• DOLAR 34.652
  • EURO 36.425
  • ALTIN 2927.469
  • ...

“Çağdaş” olma iddiasındaki kişi ve çevrelerin absürt tutumları; onların hep algı operasyonları, propaganda çalışmaları, ruhlarına sinen marazları etrafında değerlendirilir. Örneğin ardımızda bıraktığımız hafta sonunda Dr. Salih Salman’la ilgili anlatımları ve sosyal medya mesajlarını da eminim pek çoğumuz o baptan ele aldık. Bunlar, alışıldık bir algıyı sürdürüyorlar, dindar kesim aleyhine propaganda yapıyorlar, dedik.

Değerlendirmemiz, yüzeyde doğru olmakla birlikte esasa bakıldığında pek de isabetli değildir: Nihayetinde propaganda dahi, propagandayı organize edenin zihniyetini ve düşünce-amaç-eylem bütünlüğünü yansıtır. Ama propaganda bile zamanla şuursuz bir alışkanlığa dönüşebilir.

İslam dünyasındaki seküler çevrelerin tutumları ile ilgili bugüne kadar kayda değer bir çalışma yapılmadı. Onlara yönelik tepkiler, halk dilinin iğneleyiciliğinden ve siyasetin halk dilinden istifade becerisinden öteye geçmedi.

Hâlbuki bu çevre, artık ciddi bir sosyolojiye denk geliyor, özellikle kimi mezhepsel ve etnik çevrelerle bütünleşme ve sentezlenmeyle özgün bir görünüm de veriyor. Ortada değerlendirilmeyi gerektirecek bir kitle psikolojisi, bir düşünüş tarzı, bir bakış açısı ve bir tepki türü vardır.

Analizimizde bu hususu değerlendireceğiz.

RASYONELLİK VAADİNDEN PEŞİN HÜKME!

İslam dünyasında laik bir kitle üretmek, kolay değildi. Kişilerin tek tek iknası için onlara yönelik en önemli vaat; laik yaklaşımın hem kendilerini hem millet ve devleti rasyonellik ve bilimselliğe götüreceği idi. Kişilerin laiklikten yana tutum takınmaları ve nihayetinde millet ve devletin laikleşmesi, akıl ve bilimin iktidarı anlamına gelirdi. Bu da hep birlikte ilerleme ve yükseliş demekti.  

Onlara göre rasyonellik ve bilimsellik; kişilerin, toplumların ve nihayetinde devletin, bütün eylemlerinin “dünyevi fayda”ya dayanmasıdır. Yine onlara göre kişi, toplum ve devletlerin hiçbir ön yargı ve hatta inanca takılmadan milletin faydasına olanı tercih etmesi, tam bir rasyonellik ve bilimsellikti. Bu, benimsendiği takdirde kalkınmanın önündeki bütün engeller aşılacak, devlet hızla yol alarak “çağdaş uygarlık” düzeyini yakalayacaktır.

Dikkat edilirse bu, olabildiğine basit ve o oranda akılları çelecek bir dünyevi formüldür. Müslüman gençler, ülkelerinin Batı’yla mücadelede yaşadıkları yenilgiyi aşmak istediklerinde bu formülü, çaresizlik karşısında, nihai kurtuluş yolu olarak görmüşler, onu eksiksiz uygulamak için bütün değerlerini feda etmişlerdir. Lâkin bu formül, İslam ülkelerini kalkındırmak bir yana iç çatışmalara, bilimsel geriliğe, teknolojik gelişmelerin dışında kalmaya ve ekonomik bunalımlara sürüklemiştir.

İslam âleminde laik yaklaşım, iki yüz yaşına yaklaşırken hiçbir İslam ülkesinin, dünyanın süper güçleri arasında yer almasını sağlamamıştır. Aksine İslam ülkeleri, katı laik yaklaşımla aralarına mesafe koydukça kalkınma yoluna girmişler ve sorunlarını aşmaya başlamışlardır. Ama bu mesafe koyma çabası; her seferinde Batı’nın tepkisi, kendisiyle bağlantılı “ulusal” güçleri harekete geçirmesi ve askeri darbelerle yönetimleri devirmesi ile neticelenmiştir.

Askeri darbeler, kalkınma hamlelerini ve onunla ilgili girişimleri alt üst etmiştir. Ama o darbeleri alkışlayan yerel çağdaşçı, laik yapılar; darbelerin söz konusu yönü ayan beyan ortada olduğu hâlde darbeleri sorgulamamıştır; uğruna darbelerin yapıldığı laik yaklaşımın neden Batı himayesine alındığını kavrayamaya çalışmamıştır. Rasyonelliğin en önemli yönlerinden biri, deneysellik olduğu hâlde iki yüz yıla yaklaşan deneyim, onların laik yaklaşımın İslam dünyasında ne ölçüde birey, toplum ve devlet yararına olduğunu tahkik etmeye götürmemiştir.

O hâlde bu tutumu, rasyonellik ve bilimsellikle ilişkilendirmek mümkün müdür? Burada rasyonellik ve bilimselliği ayaklar altına alan bir peşin hüküm (ön yargı), daha doğrusu dogmatik bir yaklaşım söz konusu değil midir?

Üstelik söz konusu çevreler, laik yaklaşımı tahkik etmek bir yana, o tahkiki hatırlatmaya yönelik her tür ifadeyi dahi sakıncalı görmekte ve yasaklamaktalar. Rasyonellik ve bilimsellik; her tür ihtimale açık olmayı gerektirip gücünü de oradan alırken bunların tutumunda her ihtimale kapalılık ve karşıtlık söz konusu değil midir?

Klasik laik yaklaşım, devletin politikalarını geliştirirken hiçbir peşin hüküm hatta inancı dikkate almamayı, devlete uygulama serbestiyeti sağlamayı önerirken bunların yöneldiği anlayışta devletin mutlak bir şekilde tek yöne zorlanması söz konusudur. Öyle ki sizin o yön dışında herhangi bir öneri getirmeniz tamamen reddedilmektedir. İfade edildiği üzere o tek yönün toplumu gittikçe zayıflatması, devleti sürekli zarara uğratması ve dış güçler karşısında aciz bırakması dahi o çevreler açısından ciddiye alınacak bir durum değildir.

Peki, söz konusu yapılar, sekülerleşme, laikleşme gibi ağır bir maliyeti olan bir düzenlemeye girişirken tek vaatleri devletin kalkınması, birey ve toplumun dünyada refahı değil miydi? Onlar, birey ve toplumun ahiretini bunun uğuruna feda etmeyi dahi göze almamışlar mıydı? Şimdi neticeyi görmelerine rağmen nasıl olur da tutumlarında ısrar ediyorlar?

Genel yaklaşımları bir yana bırakalım. Sağlıklı bir düşünce, nasıl olur da soyunma ile ilerleme arasında ilgi kurar. Soyunma nasıl olur da ilerleme ile ilişkilendirir. Hangi rasyonel akıl ve bilimsel düşünce, kadınların neredeyse üryan dolaşmalarının ilerleme, kalkınma ve refaha katkı sağladığını ispatlayabilir?

Yine hangi rasyonel akıl ve bilimsel yaklaşım; takke, sakal ve cübbenin başarılı bir doktor olmaya engel olduğunu öne sürebilir? Takke, sakal ve cübbe; hangi yönüyle büyük bir cerrah olmaya manidir?

Lâkin bu çevreler, sekülerleştirilme, laikleştirilme, çağdaşlaştırılma adına; esasta İslâmî her tür görünüme düşman edilmişlerdir. Bunların zihin alt yapısı, görünüşte kalkınma, refah ve ekonomide ileri ülkelerin düzeyini yakalamak üzere şekillenmişken hakikatte, sadece İslâmî görünüme karşı şekillenmiştir. Bunların ilk nesillerinden bazıları, kalkınmak için sekülerleşmeyi zorunlu görmüştü ama en geç 19. yüzyılın son yıllarından itibaren bunlar, “ilerleme” kavramından sadece İslam karşıtlığını anladılar ve oraya takılıp kaldılar. 

Bunlar; İslam’la, İslâmî değerlerle ve samimi Müslümanlarla uğraşmaktan kalkınma ve toplumsal refah hakkında kafa yormaya vakit bulmamaktadırlar. Zihin yapıları, sözde ilerlemeye, kalkınmaya, yeniden inşaya sevk edilmiş görünürken hakikatte o yöne tamamen kapatılmıştır. Bu, açık bir aldanma ve o aldanışta kilitlenme hâlidir.

Gelin, bunların önüne bir rasyonellik ve bilimsellik testi koyalım: Bugüne kadar dünya genelindeki araştırma ve deneyimler, toplum farkı söz konusu olmadan karma eğitimin özellikle ergenlik döneminde eğitimde başarısızlığa yol açtığını ortaya koymuştur. Buna karşı cinslerin özellikle ergenlik döneminde farklı ortamlarda eğitilmelerinin başarıyı olumlu yönde etkilediği artık tartışma götürmeyecek bir hakikattir.

Bu bariz hakikate rağmen, söz konusu çevreler karma eğitimden vazgeçme seçeneğini değerlendirmeye hazırlar mı? Tam aksine o yöndeki her tür uygulama bir yana, her tür ifadeye karşı dahi hep birlikte hücum etmekteler. Karma olmayan bir eğitimi tartışalım, diyenleri her tür hakarete müstahak görmekte, onları aşağılamakta, ötekileştirmekte, linç etmekte ve fiilen de cezalandırma teklifinde bulunmaktalar. Dünyanın en başarılı eğitimcisi olsanız ve bütün yaşam tarzınız “çağdaş” olsa da sizin o yönde resmi bir teklif taslağı hazırlamaya cesaret etmeniz için bütün kariyerinizi riske atmayı göze almanız gerekir.

Dolayısıyla ortada bir rasyonellik veya bilimsellik yok. Tam zıddına açık bir peşin hüküm ve katı bir dogmatik yaklaşım söz konusudur. Bu çevreler, bazı tutumlara yapışmışlar ve o tutumları aradan geçen zamana rağmen sorgulama yönünde bir adım dahi atmaya hiç mi hiç yanaşmamaktalar. Bu öyle bir hâl ki bir dönem İslam dünyasında ilmin doruğuna çıkan medreselerin yanı başında ağaçlara çaput bağlayan kişi ve grupların tutumlarından çok farklı değildir. Her iki yapı da üzerinde bulunduğu hâli değiştirmeme konusunda anlamsız, hikmetsiz bir yaklaşım içindedir.

BU HÂLE NASIL GELİNDİ?

Rasyonellik ve bilimsellik vaadi, nasıl oldu da seküler bir durağanlık (statik ve statüko) ortaya çıkardı? Rasyonellik hedefi nasıl oldu da bu kadar irrasyonel bir yapıya çakıldı? Bilimsellik hayalleri ne oldu da bilim karşıtlığına büründü?

Bu soruların cevabı pek de karmaşık değildir. Her şeyden önce İslam dünyasında, sekülerleşme, laikleşme, devlet nizamı olacak boyutta bir yerel gereksinimin karşılığı olarak vücut bulmadı. İslam dünyasını istilaya yönelen Batılı güçler tarafından ihraç edildi, teşvik edildi, desteklendi ve yaşatıldı.

Bu dış etken, söz konusu yaklaşım ve yapıların özünü etkilemiş ve onları yerelin faydasını düşünmekten uzaklaştırmıştır. Bununla birlikte, söz konusu çevrelerin, Batı’dan bağımsız düşünme yeteneklerini kaybetmeleri de esastan bir sorundur. Üstelik düşünsel anlamda bağlandıkları Batı, bugünkü anlamda “çağdaş Batı” da değildir, artık çağın gerisinde kalan 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın ilk yarısı Batı’sıdır. O dönemdeki çeviri yapıtlar, bunların zihin yapısının özünü oluşturmuş, zihinleri o çevirilerden duyduklarına çakılıp kalmıştır. Oralardan öğrendiklerini artık yeni bir mukaddes olarak değerlendirmektedirler. Dolayısıyla laikleşmek, zannedildiği gibi onları her tür mukaddesten uzak tutmamış, kendi mukaddesinden vazgeçirip yeni bir mukaddese götürmüştür.

Seküler yaklaşımın bazı mezhepsel ve etnik yapıların inanç ve tutumları ile sentezlenmesi de bu yeni mukaddese beşiklik etmiştir. Kadim inançlarını kaybeden bu topluluklar; modern Batı’nın bir kesimine ait düşünce ve yaklaşımları, yeni bir inanç gibi benimsemişler, düşüncelerine seküler bir din gibi yapışıp o noktada bir fanatizme sürüklenmişlerdir. Bu yönde oluşan eski taassuplarının yerine oluşan yeni taassup, onları köreltmiş ve sağlıklı düşünüp doğru davranmaktan tamamen uzaklaştırmıştır.

Bu yapılar, İslam’ı hatırlatan her tür farklı tutumu, kendi mukaddeslerine hakaret ve mukaddeslerinin bertaraf olma riski olarak değerlendirmekteler. Bu bağnaz tutum içinde düşünce ve eyleme, hakaretle cevap vermekte; gücü de kendilerinden yana hatta kendilerini bizzat gücün kendisi gördüklerinden kimi zaman hakareti de aşıp fiili saldırılara geçebilmektedirler.

NE YAPILABİLİR?

İslam dünyasında bugüne kadar sınırlı düşünsel eser bir yana, söz konusu dogmatik ve baskıcı yaklaşıma karşı, genellikle savunmacı ve kimi zaman hakaret içeren bir cevap tarzı gelişti. Sosyal medya dili de bu öz üzere oluştu. Hakarete hakaretle cevap vermek, hedefi itibarsızlaştırmak olanları itibarsızlaştırmak, anlaşılır bir durumdur. Ama vazifesi hakkı inşa etmek olanlar, bundan ötesine geçmekle de mükellefler.

Bu da ancak hakkı, hakkıyla ifade etmekle mümkündür. Söz konusu yapıların tutarsızlığını ortaya koymak, onları aldanmışlıklarının farkına vardırmak ama bununla yetinmeyip onlara doğru inanç, düşünce ve tutumu izah etmek…

İslam güçlüdür. Doğru izah edildiğinde ona karşı durabilecek hiçbir yaklaşım, düşünce ve inanç yoktur. İslâmî değerlere yönelik her saldırı, İslam’ı hakkıyla izah ve onun karşıtlarının çürüklüğünü ispat için önemli bir fırsattır. Bu fırsat doğru değerlendirildiğinde karşı taraftan bir kesimin hakkı kabul edeceği, diğer kesimin ise batılı savunmaktan usanacağı muhakkaktır.

Şuur ehlinin bu kadar güç kazandığı bir devirde, o tür saldırılar İslam’a zarar vermez, aksine İslam’ı güçlendirir.  Yeter ki sorunlar doğru değerlendirilsin!