• DOLAR 34.651
  • EURO 36.433
  • ALTIN 2925.969
  • ...

Toplum üzerine konuşan her fert veya topluluk, olumsuz değişimden şikâyet eder durumdadır. Mevcut tablo, düşünüş ve yaşam tarzı bağlamında küresel yönetimi ele geçirenlerin bütün kesimleri mutlu etme vaadinin karşılıksız kaldığını ilan etmektedir.

Liberal tezler iflas etmiştir. Dünyayı liberal mutabakatla yönetme iddialarının genel olarak karşılığı kalmamıştır.

Buna karşı liberaller, dünyayı despotlukla ellerinde tutma kararlılığındalar ve bu kararlılık, bütün toplumlara sirayet eden küresel bir gerginliğe yol açmaktadır.

Liberalleri, bugüne kadar insanlığa hükmeden yapılardan ayıran iki husus vardır:

İlki, dünya tarihinde ilk kez liberaller, küresel etkiye ulaştılar, bütün yer küreyi etkileyen bir etkinlik alanı elde ettiler.

İkincisi, liberalizm, insanlığı özgür bırakma iddiasında iken her evin içine kadar sirayet etmekte ve oluşturduğu ortamla sosyalist despotizmin dahi müdahaleciliğini aşarak her bireyin zihin, kalp, dil ve yaşam tarzını şekillendirmeye kalkışmaktadır.

Kuvvet; salt tüfek, cop veya dipçik değildir. Düşünmeyi engelleyecek bir iş ve eğlence ortamı oluşturmak; iradeyi öldürecek tazyikte teşvik ve sevklerde bulunmak; farklı hareket etmeyi engelleyecek kadar kınamak ve ekonomik koşullar içinde tercihi zorlaştırmak da kuvvet türlerindendir. Genel olarak “yumuşak güç/ikna gücü” kategorisinde değerlendirilen bu kuvvetler, hakikatte cop ve dipçikten daha az tahrip edici ve daha az eziyet verici değildir.

Liberalizm, Filistin sahasında tüfek; Hindistan ve Mısır gibi ülkelerde cop ve dipçikle kuvveti kullanmaya devam etmekte, dünya dengelerini elinde tutmak için dört bir yanda durmaksızın askeri üsler kurmaktadır. Liberalizm, daha geniş bir sahada ise insanı düşünmekten ve iradeden alıkoyacak kadar yönlendirme atmosferinde tutma inadını bir türlü bırakmamaktadır.

Bugünün dünyasında liberal akıma karşı kendi yaşam tarzlarını korumak isteyenler, her günün muhasebesinde “Ne kaybettik?” sorusunu, “Ne kazandık?” sorusundan daha çok soracak duruma düşmekteler. Süreç, Moğolların yayılış yılları kadar insanlığı yormakta ve çaresizlik içinde bırakmaktadır.

Moğollar, itiraz eden herkesi katlederek kendilerine köle olan bir dünya kuracaklarını sanmışlardı. Liberaller, kendilerinin tasarladığından farklı bir yaşam tarzı oluşturma idealindeki herkesi itibarsızlaştırarak kendilerine köle olan bir dünya kuracaklarını düşünüyorlar.

Moğollar, kendilerine itaat eden Müslümanları “köle” diye adlandırmazlar, onlara şaşalı unvanlar bile verirlerdi. Liberaller de aynı yönteme başvuruyorlar. Biri “sert güç/kaba kuvvet”, diğeri “yumuşak güç/ ikna gücü” araçlarına dayanan her iki yapı da “cihan devleti/küresel dünya” iddiasındalar.

Moğol devrinde, insanlık her gün “Bugün kaç insan öldürüldü?” diye bir tür sayım yapardı, ondan öte bir sayıklama içinde bulunurdu. Bugünün dünyasında insanlık “Bugün kaç insan özünden uzaklaştı?” diye bir tür sayıklama içinde. Moğol devrinde çoğu zaman gününün muhasebesi, “Sayısını ancak Allah’ın bileceği kadar insan öldürüldü!” cevabı ile biterdi. Liberal devirde günün her anında “Toplum değişiyor ve biz de değişiyoruz! Herkes hep birlikte bozuluyor!” sözü sayıklanıyor. Akıl ve iradenin her an hatırlatıldığı bir devirde insan, bu sözle aslında her an, kendisinin nasıl iradesizleştirildiğini, nasıl hiçleştirildiğini dile getirmiş oluyor.

Moğol devrinde, istilacılara karşı koyanlar, başarı ihtimali sıfır görüldüğünden akılsızlıkla itham edilirdi. Lâkin Moğollara itaatin nasıl bir netice getireceğine dair kimse garanti veremiyordu. Dolayısıyla “ölüm” sorunlardan bir tür kurtuluştu. İntihar o günlerde yaygın olmayınca insanlar, Moğolların eline geçmek istemediklerinde “Yakınlarına bizi öldürün!” diye yalvarıyorlardı. Nitekim Celâleddin Hârizmşah’ın aile efradı böyle bir ölümü tercih etmişti.

Liberal devirde değişime karşı koyanlar, “akıldan uzak, çağ dışı, yobaz” sayılıyor. Ancak değişime tabi olmanın da nasıl bir netice getireceğini kimse kestiremiyor. Belirsizlik, insanları çıldırtıyor ve intihara sürüklüyor. İnsanlık tarihi boyunca intihar hiçbir zaman liberal devirde olduğu kadar yaygınlaşmamıştır.  

Moğollar, mağdurlar tarafından ilahi bir gazap gibi görülüyordu. Dolayısıyla onlara karşı koymanın hiçbir netice getirmeyeceği dikte ediliyordu.

Liberal devirde de “olumsuz değişime karşı koymak” ile “değişime karşı koymak” bir tutuluyor. Değişime karşı koymak, yaradılışa aykırı olduğuna göre, liberal değişime karşı koymak da mümkün değildir, deniyor. Dolayısıyla liberal değişim, icra kabiliyeti açısından ilahi değişim düzeyine çıkarılıyor.

Her ikisinin de amacı, umutları kırıp öğrenilmiş çaresizliğe sürükleyerek insan iradesini etkisizleştirmektir. Ama Moğolların bütün çaba, propaganda hilelerine rağmen, diri kalmayı başarmış bir avuç Müslüman irade, Moğolları durdurmayı başardı, tabiri caizse Moğol sihrini bozdu. Liberal sihir devam eder mi?

Moğollar, yaralıları dahi tehdit olarak görür, onların iyileşme ihtimalinden ürkerlerdi. Onların iyileşme ihtimalini ortadan kaldırmak için on binlerce cesedi son sağ bıraktıklarına tek tek kontrol ettirir, bütün cesetlerin kafalarını koparırlardı.

Liberal devirde, en küçük bir İslâmî uyanış, uzak veya yakın tehdit sınıfına alınıyor ve onu imhaya dönük güçler işletilmeye başlanıyor.  

Moğollar, tahminen insanlığın dörtte birini katlettiler. Liberal devirde insanlığın en azından dörtte üçünden çoğu manen ölmüş, manen yaralıların bile zihni bulandırılıyor ve onların “diriliş” umudu tüketiliyor. Öyleyse liberal zulmün durdurulması imkânsız mı?

DİRENİŞİN ÖNÜNDEKİ ENGELLER

Liberal devir, zulüm ve haddi aşmakta Moğol devrinin tecrübesinden de yararlanmış, onun sürekliliğini engelleyen kusurlarını tekrarlamamak için titizlik gösteriyor.

Bu bağlamda, Moğolların mehdileri Müslümanlar iken, yani onları Müslümanlar hidayete erdirmişken liberal aktörler kendi mehdileri olma, yani kendilerini “hidayette tutma” mekanizması geliştirmişlerdir. İnsanlık, liberallerin elinde bunaldıkça liberaller yeni bir çıkış yolu umudu oluşturuyorlar. Bu bağlamda, 20. yüzyılda geliştirilen insan hakları söylemi liberal hidayet mekanizmasının en önemli üretimlerinden biri kabul edilebilir.  

Lâkin Moğollar da başta böyle bir mekanizma geliştirmişler, Cengiz’in halefi oğlu Ögedey bu mekanizmayı bazı esaslara da kavuşturmuştur. Ama esasta zulüm üzerine kurulu bir nizam, Moğollar dışındaki toplum kesimlerini bir türlü teskin etmemiştir. Nihayetinde Moğollar ancak İslam’la hidayet bulmuşlardır. Liberaller için bu mümkün değil mi?

Değişimi sağlayan bir temel hâl vardır: Direnenlerin az çok birlikteliklerini sağlamaları ve hükmedenlerin birliğinin bozulması.

Direnenlerin birliğinin önündeki en önemli engel ise yanlış teşhis ve zalimin günahının mazluma yüklenmesi; toplumun karşılaştığı hukuksuzlukların zalimle değil, zulme karşı koyanla ilişkilendirilmesi, zalimin zulmünün direniş üzerinden meşrulaştırılmasıdır.

Müslümanlar olarak böyle bir engelle karşı karşıya mıyız? Ne yazık ki “Evet!”

Müslümanlar genel olarak güç duruma düştüklerinde gençlere ve alimlere bakarlar ve bugünün dünyasında tam da bu noktada yanlış bir teşhisle yüz yüzeyiz.

Neredeyse bütün sorunlarımızı alimlerimizin etkili olamaması ve gençlerimizin düşmana tabi olup bozulmayı tercih etmesiyle açıklıyoruz. Oysa “Ümmet olmak!” bambaşka bir sorumluluktur. Ümmetin kendisi imamdır, dolayısıyla alimini de kendisi yetiştirmekle mükelleftir, alimin etkisiz kalmasından ya da bozulmasından da kendisi sorumludur.

Gençliğe gelince gençlik, küresel yapı içinde aktör değildir, vakaların mağdurudur. Mağduru “ğadır” gibi görmek, zulümle mücadelede başlı başına yanlış bir teşhistir.

Liberaller; X, Y, Z kuşağı diye gençliği sınıflandırıp şekillendiriyorlar. Biz, bu şekillendirmenin etkilerini önce örfün etkisiyle bir gençlik hâli gibi görüp adeta hoş görüyoruz, sonra değişimin ucunun kaçtığını düşünüp gençlikten şikâyete başlıyoruz ve kendi gençliğimizle ilgili şikayetlerimiz öyle artıyor ki biz, onları yanlış yöne sevk eden zalimleri unutuyoruz, neredeyse bütün eleştirilerimizi onların üzerine boşaltıyoruz. Onları öylesine kınıyoruz ki onlar bizden uzaklaşmazsa biz onlardan uzaklaşıyoruz. Sonra alimlerimiz, gençlerimizin hakkından çıkamadı, deyip onlara da sırtımızı dönüyoruz.

Öte yandan bir grup gencimiz, bir şekilde kendisini liberalizmin insanı iradesizleştirme zorbalığından koruyup da küresel askeri kuvvetlerin üzerimize gelmesine yol açacak bir tutum içinde bulunursa hep birlikte o gençlerimize hakaret etmeye başlıyoruz. Onları kınamaktan neredeyse zalimlere muhabbet besliyoruz.

Moğolların oluşturduğu da tam böyle bir ortamdı. Onlara karşı direnişin önündeki en mühim engellerden biri, onları öfkelendirecek bir direniş içinde bulunurken bizzat Müslümanlar tarafından kınanmak ve yardımsız bırakılmak, dışlanmak hatta kimi zaman te’dip adına katledilmekti.

NE YAPILMALI?

Müslümanların Moğol zulmünden sonra bulduğu çözüm, birbirini çekiştirmeyi, kınamayı terk edip yeniden dayanışmak, dolayısıyla bölgesel de olsa yeni birlikteliklerin inşa edilmesini sağlayacak bir ortam kurmaktır. Onunla birlikte Moğolların, kendileri açısından faydalı, zararlı veya iş görmez şeklinde yaptıkları insan sınıflandırmasına karşı, insanın yüceliğini yeniden kavratmak; insanı, et ve kemik düzeyine düşüren anlayışa karşı insanın özü itibariyle şerefli bir varlık olduğu inancını yeniden ihya etmek olmuştur.

Aynı doğrultuda Müslümanların diğer bir önemli faaliyeti; Moğolların karşı cinsle ilişkiyi cinsellik ve çocuk sahibi olma düzeyine düşüren, dolayısıyla karşı cinsle ilişkiyi hayvani bir boyuta indirgeyen anlayışına karşı edebiyat üzerinden aşkı ihya etmeleri, böylece karşı cinsler arasındaki ilişkiye ruhaniyet kazandırmalarıdır. Moğol sürecinde İslam aleminde yayılan eşcinsellik gibi cinsel sapıklıklarla da bu yol üzere kısa sürede azalıp bitmeye başlamıştır.

Müslümanlar, bütün bunların tepesine yüce Allah’ı karşılıksız sevmeyi işleyen ilahi aşkı koydular. Böylece insaniyeti temel unsurlar üzerinden yeniden ihya ettiler. Bu ihya ile birlikte, insan, sadece insan olmakla yeniden değer gördü, Yaradan sevildi ve Yaradan’ın kulları; Yaradan’dan ötürü yeniden değer gördü. Bu vesileyle Moğolların maddeye indirgediği insanla ilişki, yeniden manevi bir boyut kazandı.

Bugün için de kabul edelim ki modernleşmenin ilk devresinde insanlık, hayvanlaşmaktan şikayetçiydi, sonra bitkiselleşmekten şikâyet etmeye başladı, bir yaprak konumuna düşmek, ot gibi yaşamak gibi ifadeler günlük olarak kullanılmaya başlandı. Halbuki bugün biz makineleşmekten, bir vida konumuna düşmekten şikâyet ediyoruz.

Vida dahi kıymetlidir. Akdeniz’de gemisi batıp ölen ya da bir Yunan veya İspanyol askerce katledilen mülteci bir vida kadar dahi kıymetli görülmemektedir. Bu, insanlığın bir kez daha tükenişidir ve bu tükenişe karşı ihya yeniden Müslümanlara düşmektedir. Zira “Allah katında din (yol, çözüm) İslam’dır!” Batı’nın Moğol misali, kendi mehdisi olma çabaları da sonuçsuz kalmaya mahkumdur.

İnsanlık çürüyor ve hepimiz, bu atmosfer içinde bu çürüyüşten etkileniyoruz. Yaşadığımız sınıfsal bir bozulma değildir, insanlığın insaniyetinden kopması meselesidir. Vazife, insanı yeniden insaniyetinin farkına vardırmaktır.

Gaye şu veya bunu imha değil, hep birlikte diriliştir. Nitekim, Müslümanlar, Moğollara kılavuzluk yapan Hıristiyanların dindaşlarına zarar vermemişler, onları dahi insanlıklarının farkına vardıracak bir söylem geliştirmişlerdir.

“Gençler bozuldu!”, “Alimler görevlerini yapmıyorlar!”, “Kadınlarımız değişti!”, “Babalar sorumluluğunu bilmiyor!”, “Şu kurum iyi çalışmıyor!” türünde farklı mağdur sınıfları kınayan dil, derhâl terk edilmelidir.

Emr-i bilmaruf ve nehy-i ani’l-münker’i aşacak bir kınama, düşman namına kurşun sıkmaktan öte iş görmez.

Gemideki çürük tahtaları ilan etmek, gemiyi yürütmez. Ancak sağlam tahtalar belirlenip onlar arasındaki bağ sağlam kurulursa gemi yol almaya başlar.

Müspeti gören, takdir eden ve müspetler arasında bağ oluşturan bir söylem geliştirmek zorundayız. Bu, toplumsal bir rehabilitasyon olarak müthiş bir dalga oluşturabilir.

Müslümanlar, çürüyen insanlığı ihya edecek iyiliklere yöneldiklerinde ruhunu kaybetmiş insan peyderpey dirilecek, kendine gelecek, kendisi ve Rabbiyle ilişkisini gözden geçirecektir. Uyanan insanı kucaklayacak kurumlar da oluşturulduğunda süreç kendiliğinden tamamlanacak ve insanlık, küllerinin bile rüzgârlarca savrulduğu Buhara ve Semerkant’ın dirilişi gibi yeniden hayat bulacaktır.