• DOLAR 34.652
  • EURO 36.352
  • ALTIN 2926.472
  • ...

Diyarbakır’dan Siirt ve Cizre’ye uzanan sahayı dolaştığınızda kayda değer bir “modern değişim”e tanıklık ediyorsunuz. Bölgeyi son kırk yılda izliyorsanız modernleşmenin toplum zeminine yayıldığını kolaylıkla anlayabiliyorsunuz.

Modernleşme, şekille doğrudan ilgilidir ve onun insan üzerinde en kolay görünmesini sağlayan kılık kıyafettir.

Şehirlerin sokaklarında hatta kimi köylerde yirmi yıl önce asla görmeyeceğimiz bir kıyafet türü ile karşı karşıyayız. Ama mesele sadece kılık kıyafet değildir. Şehirlerde ciddi bir yabancılaşma, kendine ait bir dünyadan kopup küresel olana tabi olmaya dönük bir farklılaşma yaşanıyor. Özünden kopmuş lâkin henüz yabancı olanı benimsememiş, kanıksamamış olanların tavırlarındaki yapaylık, rahatsız edici bir boyutta seyrediyor.

İslam, yüzyıllar boyu bu coğrafyaya hükmettiği hâlde kılık kıyafeti ve genel olarak folkloru alt üst etmedi. Kadın ve erkek kıyafetlerine standartlar getirmekle birlikte kıyafetin yöreye özgü yanlarını değiştirmedi. Oysa modern Batı, henüz tam hâkim olmadığı coğrafyalarda bile kılık kıyafeti tepeden tırnağa değiştirdi, folkloru imha etti.

Bizim coğrafyamız, modernizme karşı direnen nadir noktalardandır. Dünyanın 20. yüzyılda modernizme teslim olduğu bir dönemde toplumumuz, kendini koruma mücadelesini söz konusu yüzyılın son çeyreğine kadar genel olarak sürdürdü.

Bugün bu direniş, bazı noktalarda devam ediyor; buna rağmen modernizm yönünde bir adaptasyonun yaşandığı da gözler önünde. Bu adaptasyona neden olan ne? Modernizme karşı direnişin bazı toplum kesimlerinde kırılmasının gerisinde ne var?

Analizimizde bu sorulara cevap vermeye çalışacağız.

HER ŞEY KÜRESEL DEĞİŞİMİN SONUCU MU?

Modernleşmenin arkasındaki etken irdelenirken sıklıkla ifade edilen bir yargı söz konusudur: Dünya, makro ölçekte değişirken mikro alanların direnişi sürdürülemez. Dolayısıyla yaşadıklarımız, dünyada yaşananların; değişimimiz, dünyadaki değişimin normal bir neticesidir.

Gücünü yüzeyinin makul görünmesinden alan bu yargı, modernleşmenin arkasındaki ana yapının ürettiği en aldatıcı hükümlerden biridir.

Modernizmin tek tipleştirici inanç ve yaşam tarzı, yüzyıllardır özgün değerler ve yaşam tarzına tabi toplumlarca zor kabul edilirdi. Marks’ın ve diğerlerinin ürettiği “determinizm”, o zorluğun zihinlerde aşılmasında en önemli etkenlerden biri olarak iş gördü. İnsanı özgürleştirme yönünde değişime tabi tuttuklarını öne süren modernistler, determinist anlayış ile onun iradesini hiçleştirdiler. İnsanın değişime karşı koyma kabiliyetinin olmayacağını, değişimin cebri bir hâl olduğunu öne sürerek onu bitkisel bir yaşamdan da öte nesneleştirme noktasına düşürdüler.  

Meselelere yüzeysel bakanlar ve meselenin sadece değişim cihetine odaklananlar, onları cehalet ve gafletle onayladılar. Hâlbuki yapılan işlemin bir değişim; bir de değişimin yönü cihetleri vardır. Değişim, zorunlu olabilir. Ama değişimin yönü, insan iradesinin bir tercihidir. Değişim; insan unsurunun iradesiyle kabulü ya da insan iradesinin bastırılıp zorla tabi edilmesi ile belli bir yöne doğru yol alır.

“Dünya değişti, biz de değişiyoruz!” diyenler, modernizmin arkasındaki planlamayı saklama hilekârlığıyla kalmadılar, aynı zamanda insanımızı özgürleştirme iddiasındayken onun iradesini tamamen hiçleştirdiler. Onun olaylara müdahale kabiliyetini büsbütün inkâr ettiler, onu kulların kulu köle konumuna düşürdüler.

Dünyadaki değişimin ve kitle iletişim araçlarının bu değişimi yayma/dayatma kabiliyetinin Siirt’teki, Batman’daki, Cizre’deki bir genç kadın üzerindeki etkisi inkâr edilemez. Ama meseleyi sadece bu etki ile açıklamak, dış aktörlerin planlamasını yok saymak anlamına geldiği gibi, yerel aktörlerin dış güçler namına faaliyet içinde oldukları gerçeğini de örtbas etmektedir.

İman etmek, cahiliyenin önümüze ve arkamıza ördüğü duvarların yıkılıp ufkumuzun açılmasıdır. Mü’min, ufku açık, akıl ve feraset sahibi, üstün iradeli insandır. Modernizmin, dünyaca kabulünü sağlayan perdeler gözlerimizi hakikate kapatmamalıdır, kapatmayacaktır.  

Bölgede yayılan modernizmin arkasında birden çok yerel etken vardır. Bu etkenleri görmek yetmez, onların birbirlerini nasıl tamamlayacak şekilde organize edildiklerini de görmek gerekir. İslam dünyasının istila altında tutulmasında kullanılan, çekişen, çatışan aktörler vardır. Olayları doğru değerlendirmek için o aktörlerin faaliyetlerini görmek yetmez, onlar arasındaki bütünleşmeyi de görmeliyiz.

DEVLETİN İMKÂNLARI MODERNİZM İÇİN KULLANILDI

Tarih boyunca Haçlı, Moğol ve Birinci Dünya Savaşı istilalarının tamamına karşı koyma kabiliyet ve cesareti gösteren nadir alanlardan olan bölgenin dönüştürülmesi, küresel yapıların bir talebidir. Modernleştirme, bir operasyondur ve bu operasyonun arkasında bölgenin direnişinin arkasındaki İslâmî kimlikten huzursuz olan küresel yapılar vardır. Ne yazık ki küreye hükmetme gücüne ulaşan bu yapılar, hükümetler ve örgütleri aynı hedef için yönlendirebilmektedir.

Bölge, 20. yüzyılın başında Türkiye’de yaşanan modernleştirme operasyonu bağlamında devleti yöneten yapı tarafından şiddetli bir baskıya tabi tutuldu. O dönemde özellikle, toplumun erkek unsuruna yönelik şiddetli bir baskı yapıldı. Erkek unsurun itaat altına alınması için canlara kıyıldı. Lâkin kadın unsurun, direnişin arkasındaki rolü fark edilmedi. Kadın, erkeğine tabi zayıf unsur sayıldı. Bunun için erkek unsurun mühim bir kısmı itaat altına alındığı hâlde bölge, özellikle kadın unsurun direnişiyle modernleşme karşısında kimliğini koruyabildi.

1980’li yıllardan bu yana yürütülen modernleştirme operasyonunun post modern organizatörleri, bölgenin güçlü kadın gerçeğini keşfettiler ve operasyonu özellikle genç kadını hedefe koyarak yürüttüler.

İslam’da toplumların mağduriyetleri, onları ıslah etmek için vesile iken Batılı yaklaşımda toplumların mağduriyetleri istila için kolaylaştırıcı etkendir.

Bölgede örfün İslam karşısında hâlâ ayakta kalması yüzünden, kadının mağduriyeti bir hakikattir. Lâkin Batılı düşüncenin bölgeye yansımaları kadın üzerinde etkili olmadığından modernleştirme operasyonunu yönetenler, bölge kadınına ulaşamadılar, amaçlarına eremediler. Bunun için hükümetleri zorlayarak ve kimi zaman kısıtlı da olsa “Avrupa Birliği Fonu” gibi fonlarla finanse ederek bölgede okullaşmayı yaygınlaştırdılar. Bu ilk anda “insani” bir hizmet gibi görülse de hakikatte özgürleştirme kisvesi altında itaat altına alma operasyonuydu. Yüzeyden bakıldığında bir aydınlanma hareketi iken derinden bakıldığında modernizm üzerinden bir körleştirme faaliyetiydi.

Özellikle en ücra köşelere ulaşan Yatılı Bölge Okulları ve ona karşı İslâmî hizmetlerin baskı altına alınması, bölgede “küreye tabi olmuş” kimliksiz bir kadın unsurun üretilmesinde etkili oldu, bölgeyi modernleştirmeyi ideolojik bir amaç hâline getiren Sosyalist örgütün de işini kolaylaştırdı.

Toplum, elbette okumalıydı, lâkin onu kimliğinden uzaklaştıracak bir bükme operasyonuna tabi tutulmamalıydı.

Hakikatte okumak, kişi ve toplumları aydınlatırken modern eğitim modern körler üretebilmektedir. Bölgede okullar, idrakleri kapanmış gözleri görselin aldatıcı dünyasından beyne “sürüklenme hevesi” taşıyan bir kadın unsuru üretti. Bu kadın unsurunun daha önce dönüşüm geçirmiş erkek unsurla buluşmasıyla modernleştirme bölgede hız kazandı.

SOSYALİST ÖRGÜT MODERNİZMİ “KUTSALLAŞTIRDI”

Modernizm, henüz 19. yüzyılda Osmanlı gerçeğinde bir kurtuluş yolu gibi tarif edildi. Sosyal ve siyasal dönüşüm yönü teknik yöne daima baskın gelen modernizm ile teknik kalkınma özdeşleştirildi. Modernizmin sosyal yanı, teknik kalkınma taleplerinin önüne özellikle set olarak yerleştirildi. Teknik kalkınma talebinde bulunanlar, modernizmin sosyal ve siyasal yanları ile uğraştırılarak en uygun ifade ile “dolandırıldı”.  

Osmanlı gençliği, devlet ve toplumun modernleşmesi durumunda kurtulacağına inandırıldı. Gençlik, kalkınma talebiyle harekete geçmişken sosyal ve siyasal modernizme doğru kaydırıldı. Gençlik, teknikle buluşup Batı istilasına karşı koyma kabiliyeti edinecekken Batı’nın “fedai” savaşçısı rolüne büründü.

Moğol istilasının çok şeytanca modernize edilerek çağa uyarlanmasından ibaret bu dolandırılma, modernizmin İslam dünyasında yol almasında büyük paya sahiptir.

  1. yüzyılın başında bazı Türk milliyetçisi unsurlar ise modernleşmenin Batı tarafından dayatıldığının farkındaydı ama Osmanlının ardından sınırlı da olsa bir toprak parçasını korumak için ona tabi olmayı zorunlu ve nihayetinde akıllıca bir yol olarak gördü. Modernleşirsek Batı, yakamızı bırakır; bizi imha etmekten vazgeçer, düşüncesiyle modernizme hizmet etti. Bu Batı'ya tabi olmaya dayalı, pozitivist ve kendince rasyonel bir milliyetçilikti.

Kürt gerçeğine gelince daha önce başka Müslüman toplumlara uygulanan modernleştirici araçların tamamı sentezlenerek ona karşı kullanıldı. O araçların tümünün aynı anda işletilmesiyle Haçlı ve Moğol’un kıramadığı inadın ki hakikatte sebatın kırılacağı düşünüldü.

Bu çerçevede İslam’dan kopuş yanıyla modernleşme; Batı’nın Kürtlere temel insan haklarını vermesi ya da Kürtlerin temel insan hakları için verdiği mücadeleyi desteklemesi için farklı gruplarca bir öneri olarak sunuldu, onay gördü. Aynen Türk milliyetçiliğinde olduğu gibi, bölgede bazı kesimler, özde İslam’la bir sorunları olmadığı hâlde İslâmî faaliyetleri Batı’nın gazabına yol açacağı için reddettiler.  “Kültürel” dindarlıklarını terk etmedikleri hâlde “İslam için çalışırsak bugünün dünyasında ebediyen haklarımızı alamayız” teziyle İslâmî faaliyetlerin karşısında yer aldılar. Söz konusu kişiler, aynı tezle modernleşme yönündeki faaliyetleri desteklediler ve o faaliyetlerin fiili bir mücadele ile desteklenmesi durumunda, Kürtleri haklarına kavuşturacağı yönünde bir kanaat oluşturdular.

1960 darbesinin aktörlerinin faaliyetlerinden bağımsız olmayan bu düşünce, 1970-1980 sürecinde bölgede geniş bir alan edindi; 1990’lı yıllarda ise bölgede Kürt milliyetçisi yapıların temel eğilimi hâline geldi.

PKK, ilk günden bu propagandanın içindeydi. 1990’lı yılların eşiğinde ise Türkiye’nin derin yapıları ile kurduğu, görünür bir ilişkiyle özellikle bu propagandayı yüklendi. Örgütsel mücadelesini, Kürt halkının sosyal anlamda modernleştirilmesi mücadelesine büründürdü, kendisini Batı’ya, modernizmin son “fedai örgütü” gibi tanıttı, bunun üzerinden Batı ile temas kurdu ve bundan çıkarlar elde etme yoluna gitti.

Bu yeni hâlle, 1920’li yılların Türkiye’sinde modernleştirme için başvurulan baskı yöntemleri bile gölgede kaldı. İslâmî mücadele bu baskı ile frenlenmeye çalışılırken modernizmi bir kurtuluş yolu olarak kutsallaştırma projesi de büyük ihtimalle Batılı danışmanların destekleriyle geliştirildi.

Değerlerine, kimliğine ölesiye bağlı insanımız, bugüne kadar modernizmi reddederek temel değerlerini koruduğu gibi nüfus çoğalması gibi yanlarını da koruyordu. Toplumumuz, modernizmden korunmanın kendisine yönelik olumlu yanlarını görüyor ve o yöndeki tutumunu ısrarla sürdürüyordu. Hâlbuki söz konusu projeyle modernleşmek, haklarına kavuşmak için yegâne kurtuluş yolu gibi görüldü, o yola girmek, kurtuluşa ermekle bir sayılmaya başlandı. Özellikle genç kadın unsuru, mağduriyetleri üzerinden buna inandırılarak modernizmin gönüllü bir “fedaisine” dönüştürüldü.

Sokaktaki “modern” görüntü, ana hatlarıyla bunun bir neticesidir. Ne var ki bu süslü görüntünün görünmeyen tarafında, bölgede geçmişten beri çekiciliği olmayan alkol bağımlılığı olmasa da gençler arasında uyuşturucu bağımlılığı gibi acılar vardır. Halk, esef içinde “Bu bela de nereden çıktı?” diye hayıflanıyor. Ama ölçülerini yitirdiğinden vakaları yorumlayamıyor.

Değerlerin tükendiği bir ortamda, evlilik kurumu tahrip olmakta, nüfus artış hızı gittikçe düşmekte ve bölgenin onurlu kimliği gittikçe tüketilmektedir.

Ne yazık ki bölgenin onurlu kimliğinin tüketilmesi, birbirleriyle çatışan “farklı” unsurlar tarafından sevinçle karşılanmakta ve “farklı” yöntemlerle desteklenmektedir. Akıllarını yitirenler, bu sevincin arkasındaki etkenleri anlamaktan aciz!