• DOLAR 34.7
  • EURO 36.773
  • ALTIN 2961.89
  • ...

Kudüs’ün Selâhaddin-i Eyyûbî Hazretleri tarafından 1187’de fethedilmesinin 835. yıldönümü vesilesiyle, 2 Ekim 2022’de Diyarbakır’da İttihadü’l-Ulema ve Selâhaddin-i Eyyûbî Enstitüsü tarafından 4. Uluslararası Selâhaddin-i Eyyûbî Sempozyumu düzenlendi.

Sempozyumda özetle şu sunumda bulundum:

İslam, inanç olarak yayılma kuvvetini ilahi mükemmeliyetin eseri tutarlılıktan; Müslümanlar, fetih ve fethettikleri yerleri savunma kabiliyetlerini birlikten alırlar. Müslümanların birliği dağıldığında kuvvetleri dağılır.

Kudüs’ün gözden kaçırılan yanlarından biri, bu mukaddes şehrin ümmetin aynası olmasıdır. Adeta ümmet, ne durumdaysa Kudüs o durumdadır. Kudüs, bu yanıyla bize kendimizi görme imkânı vermektedir.

İslam tarihçisi İbnü’l-Esîr, Kudüs’ün 492/1099 tarihinde Haçlılarca istila sürecini “Sultanlar birbirlerine düştüler, Haçlılar İslam ülkelerine yerleştiler” veciz ifadesiyle dile getirir.   

Önceki yüzyılın başında Haçlı Seferleri tarihini yazan İngiliz tarihçi Stevenson da Haçlıların Kudüs’ü istilasını doğrudan Müslümanların ihtilafı ile ilişkilendirir.

Haçlı istilalarını kapsamlı araştıran İngiliz diplomat Runciman da aynı sonuca varmıştır. “Frankların işine en ziyade yarayan husus, Müslüman dünyası içindeki ayrılıklardı.” diyen Runciman’a göre Müslümanlar parçalı olduklarından Haçlılara yenilmişlerdir. Runciman, Haçlıların Kudüs’ün istilasından sonra İslam dünyasında varlıklarını sürdürmelerini de Müslümanların ihtilafı ile ilişkilendirir.

Ona göre Haçlılar da bunun farkındaydılar. Bu tespiti de “(Haçlılar) İslam dünyası içinde birlik tesis etmediği müddetçe krallıklarının yaşayabileceğini idrak etmişlerdi ve bu birliği baltalamak gayesiyle siyasi elçi heyetleri durmadan hareket halinde bulunuyorlardı.” cümlesiyle aktarır.

Dolayısıyla Kudüs’ün 492/1099’da istilasına, İslam dünyası açısından yol açan ana etken, Müslümanların ihtilaf ve bölünmüşlüğü olduğu konusunda müslim ve gayrimüslim tarihçiler arasında ortak bir görüş vardır.

Kendim de yaptığım tetkiklerde bu görüşlerden bağımsız olarak net bir şekilde bu kanaate vardım.

MÜSLÜMANLARIN BÖLÜNMÜŞLÜĞÜ VE KUDÜS’ÜN İSTİLASI

Kudüs’ün 492/1099’da istilasına yol açan Müslüman bölünmesi, kanaatimce iki başlık altında incelenmelidir:

 

 

 

 

  1. Günceli aşan derin bölünme
  2. Kudüs’ün istilasından önceki süreçte yaşanan güncel siyasal ve askeri bölünme

Öncelikle derin bölünmeden söz edeyim:

Resûlullah salallahü aleyhi vesellem, İlâhi emirler doğrultusunda, iman, ibadetler, İslam ahlakı, İslam hukuku ve İslâmî hedefler üzerine buluşmuş bir ümmet inşa etti.

Ümmetin esası, birliğe dayanır. Bu doğrultuda İslam, üstünlüğün takvada olduğu bir toplum inşa etti; bölünmenin köklerinde yatan asabiye ve sınıflaşmayı reddetti. Arap ile Arap olmayanı, soyca bilinenle sıradan insanı, zengin ile yoksulu, aynı safta buluşturdu.

Resûlullah salallahü aleyhi vesellem, o günkü dünyada genel olarak dikkate alınmayan kadının, gençliğin ve azatlı kölelerin iradesini yönetime kattı. Böylece ortaya dayanışma hâlinde ve kenetlenmiş bir ümmet çıktı.

Müslümanların idarecileri Hülefayı Râşidin günleri boyunca onların içinde, siyasi konum olarak onlardan üstün ama yaşam olarak onlardan biri idiler

Ne var ki İslam dünyasında saltanatın başlamasıyla, ümmet ile devlet bazı hususlarda birbirine yabancılaştı; takvaya dayalı üstünlük, yerini soydan gelen ayrıcalığa bıraktı. Müslümanlar, yönetim nezdinde tabii olarak sınıflandı. Aynı dönemde başlayan saray yaşamı ve harem, kadının iradesini görünür olmaktan çıkarıp desiselerin içine çekti.

Yine o dönemde Mevali sınıfının oluşması ve gördüğü muamele, Müslümanlar arasına tefrika koydu.

Abbâsî günlerine geldiğinde bu sosyal bölünmeye daha derin bir siyasal hatta coğrafik bölünme eklendi. İlk anda batıda Endülüs İslam dünyasından koptu. Katolik Batı ile sürekli mücadele hâlinde olan Endülüs, bir başına ve kısmen, mukabilindeki Kuzey Afrika’nın desteği ile baş başa kaldı.

Bu dönemde Mevali sınıfı yönetime dahil oldu ve uğradığı siyasal haksızlıktan kurtuldu. Ama bu kez geniş bir köle sınıfı oluştu. Ayrıca ilmiye sınıfı oluşurken alimlerin bir bölümü, salt ilimle uğraşıp halktan uzaklaştı, bu dönemde ortaya çıkan sufi sınıfı alimlerden ayrıştı, filozoflar da alimlerin karşısında bir sınıf olarak yer aldı. “Memlûkler” denen devşirme paralı askerler de bu dönemin sınıfları arasında yer aldı. Arap unsur ise ihmal edildi.

Müslümanlar, o günlerde yer yer itikat olarak da birbirlerine yabancılaştılar. Yönetim, zaman zaman kendisi ile aynı itikatta olmayan Müslümanlara eziyetler etti. Haksız ve zoraki bir birlik inşa etme yoluna gidildi. Ama yönetimin bu tutumları, Müslümanlar arasında bölünmeyi artırmaktan öte bir iş görmedi.  

İlme ve medenileşmeye yönelen Abbâsî idaresi cihadı ihmal etti, Müslümanları da bir arada tutamadı. İslam dünyası tevaif devletlerine bölündü. Bu devletlerden Bizans sınırında kalanlar, kendi kısıtlı imkânları ile Bizans ile mücadele etmek zorunda kaldı.

Başkent Bağdat, dünyanın en müreffeh kenti iken yakın çevresindeki Arap unsur yoksulluğa sürüklendi. Neticede Arap olmayan unsurlarca başlatıldığı düşünülen İsmailîlilk, yoksul taşra Araplarının bir tür milli mezhebine dönüştü.

Kudüs’ün istila sürecindeki bölünmeye gelince, bu esası itibari ile derin bölünmenin bir çağa yansıyan uzantısıydı.

İslam, henüz Arabistan Yarımadası’ndaki mücadelesi ve Sasanilere karşı zaferleriyle putperestlik ve Mecusiliği bitirirken Müslümanların sapmış Ehl-i Kitap’la mücadelesi devam etti.

Ehl-i Kitab’ın güncel güçlü iki yapısı Batı Avrupa’ya hükmeden Katoliklik ve Doğu Avrupa’ya hükmeden Ortodoks Bizans’tı. Her iki Hıristiyan yapının da Kudüs’le ilgili emelleri vardı. Ama Katolik Avrupa, Endülüs Müslümanları ile mücadele hâlinde iken Bizans, merkezi İslam dünyası ile mücadele hâlindeydi.

Abbâsî döneminde Şam’ın ihmal edilmesiyle Kıbrıs tamamen kaybedildi, böylece Hıristiyan dünya deniz yolundan Kıbrıs’a yaklaşırken tevaif devletlerinin ortaya çıkmasıyla Kudüs yolu üzerindeki Tarsus, Antakya gibi şehirler de kaybedildi, Bizans zaman zaman Lübnan çevresine kadar indi. 

Bağdat’ta Buveyhi idaresinin başlamasıyla hilafet ve saltanat birbirine ayrıştı, Müslümanlar devletlerin çekirdeğinde bölünmüş oldu ve bu bölünmeyle İslam dünyası tarihi bir kırılma yaşadı.

Öte yandan İsmaililik, Bağdat’ın yakın çevresinden bugünkü Bahreyn taraflarına doğru yol alırken Karamatiliğe dönüştü. Karamatiler, Arap Yarımadası’nı adeta felç ettiler.

İsmaliliğin diğer bir kolu ise Yemen üzerinden Kuzey Afrika’ya açıldı, orada Fâtımîler diye bir devlet kurdu. O devletin kuruluşu ile beraber İslam dünyası resmen üç bölündü. Doğuda Abbasiler, ortada Fâtımiler ve batıda Endülüs.

Fâtımiler, ilk anda Katolik Avrupa’ya yönelik seferler düzenleyip Müslümanlarda yeni bir hamle umudu oluşturdularsa da kısa sürede İslam âlemi için tamı tamına bir felakete dönüştüler. Felaketin ilk aşamasında Müslümanlar, Sicilya gibi bir medeniyet merkezlerini kaybettiler. Böylece Katolik korsanlar Akdeniz’de söz sahibi oldu. Katoliklik, Kudüs’e deniz yoluyla yaklaştı.

Cihadı hemen terk eden ayrılıkçı Fâtımî Devleti, Bizans’la anlaştı ve İslam dünyasının merkezine yönelerek topraklarını Abbâsîler aleyhine genişletirken Şam, Filistin hatta Hicaz fena halde yıprandı. Hıristiyan dünya ile Kudüs arasındaki Akdeniz sahilleri, bu mücadele sırasında Müslüman nüfus ve ekonomik imkânlar açısından büyük kayba uğrarken Bizans, Kudüs’e doğru atakta bulundu. Yalnız kalan Endülüs de günden güne toprak kaybetmeye başladı ve ancak Kuzey Afrika Müslümanlarının katkılarıyla varlığını sürdürdü.

Kudüs’ün istila edildiği asırda Fâtımî sarayı halktan ayrışırken devleti yöneten vezirler arasında amansız bir mücadele başladı. Öyle ki “sultan” unvanlı veziri öldüren vezir, “sultan” unvanını almaya başladı.

Doğuda ise asrın ortalarında zuhur eden Büyük Selçuklu Devleti, başta Gaznelileri zayıflatıp İslam’ın doğudaki varlığını sarstıysa da Türkistan ve İran’da Müslümanların birliğini sağlamayı başardı. Ardından Bağdat’a yönelip şehri kontrolleri altında tutan Büveyhileri bertaraf etti, şehir üzerindeki Fâtımî tehdidini de ortadan kaldırıp Mısır sınırına kadar yol aldı.

Nihayetinde Büyük Selçuklu Sultanı Alpaslan, Fatımîleri de ortadan kaldırıp İslam birliğini tamamen sağlamak için Mısır’a yöneldi. Ama onun ordusu Urfa civarında iken Müslümanların birliğinden büyük korku duyan ve Fâtımî müttefiki Bizans’ın imparatoru Romen Diyojen, onun başkentinin bulunduğu İran’a doğru saldırıya geçti. Alpaslan, Malazgirt’te onun önünü kesti ve onu tarihi bir yenilgiye uğrattı. Böylece Doğu’da sağlanan İslam birliği, Anadolu’nun fethini sağladı. Alpaslan’ın ölümünün ardından yerine geçen Sultan Melikşah döneminde Anadolu’nun fethi devam etti, ondan bağımsız da olsa arkalarında İslam dünyasının olduğunu bilen amcasının çocukları İznik’i başkent edinip zaman zaman Üsküdar’a kadar vardılar. Aynı zamanda da güneyde de Bizans’ın elinde olan Antakya’yı tekrar İslam dünyasına kattılar. Bu sırada Türk beylerinden Çaka Bey de İzmir ve çevresine dahi hâkim oldu.

Ne yazık ki Melikşah’ın vefatının ardından hanımı Terken Hatun, yedi yaşındaki oğlunu hükümdar yapmak isteyince Melikşah’ın oğulları içinde başlayan çatışma İslam dünyasının doğusunu felakete sürükledi. Yine Melikşah’ın oğulları ile Şam Selçuklu hükümdarı kardeşi Tutuş arasındaki savaşta ise Kudüs’ü çevreleyen Şam ve Urfa-Halep-Antakya hattında tam bir facia yaşandı.

Bu iç savaşta Halep Beyi Aksungur ve Urfa Beyi Bozan gibi Haçlılara karşı koyabilecek İslam emîrleri infaz edildi. Bölge nüfus bakımından büyük bir kayba uğrarken yetenekli askerler bakımından da kaht-ı rical sürecine sürüklendi.

Tutuş’un ölümünün ardından Dımaşk ve Halep de ayrıştı. Antakya ve Halep, bir arada Fâtımîlere yaklaşırken Dımaşk, Abbâsî hilafetine bağlı kaldı.

Yine bu süreçte hem Selçukluların hem Fâtımîlerin yaşadığı iç çekişmelerden dolayı Kudüs yolu üzerindeki Doğu Akdeniz sahillerinde, Arabistan’ın batı yakasında bugünkü doğu yakasındaki devletçikleri andıran şehir devletleri doğdu. Her biri olabildiğine müreffeh hem aynı zamanda bir başına olduğu için savunmasız.

Trablus’ta Ammaroğulları, Şeyzer’de Munkizoğulları, Caber’de Ukaylî Araplar… Humus da Halep’ten ayrışmış, kendi başına bir beylik konumuna çıkmıştı.

Aynı günlerde Urfa ise Müslümanların iç ihtilaflarından dolayı Ermenilerin yönetimine geçti. Ermeniler aynı zamanda Malatya, Maraş, Tarsus ve Adana çevresine de hükmediyorlardı.

Endülüs’e karşı zaferlerle Müslümanlara karşı üstünlük umudu taşımaya başlayan Katolik Avrupa, gelişmeleri hem Kudüs’ü ziyaret eden papazlar üzerinden haber aldı hem Malazgirt Zaferinin ardından şehirleri Müslüman akınlarına uğrayan Ermeniler papayı Müslümanların durumu hakkında bilgilendirdiler hem Bizans İmparatoru Aleksios, bizzat papaya başvurdu.

O güne kadar İslam dünyası gibi Hıristiyan dünya da bölünmüş olduğundan iki kesimin vaziyeti birbirini dengeliyordu. Ama bu girişimlerle Hıristiyan dünyası bütünleşmeye başladı ve Müslümanların ihtilafını fırsat bilip harekete geçti.

Anadolu Selçuklu Devleti ile Çakabey arasındaki ihtilaf Çakabey’in ortadan kalkmasına Bizans’ın İzmir ve çevresine tekrar hükmedip güçlenmesine yol açmıştı.

İlk Haçlı grubu İznik çevresine ulaştığında Anadolu Selçuklu Sultanı Kılıçarslan onları imha etti. Ama ikinci grup geldiğinde genç sultan, Anadolu’nun içlerine hükmeden Danişmendliler beyliğine karşı savaşa gitmişti ve kendisi Danişmendliler aleyhine kazanımlar elde etmeye çalışırken başkent İznik’i Hıristiyan ittifakına kaptırdı.

Kılıçarslan, kendisiyle kayınpederi Çakabey arasındaki ihtilafın İzmir’i, kendisiyle Danişmendliler arasındaki çatışmanın da İznik’i Hıristiyanlara kaptırdığını anlayınca Anadolu’daki Müslüman beylikleri arasında birlik sağlandı. Böylece Anadolu’nun istilası engellendi.

Ne var ki Haçlılar, Büyük Selçukluların iç çatışmasından yararlanarak Ermeni yönetimindeki Urfa’ya kolaylıkla girip orada ilk kontluklarını kurdular. O sırada Antakya beyi iç ihtilafla ilişkili olarak Halep çevresinde idi. Haçlılar, onun yokluğunu fırsat bilip şehrin dış mahallelerini istila ettiler. Antakya Beyi hızla gelip onları kuşattı. Büyük Selçuklu ordusu da Antakya’ya doğru gitti. Ama ordunun komutanı hem birliği sağlayamadı hem zihni sürekli Melikşah’ın oğulları arasındaki ihtilafla meşguldü. Neticede ordu, İran’daki iç çatışmaya katılmak üzere şehrin etrafını terk ederken Antakya, bir yıllık direnişin ardından düştü.

İç ihtilaf, daima düşman için müdahale koridoru oluşturur. Haçlılar tam olarak Selçuklu-Fatımiler arasındaki sınırdan Kudüs’e doğru yol aldılar, güzergahları üzerindeki şehir devletleri Şeyzer ve Trablusşam onlara karşı direnmek bir yana onlara kılavuzluk bile etti ve onlara lojistik destek sağladı.

Haçlılar, Kudüs’ün etrafına vardığında şehre hükmeden Fâtımîler iç ihtilaf içinde şehre yardım göndermediler. Neticede Kudüs Fatımi valisi, ailesini alıp Mısır’a kaçtı, şehirdeki bütün Müslümanlar kılıçtan geçirdi.

Şam Müslümanları, şehrin istilası üzerine Kadı Ebû Sa’d el- Herevî başkanlığında Abbasî Halifesine başvurdular. Ama Bağdat’ın durumu da Mısır’ın durumundan çok farklı değildi. Halife, Kudüs’ü kurtarmak üzere bir grup askeri görevlendirdiyse de askerlerin dikkati Bağdat’taki iç ihtilaflar üzerinde olduğundan şehirden ayrıldıktan bir sonra geri döndüler.

Sonuç olarak;

Kudüs, Müslümanların ihtilafı dolayısıyla istila edilebildi.