• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...

 

1990’lı yılların başları… Marksizm fiilen çökmüştü. Milyonlarca Solcu, ideolojik bunalım yaşıyordu. Yakın bir dönemde Fransa için tutulan bir raporda belirtildiği gibi, fikir namına geriye sadece İslamî düşünce kalmıştı.

Solda yer alan pek çok ünlü isim İslam’a, daha doğrusu İslamî çevrelere meylediyor; İslam’ı ve İslamî kesimi tanımaya çalışıyorlardı. Çünkü bir zamanlar seçmen kitlesi yüzde kırkları bulan Sol dünyada fikir artık konuşulmuyor; fikri olanlar içlerini rahatlatacak, kendilerini ifade edecek başka bir ortam bulamıyorlardı.

Söz konusu ünlü isimleri bir bir bulup onları liberal dünyaya çekmek ve ABD veya Avrupa Birliği hizmetinde çalıştırmak pek de güç olmadı.

Geçmişte Sol’da yer alan tanıdık isimler, hızlı bir yön değişikliğiyle liberal-sosyal demokrat karışımına doğru yol aldılar ve her biri kendi fetret döneminin getirdiği tanışıklıkları satışa çıkararak Batı hesabına bir “İslamcılık uzmanı” kesildi.

Üstelik bu eski Solcu militan, yeni İslamcılık uzmanları Batı hesabına sadece bilgilendirme hizmeti vermiyorlardı. Aynı zamanda İslamî kesimlere hitap ederek İslamî kesimi dönüştürme yönünde de bir vazife görüyorlardı. Bunun için Sol ideolojiden sonra çöküşü kârlı bir ekonomik kazanca dönüştürmekte kimse onlarla yarışamadı.

Lâkin mesele birkaç ünlü değildi, milyonlarla ifade edilen Sol cenah, hatta milliyetçi kökenli Sağ cenahın bir kısmı da bunalımdaydı ve hızla İslam’a yöneliyordu. Onların da ünlüleri kısa sürede liberalizme kaydırıldı ama büyük bir kesim açıkta kaldı.

  1. yüzyılda çöken sadece Marksizm değildi. Marksizm, kendi fanatik karşıtlarını da anlamsızlaştırmış, onları da boşluğa atmış, böylece küresel bir ideolojik boşluk doğmuştu. Toplumu kontrol etmek için yeni bir yola ihtiyaç vardı.

Modernizm, reform ve aydınlanmadan başlayarak nasıl oluşmuşsa oluşsun, bugüne kadar konuşulmamışsa da sonraki süreçte hâşâ bir tür çok nebili İsrailîlik gibi dizayn edilmiştir. Bir nebi ölmeden diğeri görev üstlenebilir, biri vefat ettiğinde ise mutlaka görev bir başkasına geçer, böylece süreklilik sağlanır.  

Modernizmin ilk safhası, 18. Yüzyılda oluşup 19. Yüzyılda dünyaya yayılan Fransız İhtilali sürecidir, ikinci safhası 19. Yüzyılda oluşup 20. Yüzyılda etkili olan Marksist süreçtir.

Marks, 21. Yüzyılı bulmadan ölmüş sayılır. Yeni yüzyılda modern sürecin kontrolü için onun yerinin mutlaka doldurulması gerekirdi. Oysa neo-liberal isimler seçkinci yapılarıyla kitleleri etkileyip sürüklemekten uzaktılar.

Modern dünya krizdeydi ve bu kez sağ bir isim değil, ölü bir isim çağın hâşâ bir tür nebisi, seküler sahte peygamberi olarak atandı: Sigmund Freud.

1939’da ölen bu Yahudi psikolog tam da Batılı akademilerin arşivlerine mahkûm oluyordu ki tabiri caizse yeniden canlandırıldı ve 21. Yüzyılın bir tür nebisi gibi seçildi.

Görünüşte: Genel olarak beşeri ideolojiler, özelde Marksizm, arkalarında milyonlarca klinik vaka bırakmışlardı da Freudçular, fırsatı kaçırmayıp dünyayı koca bir kliniğe çevirerek parsayı toplamaya yönelmişlerdi. Oysa vaka, o kadar basit değildi. Meselenin arkasında uluslararası bir yapılanma vardı. Freudçuluk, yeni dünyada bir klinik tedavisi hekimliğini aşarak toplumun bütün kesimlerini ilgilendiren bir kültürel dönüştürme aracına dönüşüyordu.

“Psikanalizim” adı altında bir klinik hekimliği olarak vücut bulan Freudçuluk, buna uygun muydu? Evet! Bizzat Freud, klinikçiliği aşmış, kitle psikolojisine el atarak psikiyatri ile ilgili tezlerini toplumları dönüştürüp yönlendirecek bir boyuta taşımıştı.

Kaldı ki tek kutuplu yeni dünyanın yeni bir ideolojiye ihtiyacı yoktu. Tek kutuplu dünyada ihtiyaç duyulan; yönetilebilir, dolayısıyla kitleleşmiş bir insanlıktı. Bunun için, mümkün oldukça az düşünen, lazım olduğu kadar üreten, meselelere zevk odaklı bakan, örgütlenmeyi bireysel keyfine müdahale gibi görüp ondan tiksinen, bireyci, bencil ve bedeniyle meşgul bir insan tipi talep ediliyordu.

Kökleri insanlık tarihi kadar eski olan zevkperizmi sistemleştiren Freudçuluk, böyle bir insan tipi üretimi için biçilmiş kaftan gibiydi.

Freud’un, Yahudi önderliğindeki modernizm içindeki yeri; psikanalizim kamuflajıyla bütün sevgileri kirletmesidir. Freud, sevgideki masumiyeti tamamen ortadan kaldırmaya yeltenir, bütün sevgileri hatta akla gelebilecek bütün bağları şehevi bir çıkar üzerinden izah etmeye kalkışır. Onun insanlık okyanusunu kirleten bu zehri ile aile, toplum, ulus bütün örgütsel yapılar tiksindirici oluverir.

Kişi, Freud’un etkisine girdiğinde istisna tanımadan, bütün toplumsal bağlarda şehevi bir çıkar düşüklüğü görmek gibi bir kuşkuya kapılır, dolayısıyla her şeyden kuşku duyar, her şeyden nefret eder, yalnızlığa yönelir. Lâkin insan için tek başına kalış imkânsız gibi olunca kişi, toplumsal bağlardan uzaklaşıp yalnızlaşma sürecine girerken Freud’un bilincine yerleştirdiği hislere teslim olup yaşamı zevk-şehvet üzerinden okumaya başlar.

Tek kutuplu dünyanın aradığı yeni insan tipi tam da buydu. İnsanlar, bugüne kadar güçlüler lehine saldırganlığı ile köpek, yük taşımasıyla eşek olarak kullanılmıştı. Sistemin hizmetinde yeteri kadar köpek de eşek de vardı, sistem o türde dilediği kadar devşirme yapabiliyordu.

 Bu kez istenen; etinden ve duyarsızlığından kazanç sağlanacak domuz sürüleriydi. Freud, itinalı yaklaşımıyla tam da bu yönde üretimler yapma imkânı oluşturuyordu. İnsan türü “rahatlama” adına helal haram demeden yiyip içecek, şehvetini tatmin edecekti. Ama sisteme yük getirmemek için, nüfus artışını kontrol altında tutacaktı. Bu, düşünsel üretime karşı duyarsız, zevk konusunda ise sınırsız insan tipi, hem ayrıntılı düşünmeyecek, meselelerin arka planını görmeyecek hem de rahatını bozacak hiçbir eğilim içine girmeyecekti. Böylece mevcut dünyaya karşı yeni bir dünya kurmaya asla yeltenmeyecekti.

Eski uygarlıklarda kölenin şehevi yanı kısıtlanarak köle verimlileştirilirdi. Bunun için kabiliyetli uzmanlar çalıştırılıyordu. Yeni dünyada insanın şehevi arzuları azdırılarak insan köleleştiriliyordu, bunun da uzmanı Freud ve Freudçulardı. Freud ve Freudçuların işlevi o idi.

Freud’u canlandırmaya kalkışanlar, işlevlerinin farkındaydılar, meseleye bizzat “zevk/haz/şehvet’” meselesinden başladılar, insanlığın zevkle ilişkisini yeniden araştırarak Freud’u o ilişkinin içinde son büyük isim diye 21. Yüzyılın önderi ilan ettiler. Önceki çağ düşünce çağıydı, yeni çağ zevk çağı olacaktı. 

TÜRKİYE’DE PSİKANALİZİM

Takipçilerine göre Freud, “psikanalizim” sözcüğünü ilk kez 1896’da kullanmıştır. Türkiye ise örgütlü psikanalizim ile yaklaşık yüzyıl sonra tanıştı. Bu tanışma, 1994’te  “İstanbul Psikanaliz Grubu” adı altında bir derneğin faaliyetiyle başladı.

O süreçte İslamî gelişmelere karşı 28 Şubat’a hazırlık izlenimi veren bir hükümet kurulmuş, SHP-DYP hükümeti ülkede İslâmî hizmetlere karşı kayda değer tedbirler almaya başlamıştı. Diyarbakır ve çevresinde ise Sol örgütün siyasal kanadı toplumu dönüştürecek bir trend yakalamıştı. Ama bütün dünyada olduğu gibi önlemler yetersizdi, İslâmî uyanış özellikle gençlik arasında hızla yayılıyordu. Tesettüre yönelik önlemler, tesettürü azaltmak bir yana daha da yaygınlaştırıyordu.

Psikanaliz Grubu tam da böyle bir aşamada zuhur etmişti. Grup, kuruluş amacını psikanalizimin klinik hizmetlerinin yanı sıra kültürel alanda da var oluşunu sağlamak olarak izah ediyordu. Dolayısıyla topluma açılma ve toplumu dönüştürüp kitleleştirme yönünde açık bir hedefe sahipti.

Araştırmayı yaparken böyle bir hedefe sahip bir grubun, küresel yanını göz önünde bulundurarak, başında bir mason bulunmalı, diye düşündüm. Evet, grubun başındaki genç psikiyatrist, masonlar derneğinin açık bir üyesiydi.

Grup, kuruluşundan itibaren Freud’un hayatını bir nebinin hayatı gibi adım adım takip ederek bir tür kutsayacak ve onun hayatının her aşamasını Türkiye’de psikanalizim lehine değerlendirecekti. Hazırlıklar, ilk anda 1996 yılı için yoğunlaştırıldı. Zira 1996, Freud’un psikanalizim sözcüğünü ilk kez kullanmasının yüzüncü yılıydı. Grubun bütün faaliyetleri bankaların kültüre ayırdıkları ve aslında vergiden kaçırdıkları ekonomik olanakla destekleniyordu. Grup oradan bulduğu destekle yoğun bir faaliyet sürecine girdi, çalışmalarını sistematikleştirdi. Freud’un Salı günü derslerinden ilhamla Salı Toplantıları serisi dahi başlatıldı. 

Büyük hazırlıklar ise küresel çaptaydı ve 2006 yılı içindi. Zira küresel yapı, 2006 yılını “21. Yüzyılın Keşfi” sloganıyla “Freud Yılı” ilan etti. Özdeki tema “Freud ve Kültür” olarak belirlendi, dolayısıyla toplumsal dönüşüm merkezli bir çalışma sahası seçildi. Topluma ulaşmak için araç sanat olunca üzerinde durulan diğer bir tema olarak “Psikanalizim ve Sanat” belirlendi.

Bu mahiyette toplum, masonların yapımcısı olduğu diziler üzerinden psikanalizimle tanıştırıldı, okullarda yaygınlaşan rehberlik hizmetleri de ona hizmet etti ve neticede psikanalizim neredeyse her eve girdi.

Psikanalizim, diyalog yöntemi üzerinden hastanın sırlarına vakıf olma ve onları arşivleyip analiz etme yöntemiyle bugüne kadar bilinen en yaygın insan iç dünyası taraması mahiyetindedir. Psikanalistler, birey ve dolayısıyla toplum bilgilerini dünyanın hâkim güçlerine sunma konusunda en verimli grup konumundalar. Sistem; onlar üzerinden insanlığın eğilimini tanımakla kalmıyor, psikanalistlerin günah çıkaran bir rahip ve dert ortağı bir dost rolü üstlenmesiyle aynı zamanda onlar üzerinden insanlığı yönlendirme imkânı da buluyor.

MÜSLÜMANLAR VE PSİKANALİZİM

İslam hem ruh hem akıl ve bedene hitap eder. Müslümanlar, daima ruhu önemsediler, akıl hastalıklarını da ciddiye aldılar. Ne yazık ki peş peşe gelen felaketlerin ardından bu alanlar ihmal edildi.

  1. yüzyılın ilk üç çeyreğinde Müslümanlar düşünsel sorunlar yaşıyorlardı. O günün dünyasında pek çok Müslüman genç, Marksizm’in düşünsel ağırlıklı dönüştürme faaliyetleriyle özünden uzaklaştırıldı. Bugünün İslâmî kesimlerinin önemli bir bölümü, o dönüştürme faaliyetlerinden kendilerini kurtaranlar ya da sonradan ondan uzaklaşanlardan oluşuyor.

Yüzyılın ortalarına doğru Müslümanlar düşünsel donanımlarını yeniden yakaladılar ama bu kez, özellikle Vehhabiliğin Suudi’yi aşıp bütün İslam dünyasında etkili olmaya başladığı süreçte, insanın ruh halleri ihmal edildi, düşünce gelişirken insanın iç dünyası ile ilgili sorunları açıkta kaldı.

Marks, düşünsel olarak ölmeden biz onu yenmiştik. Onun düşünsel ölümüyle ise Marksizm bizim için bir tehdit olmaktan neredeyse tamamen uzaklaştı. Ne var ki imtihan dünyası sürekli diri olmayı gerektirir. Marks’ın yerini Freud aldı ve kendilerini dün Marksizmden koruyan İslâmî kesimin evlatları, bugün Freudçu psikanalizimin tuzaklarıyla yüz yüzedir.

İslam, insanın beden yanını ihmal etmeden onu ruhen yüceltir; insanı, bu yönde kendisini kontrol etmeye çağırır. Psikanalizim, tam aksi yönde bir tutumla ama Marks gibi bağırmadan, slogan atmadan, kulağa fısıldayarak insanı beden yanı üzerinde odaklanmaya sevk eder, insanın kendisine yönelik her tür kontrolünü insanın kendisine zulmetmesi gibi ifade eder ve üstelik, bunu “ruhsal tedavi” gibi bir aldatma ile gerçekleştirir.

Dolayısıyla psikanalist etki, ister dizi izlemek ve roman okumak gibi dolaylı yollarla olsun, ister doğrudan psikanalistleri dinlemek ve okumak yoluyla olsun kişi üzerinde görüldüğünde Müslüman hanesi bir çatışma alanına dönüşüyor. Psikanalizim, bir hekimlik olarak görülünce de ona karşı mücadele etmek güçleşiyor.

Kadim istila orduları atlarla, gemilerle, top ve tüfeklerle gelirlerdi. Marksizm, sloganlarla bağıra çağıra geldi. Psikanalizim, fısıldayarak ve hekimlik kamuflajıyla geliyor.

Psikanalizim, eski hekim kılıklı rahiplerin ya da mason duvar ustalarının sinsiliğinden çok daha kötü bir niyetle evlerimizin içine giriyor ve ruhumuzu tedavi iddiasıyla bizi darmadağın ediyor. Psikanalizim, dine karşı, insanın özüne karşı bir savaş aracı, hayır bir savaş hilesi olarak kullanılıyor.

Oyun büyük, hile ustalıklı ama çaresiz değiliz yeter ki birbirimize yeniden inanalım ve bir birimize güven içinde düşmanımızın üzerine kuşku ile varalım, ıslahın üzerimize yağdığını göreceğiz.