• DOLAR 34.447
  • EURO 36.303
  • ALTIN 2837.002
  • ...

Milliyetçiliğin mülteciler ve göçmenler üzerinden teşhirinin ilk işaretleri, Bingöllü bir ailenin 29 Mayıs 1993’te Almanya’da diri diri yakılmasında görüldü.

Aynı aileden beş kişinin katledildiği vakanın failleri, mülteci ve göçmenleri Alman kültürü için tehdit olarak görüyorlardı, Almanya’da artan işsizlikten de sorumlu tutuyorlardı.

Irkçılığın hep bir ötekisi olmuştur. Almanya’da gelişen bu yeni tür kompleksli ırkçılık, mağdur olanı öteki ilan ederek onun üzerinden kendince büyüklük ispatında bulunuyordu. Ama aynı ırkçı yaklaşım, Almanya’nın emeğini İkinci Dünya Savaşı tazminatı diye emen güçlerle ilgili bir şey bilmiyor, tek şey söylemiyordu. Yine aynı ırkçı tutum, Almanya’nın dünya sistemi üzerinde etkili bir süper güce dönüşmesini engelleyen uluslararası sistemle ilgili de hiçbir farkındalığa sahip değildi. Dolayısıyla bu yeni ırkçılık, mağdur düşmanı ve zalimden yanaydı.

Bu milliyetçilik tarzından Türkiye ve İslam dünyası da etkilendi. Sosyal medyada sesi çıkan milliyetçiler ve Arap İslam dünyasında kimi devlet yöneticileri; milliyetçiliklerini açık ifadelerle mağdur karşıtı ve zalimlerden yana izhar etmekte bir sakınca görmüyorlar.

Milliyetçilik, ilk günden adeta koruma altındadır. Milliyetçilik türleri arasındaki üst bağın anlaşılmasına yönelik bugüne kadar ciddi çalışma yapılmamıştır. Bu korumacı tutum, zulüm yanlısı – mağdur karşıtı yeni tür milliyetçilikle ilgili değerlendirmeleri de kapsamaktadır. Her tür insani değerden yoksun ırkçı anlayış; milliyetçilik onun eylemlerinden beri kılınarak kınanmakta; onun “gerçek milliyetçilik” olmadığı yönünde tahliller ve açıklamalar yapılmaktadır.

Hakikaten öyle midir? Bu, yeni tür milliyetçilik, milliyetçiliğin kök ve gövdesinden bağımsız mı gelişmiştir? Bu tür milliyetçilik, Türkiye’de nasıl yayıldı?

Analizimizde bu sorulara cevap vermeye çalışacağız.

MERHAMETSİZLİK VE MİLLİYETÇİLİK

Aliya İzzetbegoviç, “Doğu ve Batı Arasında İslam” adlı eserinde, merhamet ve şefkat gibi insanî duyguların, dinden kaynaklandığını, dinin tamamen unutulması durumunda bu duyguların da unutulacağı yönünde bir görüş beyan eder.

Milliyetçilik, Batı’da sekülerizmin/dinden uzaklaşıp dünyevileşmenin ikizi olarak doğdu. Hatta milliyetçilik ile sekülerizm ardasındaki ilişkiyi dile getirmek için bu ifade bile yetersiz kalmaktadır. Zira sekülerizmin vücut bulmasını milliyetçilik sağlamış ve dünyaya yayılmasına da milliyetçilik bineklik etmiştir. Her seküler, milliyetçi olmak zorunda değildir. Ama her milliyetçi, kendini frenlemediğinde er veya geç, kısmen veya tamamen sekülerleşir. 

Batı’da ilk milliyetçiler, tabii olarak Kilise birliğine karşı mücadele içinde olup zamanla, toplumlarının sekülerleri/laikleri olarak siyasette yer edindiler.

Batı’nın birliğini sağlayan ve Batı içinde bir merhamet ortamı oluşturan dini yapı çözüldükçe Batı toplumlarına merhametsizlik, şefkatsizlik hâkim oldu. Toplumun kendi içinde sosyal yardımlaşması unutuldu, diğer toplumlara karşı ise ırkçı duygular kabardı.

Irkçılar, her tür insani duygudan uzaklaşarak Darwin’in doğada var olduğunu öne sürdüğü doğal seleksiyonun kavimler için de geçerli olduğunu öne sürdüler.

Doğal seleksiyon tezine göre, doğada sürekli bir mücadele vardır, güçlü varlıklar, zamanla küçük varlıkları yutup imha eder. Bu anlayış, insan topluluklarına uyarlandığında büyük ve güçlü toplumların küçük ve zayıf toplumları imha etmesi, cebri bir hâl olur. Bir adım ötesinde, zulmetmenin, katliam yapmanın cebriliği, aynı zamanda meşruiyetine de delil varsayılır.

Batılılar, vahyin dışlanmasıyla geliştirilen bu seküler anlayışla dünyanın zayıf toplumlarına yöneldiler. O anlayış yüzünden Amerika ve Avustralya’da kimi zayıf insan topluluklarının varlığı dahi tehdit altına girdi.

Batı, dünyaya hükmedince kendi içinde büyüklük yarışına girdi ve bu mücadele, ırkçılığın artık doruk noktaya çıktığı İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupa uygarlığının sonunu getirdi. O korkunç savaş, merhametin tüketildiği bir dünyada insan soyunun topyekûn tehdit altında olacağını ayan beyan ortaya koydu. Zira o savaşla Avrupa kıtasında, bugünkü Avrupalılar açısından her bir kişinin dedesini bir diğerinin katili veya maktulü olma gibi bir faciaya sürükledi. Milliyetçilik, Avrupa için katliamlar ve tükenişle eşdeğer oldu. Galiba, Avrupa’daki serüven, yeni tür milliyetçilik ile milliyetçilik arasındaki bağı fazlasıyla açıklamaktadır.

Avrupa, savaş sonrasındaki rehabilitasyon çerçevesinde depresyondaki halkları tedavi için seküler bir sosyal yardımlaşma anlayışı geliştirdi. “Sosyal adalet, sosyal demokrasi, sosyal liberalizm” gibi kavramlarla ifade edilen bu içeriye yönelik merhamet projesi, yine seküler bir birlik anlayışı ile tamamlandı. “Demokratik birlik, halkların kardeşliği” gibi seküler kavramlarla desteklenen bu birlik, Avrupa Birliği dayanışmasını doğurdu. Bu dayanışmada kıta halklarına karşı ırkçılık bir yana, kıta içi milliyetçilik dahi kınandı, dışlandı. Bu, bazı dinî değerlere, “dinsizce” bir dönüş gibiydi. Tamamen vahşileşmeye karşı, bir ara yoldu. Dünyevi kalkınmayı sağlayacak ama manevi huzur getirmeyecekti kuşkusuz.

Avrupa, aynı dönemde iş gücü ihtiyacını karşılamak için tarihinde ilk kez kitlesel olarak dışarıdan işçi aldı ve mülteci kabul etti. Avrupa, ırkçılığın merhametsizliğinden uzaklaştıkça savaşın yaralarını sardığı gibi insanî değerler açısından da yeni bir yükseliş yaşadı, bir barış kıtası hâline geldi.

Ancak Avrupa’nın bu yükselişi ABD’ye hükmeden sistemi rahatsız etti ve o sistem, Avrupa’daki yeni sorunları kullanarak bir tür “köktenci milliyetçilik” olan yeni ırkçı eğilimi güçlendirdi. ABD’nin Avrupa karşıtı eylemlerini tahlil edemeyen, Anti Semitik her tür söylemden kaçınan ama mülteci Müslümanlara düşman yeni bir ırkçı anlayış. Bu anlayış, İslam dünyasına karşı küresel bir karşıtlık geliştiren ABD Başkanı II. Bush’un 11 Eylül 2001’deki planlamaları ile tamamen İslam karşıtlığına doğru sevk edildi.

Batı’da mülteci ve göçmen karşıtı ırkçı yaklaşımların gittikçe sadece Müslüman karşıtı bir anlayışa sürüklenmesinin altında da bu yönlendirme vardır.

 

TÜRKİYE’DE MİLLİYETÇİLİK

İslam dünyasına ihraç edilen milliyetçiliğin, sosyal parçalama yönü görülürken, inançsal kopuş yönü görülmedi. Milliyetçiliğin sadece Ümmet birliğini tahrip etme yönü Müslümanların dikkatinde kaldı. Oysa milliyetçilik, her kavme ait, özerk hatta bağımsız bir inanç üretme yönüyle kavimlerle İslam’ın temel değerleri arasına da mesafe koyuyordu.

Milliyetçilik, İslam dünyasına ayrılıkçı ve merhametsiz sekülerizmin taşınmasında bineklik etti. Nitekim İslam dünyasının ilk milliyetçileri aynı zamanda ilk seküler ideoloji taşıyıcılarıdır.

  1. Dünya Savaşı istilasıyla sekülerizm İslam dünyasına dayatıldığında ise milliyetçilik, sekülerizmin yol açacağı dehşeti dindirmek için kullanıldı.

Öte yandan normalde milliyetçilik “bağımsızlık”la ilişkilendirilirken İslam dünyasında, imandan gelen direniş eğilimine karşı, Batı’ya boyun eğiş de milliyetçi-seküler söylemle meşrulaştırıldı. Geçen yüzyılda Türk milliyetçileri, Batı ile uzlaşma ve Batı uygarlığını kabul etmeyi, tamamen milli çıkarlarla izah ettiler. Aynı çevrenin bir bölümü, milliyetçi anlayışı artık “gücü tarihte kalan” İslam’dan uzaklaşma ve dünyanın yeni hâkimi Batı uygarlığına adapte olmak olarak anladı. Güçlüden yana mağdura karşı konumlanan bu anlayış, büyük güçler adına çalışmayı onların şerrinden korunma “akıllılığı” ile izah etti, öteki olarak ise zayıf iç unsur ve İslam dünyasının diğer kavimlerini gösterdi. Bu tabii olarak, içeride bir çekişme hâsıl ederken ülkeyi Batı çıkarları doğrultusunda İslam dünyasından da uzak tutan bir eğilim olarak iş gördü.  

  1. yüzyılın başında milliyetçilik, devletin resmi anlayışı olarak belirlenip İslâmî siyaset yasaklanınca pek çok dindar kişi, kendini ifade etmek için milliyetçiliğin ıstılah anlamından öte, kelime manasından yola çıkarak milli kültürle ilişkisini vurguladı. İkinci aşamada dinle milli kültür arasında da ilişkilendirme yaparak dindarane tutumlarını “millî tutum” olarak öne sürüp meşrulaştırma çaresine başvurdu.

Bu vaziyet, milliyetçiliğin tahrip edici yanlarını kısmen törpüleyen sentez bir anlayış üretirken aynı zamanda milliyetçiliğin tahrip edici yönlerinin de gözden kaçırılmasına yol açtı. Dolayısıyla bir yanıyla milliyetçiliği ıslah etmiş görünürken diğer yanıyla milliyetçiliği çatışmak durumunda olduğu dinle barışık göstermek gibi bir zemin de oluşturdu. Bu zemin, milliyetçiliğin sekülerizmin ikizi ve hatta bineği olduğu yönündeki mutlak gerçeği de unutturdu. Bu süreçte sistemin asli kadrosunu oluşturan ulusalcıların hakikatte “saf milliyetçiler” oldukları da gözden kaçırıldı.

“YENİ TÜRKİYE” VE MİLLİYETÇİLİK

Türkiye, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından milliyetçiliği, ABD ve Batı’ya karşı seküler ve dindar yönetici elit sınıfı buluşturacak yeni pota olarak gördü. Devleti yönetenler, o yönde bir ortak buluşma vurgusu yaptılar.

ABD ve Batı; Mısır’da Batı’ya bağımlılığı “ulusal akıllılık” gören milliyetçi kesimleri yanına çekerek kendilerine karşı duran İslâmî kesimin iktidarını engelledi. Bu tecrübe göz önünde tutulduğunda Türkiye’de üretilen politikanın zekice olduğu muhakkaktır.

Lâkin milliyetçilik, riskli bir potadır. Üzerindeki korumadan dolayı bugüne kadar özüyle ilgili yeterli değerlendirme yapılmadığı gibi milliyetçi şahsiyet ve yapıların dış bağlantıları da yeteri kadar tahlil edilmemiştir. Dolayısıyla tabiri caizse has milliyetçilerle milliyetçilik kisvesine bürünen yapılar birbirine karışmıştır.

Yeni dönemde Türkiye’nin kalkınmasında “gönül dünyası” çok önemli bir yer tutuyordu. O çerçevede, Batı etkisindeki Arap devletlerinin yönetimleri ile iyi ilişkiler geliştiremeyen Türkiye’nin Arap halkı ve özellikle rejime muhalif İslâmî kesimlerle dostluk bağları geliştirmesi kalkınma politikasının bir parçasıydı. Bu bağlamda Arap İslam dünyasının mağdurları, Türkiye’ye mülteci olarak kabul edildi.

Yeni dönemde milliyetçiliğin yeni pota olarak belirlenmesi ve dışarıyla ilişkilerde Türk kökenliliğin öne çıkarılması, Türkiye’nin bu açılım siyasetine zarar verdi. Buna karşı başta Cumhurbaşkanı olmak üzere o zararın en aza indirilmesi yönünde bir gayret de gösterildi.

Ne var ki milliyetçilik, kontrol edilebilir bir akım değildir, özellikle İslam dünyası gerçeğinde milliyetçi unsurların karmaşıklığı bu akıma yaslanmanın riskini daha da artırmaktadır. Milliyetçi söylem belediye seçimlerinde görüldüğü üzere, hükümetin içeride işini zorlaştırırken dışarıda da Arap Müslümanlarda gönül kırıklığına yol açtı.

Süreç her şeye rağmen kontrol altında tutulurken uluslararası güçler, kendi bağlantılarını kullanarak her dönem pek kolay bulabildikleri kendi milliyetçilerini sahaya sürmeye başladılar.

Bir süredir, israil yanlılığı dahil, zalim ve güçlüden yana, mazlum ve zayıfa karşı dünya sisteminin içinde kalmayı “ulusal akıllılık” olarak gördüğünü ifade etmekten çekinmeyen milliyetçi gruplar sahaya çıktılar ve Türkiye’nin kalkınma hamlesine zarar verecek boyutta mülteci meselesini gündeme taşıdılar.

Onların kodları ile yeni Alman milliyetçilerinin kodlarındaki benzerlik zemini izleyenleri hayrette bırakırken düşünsel tutarsızlıkları da ayrı bir hayret konusudur. Bu milliyetçi kesim, 20. yüzyılın başındaki katı milliyetçilere “rahmet okutacak” kadar ultra bir Batılılaşma yanlısı iken mültecilerin millî kültürü tahrip ettiklerini öne sürüyor ve onları hedefe koyuyor. Bir yandan millî kültürü yok eden bir Batılılaşma yanlılığı içinde iken diğer yandan statik kültür taraftarlığı yapıyor. Çelişki bu kadar da değil. Aynı yapı, mültecilerin milli ekonomiye zarar verdiklerini öne sürerken Batı’ya yönelik ekonomik bağımlılığı bitirecek girişimleri en sert şekilde hedef alıyor.

Ve çelişkinin büyük resmi: Bağımsızlıktan yana olması beklenen milliyetçi yapılar, mülteciler gibi zayıf bir unsurun üzerine vararak Batı’ya karşı bağımsızlaşma yönünde adımlar atan bir hükümeti yıkmak ve onun yerine Batı’dan bağımsızlaşmayı durduracak bir hükümeti getirmek istiyor. Neticede ülkedeki en zayıf unsur mültecilerin üzerine varılarak dünyanın en güçlü unsuru ABD lehine bir dönüşüm hedefleniyor.

Bu denklemin başka çelişkileri de var: Milliyetçiliği yeni buluşma potası olarak belirleyen hükümet, yine milliyetçiler eliyle yerinden ediliyor.

Fakat işin özüne bakıldığında Türkiye, her hâlükârda milliyetçi bir zeminde tutuluyor. Sadece sentez milliyetçi bir hükümet, salt Batıcı bir hükümetle yer değiştirilmek isteniyor. Bu, Türkiye’nin ne yazık ki 1950 öncesine dönüşü anlamına gelir.

Öte yandan mülteci meselesinin hükümetçe ihmal edildiği muhakkaktır. Mültecilerin pek çok sorunu, aslında kırsal alandan kente göçün yol açtığı sorunlardan farklı değildir.  Israrlara rağmen, mülteciler için sağlıklı bir adaptasyon yönünde adımlar atılmadı. Bu yöndeki şikayetler hep Suriye meselesi taraflarına yakınlık ile ilişkilendirildi, yanlış yöne çekildi. Neticede ortaya bir sorun çıktı ve her sorun, dış güçler için ülke siyasetine yön vermek için bir fırsattır! Bugün, o fırsat kullanılıyor.