• DOLAR 34.7
  • EURO 36.773
  • ALTIN 2961.89
  • ...

Ne demode bir başlık? Öyle değil mi? Eminim, pek çoğumuz böyle düşüneceğiz. “Başka konu mu yok?”, “Yıllardır bunu konuşmuyor muyuz?”, “Bunca işleyebileceğiniz konu varken bunu işlemek size mi kaldı?” diyeceğiz.

Emin olun, hep beraber yanılıyoruz. Osmanlının yıkılışını İslam tarihi yaklaşımı içinde bir bütün olarak anlatan bir eserimiz yok. Osmanlıda tarih ilmi, henüz Mısır Memlûkleri sürecinde tarih anlatımının resmileşmesinin/askerileşmesinin bir neticesi olarak hep güdük kalmıştır.

Osmanlıda “sivil” tarih anlatımı neredeyse yoktur. Tarih, henüz Memlûklerin eliyle bazı özetlemelerin ardından “kısasü’l-enbiya ve’levliya” çerçevesinde tabakat, teracim/tercüme-i hâl düzeyinde olmuştur. Dolayısıyla o devirde şahıs hayatları ile ilgili nispeten eserler yazılırken tarihsel vakaların anlatımı Halep gibi taşra illerinde bile devletin memurları ve bizzat vakanüvüslarına kalmıştır.

Bizim, son dönem “ulus tarihi içinde” diye değerlendirebileceğimiz Osmanlı tarih anlatımları ise aslında “Batılı anlatış”ın ta kendisidir.

Aidiyet açısından tarih anlatımının niteliğini tarihçinin milliyeti değil, bakış açısı belirler. Ümmetin siyasal dönemde güçlü olduğu bir devirde hiçbirimiz İbnü’l-Esîr’i bir kavmin tarihçisi olarak kabul edemeyeceği gibi, “ulus devlet” devri tarihçileri de hakikatte kendi milletlerinin tarihçisi değiller.

“Ulus”, Batılı bir üretimdir ve İslam dünyasında Batı adına üretilmiştir. Ulus tarihçileri de iyi tetkik edildiğinde uluslarının adını sıklıkla ifade etseler de gerçekte Batı tarihçileridir. Üstatları Batı’dandır, bakış açıları Batı uygarlığı içinde şekillenmiştir, Batı uygarlığına katkı yapmak gibi bir amaçları vardır. Dolayısıyla üretimleri tam da “ulusal” olmakla, Batıcıdır ve Batılıdır.

Osmanlı tarihi okumaları yaparken şunu gördüm: Biz, Müslümanlar olarak ulus tarihçilerinin gerçeklikle ilişkisi yüzünden Osmanlının daha kimin tarafından yıkıldığını bile tam bilemiyoruz. Tarih okumalarımın edebiyat alanındaki teferruatlı okumalarla bütünleşmesinden o hususta elime öyle veriler geçti ki kendim de hayret ettim. Ama devletleri yıkan kişiler, aslında onlara son darbeyi vuranlardır. Devletlerin yıkılışının arka planı, yıkılış sürecini hazırlar, onlar o arka planın devleti getirdiği noktayı görür ve fırsatı değerlendirip ona son darbeyi vururlar.  “Osmanlıyı ne yıktı?” sorusu bu bağlamda daha da anlam kazanmaktadır.

OSMANLININ YIKILIŞINA İZAH GETİRMEK NEDEN ÖNEMLİ?

Osmanlı, hangi eleştiriye maruz kalırsa kalsın, Ümmet devletleri bağlamında son büyük İslam devletidir. Onun yıkılışını izah etmek, aslında Müslümanların siyasi ve askeri bağlamda neden geri kaldıklarını ve neden dünyanın tahakkümü altına girdiklerini açıklar. Bunun için Osmanlının yıkılışının ardındaki etkenleri açıklamak ile İslam dünyasının siyasi ve askeri olarak çöküşünün ardındaki etkenleri açıklamak neredeyse aynı anlama gelir.

OSMANLININ YIKILMASI İLE İLGİLİ ANLATIMLAR

Osmanlının yıkılışı ile ilgili anlatımların çoğu, sonuca odaklıdır, bundan dolayı Osmanlının askeri olarak geri kalmasıyla yıkılması arasında doğrudan bir ilişkilendirme yapar.

Yıkılışın arka planıyla ilgili anlatımlardan İslâmî anlatım, Osmanlı sarayının maneviyattan uzaklaşmasını Osmanlının yıkılmasının ardındaki etken kabul eder. Bu anlatım, makul görünse de ve İslâmî bir endişeden kaynaklansa da tam olarak İslâmî olmaktan uzaktır. Zira İslâmî olan, mananın yanında maddeye de bakar. Bu şekilde çok yönlü bakıldığında tarihte manen çökmüş pek çok devletlin madden aldığı önlemlerle yaşadığını gösterir. O tür devletler, batılın devletleridir, yanlış yoldadırlar ama nihayette hayattadırlar.

İslâmî yaklaşıma karşı salt Batıcı/laik anlatım ise Osmanlının yıkılmasını İslam’ın toplumları geri bıraktırdığı ithamıyla açıklar. Bu, en çürük yaklaşımdır. Zira İslam’ın yüzyıllar boyu uğradığı yurtları kalkındırdığı ve dünyanın önüne geçirdiği malumdur. Üstelik, Osmanlı son yüzyılında Batılılaştıkça yıkılmıştır.

Her iki yaklaşımdan da ayrışma çabasında olan sentezci milliyetçi anlatım, yıkılışı yüzeysel anlamda Türk unsurun ihmal edilmesi, daha derin tahlillerde ise sarayın kölelerin etkisine girmesi ve hanedanın aşınması ile açıklar. Oysa Osmanlı, Türk unsurun en çok önemsendiği hatta Fransız İhtilalinin milliyetçilik anlamında gittikçe saray ve paşaları yönlendirmeye başladığı yüzyıllık sürecin ardından yıkılmıştır. Kölelerin tahakkümüne gelince bu ırksal yaklaşımın tersine Osmanlı, Türklerin en uzun yaşayan devletidir. Daha önce salt Türkler tarafından yönetilen hiçbir Türk devleti Osmanlının yarı ömrüne bile ulaşmamıştır.

Osmanlının yıkılışı ile ilgili anlatım da kökü Osmanlı tarih anlatımlarına dayanan saraydaki israftır. Bu da çok rasyonel/makul bir anlatım gibi görünse de hakikati tam izah etmekten uzaktır. Zira Osmanlının hükmettiği coğrafyanın ekonomik imkânları, değil bir, birkaç musrif devletin ekonomisine yetecek kadar geniştir.

Osmanlı o günkü dünyanın merkezinde kurulmuştur. Arap kıtasının sonradan keşfedilen petrollerine de Akdeniz, Karadeniz ve Ege’nin imkânlarına da hükmediyordu. Yüzyıllar boyu bugünkü Ukrayna düzlüklerinin tahıl hazinesini de Anadolu ve Balkanların meyve çeşitliliğine de sahipti. Bu imkânları değerlendirebilecek bir saray, israftan bıkardı ama israfı, topluma dokunmazdı.

O HÂLDE OSMANLIYI YIKAN NE?

İslam devletleri tarihsel süreç içinde, Asr-ı Saadet Devri, Emeviler Devri, Abbâsî Devri, Abbasî-Tevaif Devletleri Devri ve Moğol süreci sonrası devir devletleri şeklinde sınıflandırılabilir.

Emevi ve Abbasîlerde, sorun devletin bir hanedan tarafından yönetilmesidir. Hanedan dinç oldukça devletin maddi bozulması ilk dönemde hissedilmemiş, hanedan aşındıkça devlet de aşınmaya başlamıştır.

Abbâsî-Tevaif Devletlerinde o soruna bölünmüşlük de eklenmiştir ki bu, imkânların iç çekişmede tüketilmesine ve dış istilanın kapısının açılmasına yol açmıştır. Haçlı istilası, bunun neticesidir.

Moğol sonrası İslam Devletleri ise hem hanedan devletidir hem bölünme açısından üst bağlamda tevaif devletleridir. Bu devletler, büyüklükleri ile görkemlidirler. Lâkin bu devletler, iktisadi açıdan Moğol istilası öncesi İslam devletlerinden büsbütün farklıdır. Bu devletler, iktisatta klasik birer Şark devletidir.

Şark dünyasının yönetim zihniyeti; devlete yetecek kadar bir ekonomi, güçlü bir saray ve isyan etmeyecek kadar doymuş bir reaya (yönetilen sınıf) anlayışı üzerine kuruludur. Devletin bütün nizamı böyle işler. Osmanlı, bu nizama gazayı da eklemiş, iktisadi sisteminin gazayı sürdürecek bir nitelikte olması yönünde hassas davranmıştır. Lâkin kendisini iktisadi anlamda Şark devletleri handikabından kurtaramamıştır.

İslam, bir bütündür. Esaslarından biri terk edildiğinde İslâmî nizam, beklenen neticeleri getirmez.

Şark devletleri, hem hanedan devletleridirler hem Şarkın “cihan devleti” anlayışı ile devasa tevaif devletleri hükmündeler hem de iktisadi olarak şeklen öyle görünmese de İslam iktisadının ruhundan uzaklaşmışlardır. Dolayısıyla kendilerini yıkıma götürecek üç etkenle müpteladırlar.

Hz. Server-i Enbiya salallahü aleyhi vesellem ve ashabı, ana yapı olarak mücahid tüccarlardır. Cihad, İslam’a dışarıya karşı bir aksiyon kazandırırken ticaret, İslam toplumunun bütün unsurlarını etkileyecek bir aksiyon kazandırmıştır.

İslam ekonomisi, toplumsal maslahatı asla ihmal etmeyen ama genel karakteriyle dinamik bir serbest piyasa ekonomisidir. Sadece zorunlu durumlarda sınırlandırılan serbest piyasa ticareti, İslam devlet ve toplumunun sürekli yenilenmesine ve dışarıya yönelip alan genişletmesine vesile olmuştur. Bu aksiyonun başka toplumların Müslümanlaşmasında da büyük ehemmiyeti vardır.

Mücahitler, İslam topraklarını genişletmişler, tüccar, alim ve sufilere yol açmış ve onları korumuşlar. Tüccarlar, yanlarına alim ve sufileri alarak kalpleri fethedip Müslüman toplumu büyütmüşlerdir. Bu iç ittifak, bu iç bütünlük İslam genişlemesi kadar kalkınmasının ve dünyanın önünde yol almasının esasını teşkil etmiştir.

Osmanlı, ilk devirde Moğol sonrası süreçte oluşmasına rağmen Asr-ı Saadet’ten ve sonraki devirlerden istifade ile iktisadi olarak buna yakın bir ekonomiye sahiptir. Bununla birlikte henüz araştırılmaya muhtaç olmakla birlikte daha ilk devirden bir Şark devleti olma yolundadır. Buna Moğol istilası sonrasında İslam dünyasına yayılan ve şeklen pek İslâmî görünen ama esasta pek çok mahsurları bulunan mistik anlayışlar da eklenince devlet ve toplum, İslam merkezli dinamizmini yitirmiş; devletin yükselişi ancak dünyevi önlemlere kalmıştır. O önlemler de ihmal edilince devlet, dünyanın gerisinde kalmış ve çöküş yoluna girmiştir. 

Osmanlı, gün geçtikçe İslam’ın dinamik iktisadından statik bir iktisada yönelmiş; İslam iktisadının esasında yer alan dinamik ruhundan sorunlu devirlerde bir tedbir olarak istifade edilen yanlarına doğru yol almış ve orada durmuştur. Nihayetinde Moğol süreci sonrası bir İslam devletine evirilmiştir.

Osmanlıda herhalde tarihe karışan ilk Müslüman sınıf, tüccar sınıfıdır. Devletin Moğol istilası sonrası karakterli Şarklı ekonomik siyaseti, Müslüman tüccar sınıfını gittikçe küçültmüş, o sınıfın küçülmesi ile Müslüman toplumun dinamizmi sadece gaza odaklı kalmıştır. Bu durum, İslam’ın fethedilen yerlerde yayılmasının da önüne geçmiştir. Osmanlıda ticaret, gün geçtikçe Yahudi, Rum ve Ermenilere ait bir faaliyete bürünmüştür. Mistik anlayışla birlikte Müslümanların ticaretle uğraşması neredeyse yadırganmıştır.   

Devletin askere daha çok ihtiyaç duymasıyla Müslüman toplum, tarımdan da kopmaya başlamış; nihayetinde sadece asker yetiştiren bir yapıya bürünmüş, alim ihtiyacını bile karşılayacak bir iktisattan mahrum kalmıştır.

Batı’nın güçlenmesi ile birlikte statik Osmanlı ekonomisi, içeride azınlıklara dayanmakla kendisini Batı ticaretinin vasalı konumunda bulmuş ve ne devleti ne toplumu besleyebilmiştir. Neticede devlet, yaşayabilmek için daha çok vergiye yönelmiş, merkezileşmeye meyletmiştir. Bu da ortaya rüşvet, yolsuzluk, hile gibi unsurları da barındıran bir haksızlık süreci doğurmuştur. Devletin topladıkları ona ve memurlara yetmediği gibi tarih boyunca varlık görmüş Müslüman toplum da yoksullaşmaya yüz tutmuş, yoksullaştıkça kendisini manen besleyecek kurumları da besleyememiş, alimsiz, imamsız kalmış, yer yer Batıniliğe bile mahkum olmuştur.

İslam dünyasının bundan çıkaracağı çok ders vardır:

Hakikatte maddi koşulları oluşmamış hiçbir manevi yapının ayakta durma ihtimali yoktur. İslam’ın esası, mana ve madde bütünlüğüne dayanır. Bu ayaklardan biri eksik olduğunda diğeri de ölüme yüz tutar.

İslam dünyasını, bugün manen kalkındırmaya çalışanlar; Müslüman toplumun dinamizmini oluşturan etkenleri yeniden incelemeliler. O etkenlerin manevi yanlarını önemserken maddi yanlarını ihmal edemezler. Maddi yanın önemsiz olduğu gibi Şarklı bir yaklaşıma “La” demek zorundalar. Osmanlıda mana ve madde bütünlüğü din u devlet şeklinde yer almışsa da hakikatte dinî dinamizmi de devleti de ayakta tutacak ekonomi, İslâmî esaslardan uzaklaşınca hiçbir manevi ve maddi tedbir devleti ayakta tutamamıştır.

Algılar, köklerde bu kadar Şarklı ve çağ içinde bu kadar Batılı iken burada anlatılanlara kim inanır?

Şark, tekerleği dönen bir devletle mistik, durağan bir topluma dayanırken Batı, doyumsuz bir devletle doyurula doyurula ikna edilen bir topluma dayanır. İslam ise hem devlet hem toplum olarak dinamik ama muktesit (israftan uzak) ve infaktan yana bir yapı ön görür.

Müslümanlar, dünya genelinde yeniden devlet ve toplum olarak dinamik ama müktesid ve infaktan yana bir ekonomi kurmadan ayağa kalkamazlar, öne geçemezler.