• DOLAR 34.652
  • EURO 36.42
  • ALTIN 2929.907
  • ...

Manastır/kilise sistemi dışında çocuğun eğitiminde, eğitim kurumu - aile vazife paylaşımında bilinen tutum, ailenin çocukla ilgili sorumluluğunun devam etmesidir.

Eğitim kurumu ne kadar etkin, hoca ne kadar başarılı ve emin, çocuk ne kadar maharetli olursa olsun, geçmişin yaygın tutumu; ailenin çocuk eğitimine ilgisinin aktifliğini koruması yönündedir. O günlerin dünyasında aile, çocuğun eğitiminin dışında kalmaz, bütün sorumluluğu eğitim kurumuna yüklemez.

İslâmî eğitimde de çocuk rüşt çağına erinceye kadar, ailenin çocukla ilgili sorumluluğu devam eder. Rüşt çağından sonra da yakını olarak aile, çocuğun/gencin/eğitimli yetişkin kişinin istikamet üzere yol almasında duyarlı olur. Gerektiğinde ona katkı verir, onu kollar, ondan yararlanır ve yine gerektiğinde uyarır. Dolayısıyla İslâmî eğitimde aile ile çocuk arasındaki bağ, ömür boyu devam eder. Bebeklikten başlayan bu ilişki, istikamet üzere bir toplumun inşasında mühim bir paya sahiptir.

ULUS DEVLETLER VE EĞİTİM ÖZGÜRLÜĞÜ

Ulus devleler sürecinde manastır/kilise sistemi; devletin laiklik/sekülerlik yanıyla orantılı olarak laikliğe uyarlandı.

Ulus devletler, laiklikte uçlaştıkça, manastır ve kilisenin uçlaşması misali, çocuğun eğitimine el koydular. Anadolu’da çocuk, eğitim kurumuna teslim edilirken ifade edilen meşhur bir söz vardır: Eti senin, kemiği, benim!

Kilise, çocukları alırken eti ve kemiğiyle aldı. Ulus devletler de bunu laik eğitime olduğu gibi uyarladılar, uygun ifadeyle çocuğa eti ve kemiğiyle el koydular.

Bu açık bir hürriyet kısıtlaması ve gasp türü gibi görünse de ulus devletler, geçmişin kulları yerine kendilerine “vatandaş” olacak bireylerden oluşacak ulusalcı laik bir toplum oluşturmak için bunu devlet hakkı olarak gördüler. Bütün vatandaşları kapsayan zorunlu eğitim süreçleriyle bunu topluma dayattılar, buna karşı koyanları cezalandırdılar.

Bu eğitim politikasıyla, galiba tarihte ilk kez toplumlar, bir bütün olarak çocuklarını eğitme özgürlüğü hakkından yoksun kaldılar.

Toplumlara özgürlüğü vaat eden ulus devletlerin bu dayatması, tarihe not düşecek bir paradokstur. Zira devlet, hem özgürlüğü vaat eder hem en temel insan haklarından olan eğitim özgürlüğüne el koyar, eğitim özgürlüğünü yok sayar.

Yine bu paradoks, ulus devletlerin “özgürlük” kavramıyla, kendi dünya görüşlerinin sınırlarını anladıklarını, sadece kendi dünya görüşleri ve onayladıkları yaşam tarzlarına açılan koridora yönelik sınırlı bir özgürlük anlayışına sahip olduklarını açıkça ortaya koymaktadır.

Dolayısıyla bu, bir tür demir perde özgürlüğüdür. Devlet, dört bir yanı çepeçevre demir perdeyle kuşatır, sadece kendi otorite alanına bir kapı bırakır ve bunu “özgürlük”le ifade eder. Karşı bir tutumu ise isyanla ilişkilendirir, ceza konusu yapar.

Kilise, sadece bazı çocukların eğitimini, onu da ailenin özgür iradesiyle üstlenirdi. Ordular için erkek çocuğu devşirme politikası da ondan tamamen farklı değildi. Alınan çocuk sayısı sınırlıydı ve kimi zaman ailenin rızası da gözetilirdi. Ulus devletler, bu iki tutumdan da daha katı bir tutum takındılar, aileye neredeyse hiçbir pay bırakmadılar. Paralı eğitimi dahi kontrol altına alarak onun programlarına da müdahale ettiler. Dinî eğitimi tamamen yasakladılar veya onun programlarına karşı katı bir müdahalede bulundular.

İfade edildiği üzere devletin laiklik tutumu katılaştıkça çocuğun eğitimine müdahale boyutu da katılaştı. Dolayısıyla çocuğun eğitim hakkına müdahaleye yönelik en sert tutumu, en katı laikler olan komünist ve sosyalist sistemler takındı. Onların hemen peşinden ise İslam alemindeki ulusalcı laik ve ulusal sol rejimler yer aldılar. Bu rejimler, kimi zaman komünist/sosyalist rejimlerle birebir aynı tutumu takındılar, kimi zaman ise onları andıran tutumlarla yetindiler.

TÜRKİYE’DE AİLENİN EĞİTİME MÜDAHALESİ

Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte sistem, Kemalist politikalar çerçevesinde, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile ifade edilen bir ulus devlet eğitim politikasına yöneldi. Tevhid-i Tedrisat, “eğitimin birleştirilmesi” demektir ancak bu, sadece kelime manasında kaldı. Zira sistem, hakları Lozan’da garanti altına alınan Hıristiyan ve Yahudi azınlığın dini eğitimine müdahil olamadı, kilise ve sinagoglar din adamı yetiştirme bağlamında eğitim programlarını sürdürdüler.

Buna karşı devletin aslî unsuru olan Müslüman çoğunluğun dinî eğitim kurumları tamamen kapatıldı, Müslüman çoğunluğun evlerinde dahi olsa basit ahlak eğitimini aşan bir dinî eğitim yapmaları çok katı bir tutumla engellendi. 

Bununla birlikte devletin, henüz ülke geneline yayılan bir eğitim zorunluluğu politikasını yürütme imkânı yok gibiydi. Devlet, eğitim çağındaki bütün yurttaşları eğitecek ekonomik olanaklar ve eğitim kadrolarına sahip görünmüyordu. Harpten çıkmış olma ve ekonomik kaynakları kullanmada keyfilik, ekonomik zorluklar getirirken zihniyet dayatması ve harf değişikliği kadro sorunları oluşturuyordu.

Öte yandan eğitim sürecine katılış, aksi yönde kanunlar ve sıkı politikalar söz konusu değilse devlet kadrolarına katılım, dolayısıyla devlete ortaklık kapısını açar.

Kadro dergisi etrafında örgütlenen Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi katı laik simalar, toplumun laik eğitim bile olsa, eğitime kitlesel katılımını hem Türk dindarların hem Kürtlerin henüz sistem oturmadan devlet kadrolarına yerleşmeleri bağlamında sakıncalı buluyorlardı. Bunun için özellikle lise boyutuna varan yaygın bir eğitime karşı idiler. Bu doğrultuda Kürt nüfus ağırlıklı illerde liselerin açılmaması yönünde bir politika benimsendi. Ülke genelinde de zorunlu eğitim politikaları uygulanmadı. 

Bu politika, başta Kürt nüfus ağırlıklı vilayetler olmak üzere, gizli de olsa medrese eğitiminin öğrenci bulma imkânının devamını sağladı. 1970’li yıllara kadar o vilayetlerin köy ve kasabalarında medrese eğitimli sayısı, okul eğitimli sayısından daha çoktu.

Sistem, bu zoraki ödünlere takılmadan okullar için laik bir müfredat belirledi ve laikliği, bütün uygulamalarda olduğu gibi eğitimde de dinden uzaklaşmak olarak değil, çoğu zaman dine karşı olma, dinle mücadele olarak tatbik etti. Ayrıca sistem, eğitim kurumlarına dinle mücadelede doğrudan vazife yükledi.

Sistem; eğitim kurumlarını, çocukları ailenin verdiği dinî eğitimin etkisinden uzaklaştıracak hatta ailenin dinî yapısına karşı mücadele edip ailesini de dinden uzaklaştıracak yönde yetiştirecek karargahlar gibi düşündü.

Söz konusu süreçte ailelerin okul eğitimine müdahil olmaları kesin bir şekilde engellendi. Aileler ancak laikleştirme projeleri kapsamında “çağdaş” törenlerde bulunabildiler. Mesajları alıp modernleşmeleri gayesiyle o törenlere iştirakleri uygun bulundu. Çoğu zaman ise o törenlerde sadece figüranlık yaptılar.

Aileler, müfredat belirlenirken görüş bildirme hakkına sahip olmadıkları gibi törenlerin düzenleniş biçiminde de görüş hakkına sahip olamadılar.

Ailelerin özellikle ilköğretimde eğitime müdahil olması, 28 Şubat sürecinde ve daha çok laik ailelerin çocuklarını, eğitimdeki dindar yönler ve kadrolardan korumaları için gündeme geldi. Kendilerini modern/laik/çağdaş/Atatürkçü/Alevi/Sol görüşlü olarak tanımlayan aileler, Turgut Özal günleri ile birlikte eğitimin içerik ve kadro olarak dindarlaştığını öne sürdüler, buna karşı okul-aile birliklerinin güçlendirilmesini ve veli görüşünün daha çok önemsenmesini önerdiler. Devlet kadrolarındaki etkinlikleri ile de bu önerilerini kabul ettirdiler.

Söz konusu aileler; laik eğitimi, dinsiz olmak bir yana, dinle mücadele eden eğitim olarak anlıyorlar, bu mücadeleyi açıkça yapmayan bir eğitimi modern olmayan bir eğitim olarak görüyorlar. Sürekli özgürlükten söz ederken çocuklarına dinî özgürlük bağlamında hiçbir hak tanımıyorlar. Çocuklarının hiçbir dinî mesaj almalarına izin vermiyorlar. Onlardan görüşme imkânı bulduğum bazı çocuklar, bana evimizde dinî bayramlar dahil dine dair hiçbir şey asla konuşulmaz, demişlerdi. “Çocuğumuz dincilikten etkilenmesin diye dört yaşından itibaren onu peyderpey alkol tüketimine alıştırdık!” diyen ve üstelik eğitimci olan ebeveynlere de denk geldim.

Bu ailelerin dinî eğitim karşıtlığı konusundaki duyarlılığını profesör unvanı bile almışsa sıradan bir Anadolu insanının havsalasının alması imkânsız gibidir.

Yine kimi özel okulların zorunlu din derslerini dahi din karşıtı öğretmenlere verdirerek dinle mücadele için kullandıkları biliniyor ve ne yazık ki eğitim sistemi, bunu engellemeye dönük önlemlerde yetersiz kalıyor. Bu bağlamda, din dersi öğretmeni tayininin özel eğitim kurumları idarelerinden alınarak bakanlık tayini çerçevesine alınması elzem görünmektedir. Aksi hâlde Türkiye’de din karşıtı kitlenin bütünlüğü bozacak bir yönde genişlemesinin önüne geçilemez.

DİNDAR AİLELER VE EĞİTİME MÜDAHALE

Laik aileler, eğitime müdahale konusunda bunca aktif konumda dururken dindar ailelerin ezici çoğunluğu eğitimin dindarlaştığı düşüncesiyle çocuğunu hâlâ “Eti senin, kemiği benim!” geleneksel yaklaşımıyla okula bırakıyor.

Oysa okullarda dinî bilgi alma imkânının artmasıyla öğrencilerin dindar yetişmesi arasında her zaman doğru bir orantı yoktur. Zira bilgi, kendiliğinden tutuma dönüşme özelliğinden yoksundur.

Öte yandan eğitimde dindar kadroların büyüdüğü ve İslâmî bilgi imkanlarının çoğaldığı inkâr edilemez. Ama eğitim kurumlarını dinle mücadele karargahları gibi düşünen dönemin anayasa maddeleri ve Milli Eğitim Temel Kanunu olduğu gibi yürürlüktedir. O maddeler ve kanun, müfredatın sınırlarını net bir şekilde belirlemektedir. Dolayısıyla mevcut müfredatta bazı onarımlar yapılmışsa da o anayasa maddeleri ve temel kanunun sadece ruhu değil, fiziği de açıkça yer almaktadır.

Resmi müfredatın yanında bir de uygulanan müfredat ve gizli müfredat vardır. Eğitim personelinin bir bölümü, resmi müfredatı dinî eğitim konusunda yumuşatarak uygularken diğer bir bölümü, o müfredatı da aşacak şekilde katı bir din düşmanlığı ile uygulamaya çalışmaktadır.

Gizli müfredat ise küresel koşullar, ülke-şehir-semt koşulları, öğrencilerin geldikleri yapılar gibi etkenlerle okulda oluşan eğitim ortamıdır. Özellikle küresel koşulların ve o koşulların etkisindeki sosyal medya ortamının İslam karşıtı olduğu malumdur.

Dolayısıyla eğitimde dinî kadrolar büyümüş ve dinî bilgi imkânı çoğalmışsa da genel koşullar dindar ailelerin tamamen aleyhinedir. Buna karşı laik ailelerin duyarlılığı göz önünde tutulduğunda okul çıkışlı insan profilinde laik görünümün baskın gelmesi kaçınılmazdır. Hâlâ okullaşma arttıkça toplumun laik yönde dönüşmesi ihtimali, dindarlaşma ihtimalinden kat kat fazladır. Bunun, yanlış bir siyasetle zorunlu eğitimin liseyi de kapsadığı ve katı bir şekilde uygulandığı bir Türkiye’de yakın gelecekte seçmen profiline yansıması da kuvvetle muhtemeldir.

Duyarlılık sahibi hiçbir dindar aile, bu koşullar altında “Eti senin, kemiği benim!” yaklaşımıyla çocuğunu okula bırakamaz.

Mevcut eğitim koşulları, ne yazık ki ailelerin resmi müfredata müdahale etmesine izin vermemektedir. Ama ailenin uygulanan müfredata müdahale etmesi ve çocuğunu gizli müfredata karşı koruma yönünde adımlar atması mümkündür.

Bugün her dindar aile, çocuğunu eğitim yılının başında karşısına alıp eğitimin genel durumuyla ilgili bilgilendirmek, onu eğitimin menfi yanlarından koruma yönünde telkinlerde bulunmakla mükelleftir. Aile, bu sorumluluktan kaçamaz.