modernizmle ilişkisini ele alacağız. Modernizm, “yenilik”, “içinde bulunulan ana göre konumlanma” ve “dünyevilik”le yakından ilgili olduğundan öncelikle Müslümanların bu hususlar karşısındaki duruşunu ele alacağız. Ardından İslam dünyasında modernizm öncesi ihya hareketlerine değineceğiz. Ömer b. Abdülaziz ile başlayıp Şeyh Halid-i Şehrezûrî ile son klasik temsilcisini bulan ihya hareketlerini değerlendireceğiz.

İhya hareketlerinin ardından İslam dünyasında seküler “kurtuluş” hareketlerinin ortaya çıkması, tarihi bir öneme sahiptir. Seküler kurtuluş hareketleri, ihya hareketleri ile kimi zaman “modern İslâmî hareketler” de denen çağımızın İslâmî hareketleri arasında fetret devri akımları niteliğindedir. Hem onların hem akabinde bugünkü İslâmî kurtuluş hareketlerinin oluşumunun kavranması için, ihya sürecinin esastan ve bir bütün olarak ele alınmasını gerektirmektedir:

İSLAM VE İHYA

Toprağın tarıma elverişli hâle getirilmesi anlamındaki “ihya (canlandırma)” kavramı İslam tarihinde, esas yapısından uzaklaşan İslam toplumunun yeniden o yapıya kavuşturulması için kullanılmıştır. İhya’nın yerine “tecdid (yenileme)” kavramı da kullanılmış, ihya önderleri için özellikle tasavvuf ehli arasında “müceddid” denmiştir.

İslam’da mana ve madde, bir bütündür ve İslam, gücünü bütünlükten alır. Kur’an-ı Kerim, “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” emriyle başlamıştır. Devamındaki ayetlerde Yüce Allah, “O, insanı alaktan,  yarattı. Oku, Rabbin en çok kerem sahibi olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.” buyurmaktadır. Yaradılış ile inanç ve okuma yazma ile medeniyet arasındaki ilgi, bu ayet-i kerimeler üzerinde çokça düşünmeyi icap ettirmektedir.

Kur’an-ı Kerim’in ikinci sûresi Müddessir’in üçüncü ve dördüncü ayet-i kerimeleri, davayı yayma bağlamında “Rabbini yücelt ve elbiseni temiz tut!” emrini vermektedir. Bu iki ayet-i kerime, İslam’ın ibadet ve medeniyet bütünlüğünün adeta özetidir.

İslam’da maneviyat ve maddiyat iç içe ve denge hâlindedir. İslam, ilk asrında insanlığı bu iki yanıyla ileri bir noktaya taşımıştır. Müslümanların insanlık için önderliklerini korumaları da bununla mümkündür. Bu esas üzere Müslümanlar, dört hâlden birinde olabilirler: (1) Hem maneviyat hem maddiyatta ileride ve ilerleyişte olmak (2) Maddiyatta ileride iken maneviyatta geride olmak (3) Maneviyatta iyi görünürken maddiyatta geride olmak (4) Hem maneviyat hem maddiyatta geride olmak.

Müslümanlar, “imam ümmet”tirler. Dolayısıyla insanlığın öncüsüdürler. İslam medeniyetinin kemali  (ideal hâli) hem maneviyat hem maddiyatta ileride ve ilerleyişte olmaktır. Diğer üç hâl, ihya/tecdid gerektirir.  İhya hareketleri de bu ölçü ile değerlendirilmelidir.

MÜSLÜMAN TARİHİNDE İHYA HAREKETLERİ

Emevi Devri’nde Müslümanlar, maddiyatta yol alırken maneviyatta bazı gerilemeler yaşadılar. Maneviyatta yaşanan gerileme, maddiyata da yansıdı ve bu gerileme, birbiriyle iç içe, Müslümanların tepkisine konu oldu.

Ömer b. Abdülaziz, İslâmî ölçüleri dikkate alarak tepkilerin haklılığını kabul eden bir Emevî mensubudur. Asr-ı Saadet’i esas alarak ihyaya yönelmiş; israfı, ekonomi ve hukukla ilgili adaletsizlikleri gidermeye dönük adımlar atmış, hadis ilmine özellikle önem vererek devletle Sünnet arasında uyumu yeniden tesis etme mücadelesi vermiştir.  

Onun ıslahatları, İslam tarihinde ihyanın prototipi olarak kabul edilmiş, sonraki devirlerde ihya hep onun ıslahatları ile değerlendirilmiştir. Oysa hilafet süresi sadece iki buçuk yıldır ve bu süre, devleti pek çok yönden arındırmaya yetmişse de devlete yeni bir yön vermeye yetmemiştir. Bundan dolayı, onun hilafeti, güzel bir rüya gibi kalmıştır. Neticede dünyevi olarak çok başarılı ama dünya işlerine de doğrudan yansıyan mana bakımından tepkilerin hedefinde olan Emevî yönetimi kısa sürmüş, onun hilafetinin ardından sadece otuz yıl ayakta kalmıştır.

Müslümanlar, onun ıslahatlarının kalıcı olmaması üzerine yeni bir arayış içine girmişlerdir. Bu arayış, Şarklı Müslümanların da desteğiyle Abbâsî hanedanını getirmiştir. Ne yazık ki Abbâsî hanedanı, mana ve maddede ileride ve ilerleyişte olma mükemmeli arayışındaki Müslüman ulemayı sarsıcı bir hüzne sevk etmiştir. Neticede Asr-ı Saadet zindeliğini arayan, Sünnete sadık ulema ile devletin arası açılmıştır.

Emevîlerde hilafet, saltanata dönüşürken ve ulema devletle genel olarak mücadelede iken Abbâsî devrinde ulema ile devlet ayrışmış; devlet, zamanla ilmî faaliyetleri Sünnete sadık ulemadan bağımsız sürdürmeye kalkışmıştır. Bu filozof türü yeni bir bilgi ehli sınıfının oluşmasına yol açarken Sünnete sadık ulema, ana yapıda, devleti yönetme sürecinin dışında kalmıştır.   

İmam Malik, devlet hizmetinde bulunmayı baştan reddetmiştir.

Abbâsî devrimini destekleyen İmam Ebû Hanife, yaşananları görünce devlette görev almayı canı pahasına reddetmiş ve ticaret yaparak geçimini sağlamıştır.

İmam-ı Şafii de aynı şekilde canı pahasına devlette görev almayı reddetmiş ve zekâtın mevcut devlet kurumlarına verilmesini doğru bulmamış, ulemanın zengin bile olsa hizmetleri karşılığında zekat alabileceği içtihadı, onun tabileri arasında kabul görmüştür. Böylece ulema için iktisadi koşullar oluşturarak onları etki dışında bırakma yoluna gitmiştir.

Abbâsîler, Emevîlerden farklı olarak inanca da hükmetmeye kalkışmışlar, resmi bir inanç ortaya koyarak ulemayı buna uydurmaya çalışmışlar ve bu, ulemanın sert tepkisine yol açmıştır. Bu bağlamda İmam Ahmed b. Hanbel, ağır işkencelere uğramasına rağmen onların dayatmalarına boyun eğmemiştir. Ehl-i Beyt imamları ise kıyamlara varan bir tepkiyle Abbâsî siyasetine muhalefet etmişlerdir.

Emevi devri boyunca ve Abbâsîlerin ilk yüzyıllarında İslam dünyası muazzam bir dünyevi gelişme yaşamış; maddiyatta insanlığa öncülük etmiştir. Efsaneleşmiş şehirler, muazzam kütüphane ve hastaneler, rasathaneler devrin gelişmişliğinin simgeleri arasındadır. Dolayısıyla bu devirlerde ihya talepleri, daha çok maneviyatla ilgili olmuştur. İhya önderleri, manevi ıslahatların maddi ıslahatlara da vesile olacağını düşünüp madde ile ilgili projeler üretmemişlerdir.

Türklerin kitleler hâlinde Müslümanlaşması ile, Müslümanların nüfus dengesi, Şark’tan yana iyice bozuldu ve askeri yapıyla birlikte, İslam tarihinde ilk kez ilmî tedrisattan geçmemiş sultanlar devri başladı. İslam dünyasının güçlü askeri bir unsura ihtiyacı vardı. Ne var ki İslam’da esas olan gücün hukuk, hikmet ve maslahatla sınırlandırılması iken askeri dengenin Şark’ın lehine bozulması ile güç; hukuk, hikmet ve maslahata hükmetmeye başladı. Emevi ve Abbasîlerde şikayetlere konu olan fizikî gücün, sair beşeri yönetimlerde olduğu gibi öne geçmesi dengesizliği, artık neredeyse normal bir hâl aldı.

Henüz Büveyhîler Devri’nde vezirler, halifelere hükmetmişlerdi. Selçuklular, bunu sürdürmüşlerdir ki bu da devletin gittikçe güç dengeleri açısından farklılaşmasına ve meşruiyetlerini güçten alan idarecilerin bütün alanlara hükmetmeye kalkışmasına neden olmuştur.

GAZZÂLİ SONRASI İHYA

Müslümanların o günkü dünyada iki siyasi sorunu vardı: İçeride Batınîlik, dışarıda Bizans.

Büyük Selçuklu Veziri Nizâmülmülk, bu tehditlere karşı devleti ıslah etmeye çalışırken Sultana, Nizamî Medreselerin açılmasını dahi ulemanın kontrol altına alınması ile izah etmiştir. Her şeye rağmen, bu ıslahat Gazzâlî gibi, ulema kesiminden, büyük bir ihya önderinin yetişmesini sağlamıştır.

Gazzâlî’nin ihyası da esasta manevidir. Nûreddin ve Selâhaddin, onu maddi sahaya taşıyarak İslam aleminde maneviyat ve maddiyat bütünlüğünü yeniden sağlamışlardır. Onlar, Müslümanları manen ihya ederken ilim, sağlık ve hukuk alanında büyük bir maddi kalkınmanın önünü de açmışlardır. Nûreddin, gerilemeden dolayı Şam’da doktor bulamayınca Hıristiyan, Selâhaddin, Yahudi üstat hekim çalıştırmış, İslam dünyasında tıbbı yeniden canlandırmışlardır.  

Onların bu ıslahatı Kahire, Hama, Halep gibi şehirlerde yol alırken Moğollar, Şark İslam alemini imha ettiler, ardından Bağdat’ı bitirdiler. Moğol istilasının en mühim yanlarından biri ise, bir dış güç olarak tarihte ilk kez Müslümanları şekillendirmeye kalkışmasıdır.

Bu şekillendirme ile istila altındaki Türkistan ve İran’da devletle ulema arasında bir daha asla sağlıklı bir ilişki kurulamamıştır. Öyle ki oldukça geç bir dönemde oralarda şekillenen Nakşibendi Tarikatı, resmi kurumlardan maaş almayı leş yemeye benzetmiştir. Yine geç dönemde oluşan Safevilik ise dünyevi açıdan “Selefi” bir yapı arz etmiş, devletin hem siyasi hem manevi önderi Şah İsmail’e bağlı Türkmenler tüfek kullanmayı reddetmişlerdir. Safevilerin, tüfeği kullanıp geliştiren Osmanlı karşısında gerileyince Batılılarla iş birliğine gitmesi ise oldukça manidardır. Zira dünyevi yanı ihmal eden, kendi dünyasını inşada geciken bu tür yapıların tamamı zamanla küffara muhtaç olmuşlardır.

Moğol istilası sürecinde Eyyûbî Devleti çökmüş, onların yerini Memlûkleri almışlardır. Memlûk idaresi ilmi yapıyı tamamen zapt ü rapt altına almış, dünyevi olarak statikleşmiştir. Buna karşı kendisine yönelik tepkiler salt manevi ihya talebiyle gerçekleşmiştir. Ki bu ihya talepleri de Gazzâlî çizgisinden ayrışıp kadim Abbâsî Devri ihya talepleri rengine bürünmüştür. Dolayısıyla burada manevi bir talep dillendirilirken geriye gidiş gibi bir paradoks oluşmuştur.

Osmanlı’ya gelince ilk devirde gazi, sûfî ve müceddid ulema devlette büyük pay sahibidir. Bu yönde Fatih Sultan Mehmet, dezavantajına rağmen ürettiği toplarla İstanbul’u fethedip yeni bir çağ başlatmış, Yavuz Sultan Selim de tüfeğin maharetiyle Safevi tehdidini bertaraf ettiği gibi Merkez ve Batı İslam dünyasını bütünleştirmeyi başarmıştır. Sadece topun ve tüfeğin bu işlevleri Osmanlıda yeni bir dünyevi devrimin kapısını açmalıydı. Ne yazık ki Müslüman zihniyetinin ve devlet yapısının Moğol istilası sonrasında daha da Şarklılaşması buna mâni olmuştur.

  1. yüzyıla gelindiğinde büyük ulema, genel olarak başkentin dışında Haremeyn, Mısır ve Şehrizûr havzalarındadır. Buradaki ulema, Osmanlı sulhunda güven içinde ilmi faaliyette bulunurken dünyadaki gelişmeler ve dünyevi faaliyetlerin batıya doğru kaymasından genel olarak bihaberdir. Haremeyn’de ihyanın öncüsü Şehrizûr havzasından İbrahim b. Hasan el-Gorânî (Kûrânî) el-Kurdî’dir. “Ebü’l-Vakt” ve “Burhaneddin” unvanlarına sahip İbrahim b. Hasan, daha sonraki bütün ihya hareketlerinin imamı konumundadır. Nice alim yetiştirmiş, Müslüman sûfi ve tüccarların katkısıyla, İslam’ın Güney Asya ve Afrika’ya yayılmasını sağlamış, Hint’teki gelişmelere ve Asya’da yeniden güçlenen Batiniliğe karşı akidede tevhid, amelde Sünnet vurgusu yapmıştır. İslam onun gayretleri ile Doğu’da Moğollardan sonra yayılan bidatlerden korunduğu gibi, yeni bir dünyaya da açılmıştır. Ki bugün o dünya, İslam dünyasının nüfusunun önemli bir kısmını oluşturmaktadır.

Lâkin el-Goranî; (1) Dünyadaki gelişmelerden yeteri kadar haberdar olmamak (2) Başkentten uzakta bulunmak (3) Moğol ve Memlûk süreci sonrasında iyice belirginleşen ulema ile devlet arasındaki mesafeyi korumak gibi etkenlerle dünyevi bir proje öne sürmemiştir.

Hint kıtasında ise Moğolların birkaç kuşak sonrası halefleri olan Baburlardan Ekber Şah, İslam tarihinde ilk kez İslam’dan ayrışan, seküler bir devlet kurmaya yönelince karşısında İmam-ı Rabbanî’yi bulmuştur. Ekber Şah’ı başarısızlığa uğratması, Rabbânî’nin müceddid olarak ünlenmesini sağlamışsa da kendisi de dünyevi bir proje sunmamıştır.

Göründüğü kadarıyla ulema, dünyevi projelerin dışında kalmıştır. Henüz Emevî Devri’nde ıslah etmeye çalışırken daha da bozma endişesi vardır. Moğol istilası bunu daha da pekiştirmiş, istila endişesi onları fitne fobisine sürüklemiş ve dünyevi sürecin epey dışında tutmuştur.

Haremeyn’de Gorânî’nin silsilesinde ders gören Hintli Şah Veliyullah Dehlevi, büyük projeler üretmiştir. Onun tabiri caizse talihsizliği, Nûreddin ve Selâhaddin gibi emîrlerle temas kuramamasıdır. Yine Gorânî’nin silsilesinden Muhammed b. Abdülvahhab ise Al-i Suud emirleri ile iş birliği yapmış ama maneviyata yönelirken dünyevi olarak onlara boyun eğmiştir.

Yine Şehrezûr havzasından Şeyh Halid ez-Zülcenaheyn el-Kurdî’nin ihya hareketi de neredeyse Gorânî’nin hareketi gibi bereketli olacak ama uzaktaki Osmanlı başkenti üzerinde etkili olmayacaktır. Vefatından otuz iki yıl sonra, iddialara göre tabileri, tarihe Kuleli Vakası olarak geçen bir askeri darbe planlar ama başarısız olurlar.  

Osmanlı başkentinde ulemanın hamisi ve onları devlet baskısından uzak tutan Müslüman tüccar sınıfı tamamen erimiş, üretim gibi ticaret de ana yapısıyla Yahudi, Rum ve Ermenilerin eline geçmiştir. “Osmanlıyı ne yıktı?” başlıklı analizde anlattığım üzere bu, Osmanlı gerilemesinin en önemli sebepleri arasındadır.

  1. yüzyıla gelindiğinde saray, Batı’daki gelişmeler karşısında dünyevi bir kalkınma telaşındadır. Oysa bu devirde geri kalışın simge bir ifadesi olarak “Gavur icadı” diye bir deyim türemiştir. Halbuki zaten uzun süredir İslam dünyasında üretim yerli “Gavur”ların elindeydi.

Hakikatte Osmanlı, geri kalışı hissettiğinde başkent uleması yüzyıllardır dünyevi işlerde etkisizdir, metbu değil, tabi konumundadır. Büyük ulema ise başkentten uzaklarda kalmıştır, kalmayı tercih etmiştir, oralarda tutulmuştur. Devleti geri bırakan asker karakterli umeradır.

Geri kalışa rağmen umera, ulemayı işe dahil etmekte pek de istekli değildir. Ulema da umera karşısında çekingendir, devleti değiştirebileceğinden umutsuzdur ve galiba değiştirmeyi vazifesi olarak da görmemektedir. Nitekim eğitimle ilgili yeniliklerde Sultan Abdülmecid, heyeti ulemadan seçmesine rağmen, ulemanın bir proje ortaya koymamasından dolayı saray, gittikçe yabancılara, dolayısıyla Batı modernleşmesinden medet ummaya yönelmiştir.

Nihayetinde Müslüman toplum hâlâ manen diri olmasına rağmen, devlet madden Batı’ya karşı ayakta duramayacak hâle düşmüş, ticaret ve üretimi ele geçirip dış destek de alan gayrimüslim azınlıklar devlete açıktan ve gizliden hükmetmeye başlamıştır.

Sultan Abdülhamid, bu süreci durdurmaya çalışacak ama başaramayacaktır. Bundan alınacak çok ders vardır.

Devam edecek inşaallah!