Müslümanların Gerilemesi ile Dünya Neler Kaybetti?
Başlığımız, Ebü’l-Hasan en-Nedvî’nin şehid Seyyid Kutub tarafından da çok takdir edilen eserinden alınmadır. O muazzam eser, o günden bugüne hepimizi etkiledi. Lâkin onun yazılışı üzerinden yetmiş iki yıl geçti. Meselenin hem önemi hem eserin üzerinden geçen süre, farklı bakış açılarıyla yeniden ele alınmasını gerektirmektedir. Dolayısıyla Ağrı Üniversitesi’nde geçen hafta verdiğim konferansta da ifade ettiğim üzere, konuyu kendi tespitlerim çerçevesinde ele alacağım.
Başlığımızın karşılık bulması, hiç kuşkusuz “İslam, insanlığa ne getirdi?”, “Müslümanların gerilemesi nerede başladı?” ve “Müslümanların gerilemesi insanlık için neye mal oldu?” sorularına cevap vermeyi icap ettirir. Analizimizde konuyu bu başlıklar çerçevesinde ve yerimizin yettiği kadar ele alacağız.
İSLAM NE GETİRDİ?
Kur’an-ı Kerim’in kalbi olan Yasin-i Şerif’ten açıkça anlaşılabileceği üzere İslam; insan iradesinin vahiy doğrultusunda uyandırılması (ihya edilmesi) ve vahyin kılavuzluğunda işler hâle getirilmesidir.
İslam, bu çerçevede önce kalb ve aklın işlemesini engelleyen unsurları bertaraf ederek iradeyi vahyin kılavuzluğunda uyandırdı. O uyanmış iradeye, “Önce vahiy-sonra irade” diye seslendi. İnsanlığın kurtuluşunun, iradenin vahyin kılavuzluğunda ihya olup işlemesine bağlı olduğunu kavrattı.
Vahiy olarak Kur’an-ı Kerim, “Oku!” emriyle başlar. Bu, ancak bugün anlaşılabilen mucize ile de ilişkili olarak İslam, kendi ötekisine “cahiliye” dedi. İslam’ın ötekisi cahiliye ise, İslam ilimdir. Yine Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem’in ahir zaman peygamberliğine işaret eden bu mucize çerçevesinde İslam, insanlığı ilimle buluşturdu. Lâkin insanlığı ilimle baş başa bırakmadı. Veciz bir ifadeyle İslam “Önce edep-sonra ilim!” dedi. Burada edep; vahiyle şekillenmiş yüce bir ahlakı, insanın yararına olmayı, o yarar çerçevesinde disiplini, vahyin kalb ve aklı etkilemesiyle oluşan vicdan gibi faziletleri kapsar. İlim, bu edebin himayesinde, bu edebin kabında yol gösterici nurdur; edebin dışlandığı bir üretimde ise ilim, belki nardır, yani ateştir.
İslam’dan önce insan kesimleri açısından; sadece erkekler ilimle uğraşırdı; ilim, belli bir elit sınıfın tekelindeydi; köleler ve toplumun alt hizmet işlerinde çalışan kesimleri ilimle uğraşamazdı. Coğrafya açısından ise ilim belli bölge ve şehirlerde toplanmıştı; ilmî kesimler arasında iletişim yoktu.
İslam, ilmi, topumun bütün kesimlerine açtı, o açıdan ilim ortak paydası üzerinden bir ilmî ümmetleşme, toplumsal bütünleşme sağladı. Öte yandan ücra köşeler dahil, ilmi dünyanın bütün coğrafyalarına yaydı ve dünyanın farklı kesimlerinin ilimlerini aynı havuzda buluşturup tetkik ve tahlile tabi tuttu. Resûl-i Ekrem’in bütün insanlığın peygamberi olması mucizesi ile ilişkili olarak da bir ilmî evrensellik/ilmî küresellik devrimi gerçekleştirdi.
Ashab, bir şehri kuşatırken şehir halkına önce İslam’ı anlatırdı; reddederlerse onlara cizye ödeme şartıyla İslam’ın yüce himayesini önerirdi. Ancak bunu da reddederlerse kuvvete başvururdu. Dolayısıyla İslam, kendisinden önce fiziki kuvvet daima öncelikli iken, “Önce hikmet-sonra kuvvet!” sıralamasını getirdi. Kuvveti de ilke ve detayları vahiyde ifade edilmiş, hep insanlığın lehine olan bir hukuk ve derinliğini yüce bir ahlaktan alan vicdanla sınırladı. Sıradan insani ilişkilerin yanında, içeride devlet-toplum; dışarıda devletlerarası ilişkilerde “hikmet-hukuk-vicdan devrimi” yaptı.
İslam, insanın soylu kesimlerinin kutsanıp ilahlaştırıldığı, sıradan kesimlerinin ise kâr ve zararına göre bakılan biyolojik bir araçtan ibaret bilindiği bir dünyada insanın eşref-i mahlûkat olduğunu ilan etti. “Önce insan-sonra nizam” dedi; insanın yeryüzünün efendisi olduğunu duyurarak onun manevi iade-i itibarını sağladı.
Resûl-i Ekrem, üç iradeyi sosyal ve siyasal mekanizmanın içine çekti: Azatlı köle iradesi, kadın iradesi ve genç iradesi.
İslam; azatlı köleler açısından “üstünlük takvadadır” esasıyla yükselişi sınıf tekellerinden kurtardı; toplumun bütün kesimlerine yükseliş kapıları açtı. Böylece İslam’dan sonra tarihte ilk kez köleler hiyerarşide en tepeye çıkarak büyük devletlere sultan oldular. Hatta denebilir ki Müslümanların kölesi olmak, bir gün onların efendisi olmakla aynı anlama geldi. Dolayısıyla İslam, tükenmeyi ifade eden köleliği dahi kişinin gayret ve ehliyetiyle ilişkili olarak bir yükseliş yoluna dönüştürdü. Ki İslam, baştan sona selamet ve yükseliştir.
İslam’dan önce, Enbiya Sûresi’nde (ayet 93) ifade edildiği üzere ümmetler, dinlerini parçalamışlardı, bunun için insanlık yaralıydı. Din-dünya, madde-mana farklı yerlere bakardı.
İslam, baştanbaşa bir bütünleşmedir. Bunun için ifade edildiği üzere İslam, insanlığı sınıflar açısından bütünleştirip ümmetleştirdiği gibi o bütünleşmiş ümmetin zihniyet ve yaklaşımında; madde-mana, ilim-zikir, dünya-ahiret bütünlüğü getirdi; insanlığı parçalılığın getirdiği kanamalardan/acılardan kurtardı. İnsanlığı bütünleştirerek mutlu etti.
Neticede burada sözü edilen ve edilemeyen faziletlerle İslam, gittiği her yerde çok kısa bir süre içinde sosyal, siyasal ve ekonomik bir devrim yaparak kısa bir süre içinde toplumsal saadeti sağladığı gibi akılların anlamakta güçlük çektiği bir kalkınma da sağladı. Şam, Bağdat, el-Cezire (Kürdistan), İran, Mâverâünnehir, Türkistan, Endülüs, Müslüman Hint, Mısır, Kuzey Afrika’nın tarihsel kalkınması bu şekilde gerçekleşti.
MÜSLÜMANLARIN GERİLEMESİ NEREDE BAŞLADI?
İslam’ın hâkim olması, bütünleşmeyi; İslâmî hâkimiyetin son bulması, çözülmeyi ifade eder.
Müslümanların iç çözülmesi, daima dışarıya karşı bir gerilemeye yol açar. Bu kapsamda, dışarıya karşı Müslüman gerilemesini hep iç çözülmeyle birlikte ele almak, dışarıya karşı gerilemenin köklerini içeride aramak yanlış olmaz.
Müslümanların ilk iç çözülmesi, hilafetin saltanata dönüşmesidir. Hilafetin saltanata dönüşmesi, yönetimde babadan sonra oğlun gelmesinden de öte bir durumdur. İslam, ehliyet durumunda oğlun babadan sonra gelmesini yanlış bulmaz. Saltanatta bundan öte, İslam’ın esasına intikal eden “Üstünlük takvadadır” hükmünün ihlali söz konusudur. İslam’ın ehliyet koşulu bertaraf edilerek kişilere sadece soylarından dolayı bazı temel hakların tanınması gibi bir sapma vardır. Bu sapma, hiç kuşkusuz Müslümanlar arasında sınıflılığa yol açarak bütünlüğü bozup sistemi sarsarak bir iç çözülme getirmiştir.
İç çözülmede hilafetin saltanata dönüşmesi kadar etkili olan diğer bir husus ise, İslam toplumunda kadın iradesinin görünür olmaktan tamamen çıkarılmasıdır. Müslüman kadın, Resûl-i Ekrem devrinde iradesini açıkça beyan edip Hudeybiye’de olduğu gibi Müslüman toplumun yol almasına vesile olurken, kadın iradesinin görünür olmaktan çıkmasıyla ortaya saray-harem oyunları çıkmış ve bu oyunlarla Müslüman toplum, dışarı karşısında zayıf düştüğü gibi iç çatışmalara da sürüklenmiştir.
Saltanat, nispeten kısa süren Emevî günlerinde Müslümanların birbirlerine karşı sevgi ve saygılarını kırdı; uzun süren Abbâsî devrinde ise imamet (hükümdarlık) makamında niteliksizliğe, imametin simgeselliğe indirgenip harem ve divan hakimiyetine yol açtı. İslam’ın yönetimde açıklık ve başta bulunanın asıl sorumlu olması gibi temel idari hükümleri bu devirde tam olarak ihlal edildi. Yine bu devirde imametin etkisizleşmesiyle ilim-zikir, madde-mana, dünya-ahiret ayrışması, dolayısıyla çözülmesi belirginleşti; çözülme; sosyal, siyasal, ekonomik ve askeri meselelerde açıkça gözlenir hâlde geldi. Buna kadın iradesinin görünür olmaktan çıkması da eklenince İslam dünyası Haçlı ve Moğol vahşetiyle yüz yüze kaldı.
DIŞARIYA KARŞI GERİLEME
İslam’ın, modern çağ öncesi, dışarıya karşı yaşadığı tarihsel iki büyük gerileme vardır. Bunlardan biri, Müslüman bütünleşmesini Bağdat’ın ancak batısında sağlayabilen Gâzzalî-Nûreddin-Selâhaddin ıslahatı tarafından bertaraf edilmiş; diğeri ise onların ıslahatı tarafından durdurulmuş, lâkin Bağdat’ın doğusunda kalan İslam dünyasında hiçbir zaman tam olarak yenilgiye uğratılamamıştır.
O kadim gerilemeden ilki Haçlı vahşeti, ikincisi daha yıkıcı Moğol vahşetidir. Haçlı vahşetinin içeriye bakan yönü, saltanat, artı, kadın iradesinin görünür olmaktan çıkmasıyla ilişkili olarak Melikşah’ın hanımı Terken Hatun etrafında gelişen Büyük Selçuklu iç çözülmesidir.
Moğol vahşetinin içeriye bakan yönü ise saltanat, artı, kadın iradesinin görünür olmaktan çıkmasıyla ilişkili olarak Hârizmşah Alâeddin Muhammed’in annesi Türkan Hatun’un yol açtığı iç çözülmedir.
Her iki vahşette de İslam bütünlüğünü ihlal eden, ilim-zikir; madde-mana, dünya-ahiret bölünmüşlüğü pay sahibidir. Gâzzalî’nin bu çözülmeye karşı başardığı ise ilmi mahzenlerden çıkarıp ilim-toplum, ilim-zikir, madde-mana bütünlüğünü sağlama yönünde yol almasıdır.
DÜNYA NELER KAYBETTİ?
İslam, hangi faziletleri insanlığa kazandırdıysa Müslümanların gerilemesiyle dünya o faziletler konusunda sorun ve felaket yaşadı.
Müslümanların gerilemesiyle insanın eşref-i mahlûkat olduğu kabulü göz ardı edildi, insan yeniden belirli kesimler dışında ve özellikle düşman sınıfı içinde görüldüğünde farklı menfaatleri sağlayan veya farklı zararlar veren “canlı bir nesne” konumuna indirgendi. Kârlı olduğunda beslendi; zararlı sayıldığında sair zararlı nesnelerden dahi daha büyük bir vahşetle imha edildi.
Büyük Haçlı vahşetinde, bizzat Haçlı kroniklerinin bize anlattığı üzere önce Batı’daki Yahudi yerleşimlerinde katliam yapıldı, sonra Macaristan-Bulgaristan-İstanbul hattında Ortodoks Hıristiyan çocukları mızrakların ucuna takılıp keyfi olarak fırınlara uzatıldı, iskeletleri bir zafer işareti gibi mızrakların ucunda taşındı. Nihayetinde Maaratünnumân ve Kudüs’te tarihi bir vahşet icra edildi. O vahşette aynı zamanda insanlığın bilgi mirasının bir bölümü de imha edildi. Sadece 1109’da Trablusşam şehrinin kütüphanesinde imha edilen kitap sayısı 3 milyon ile 5 milyon arasında ifade edilmektedir. Ki o kitapların pek çoğununun sadece bir veya birkaç nüshası vardır.
Büyük Moğol vahşetinde 44 milyonluk katliamlarla insanlık nüfusunun o günkü tamı tamına yüzde 11’i öldürüldü. Kütüphanelerde yakılan veya atların semerinde kullanılan kitaplar ise üst üste yığılsa küçük dağlar oluşurdu.
Gâzzalî-Nûreddin-Selâhaddin ıslahatı, Osmanlı üzerinden Batı’ya doğru yol alıp Batı’nın önünü kesince Batı; Hint-Afrika ve Amerika kıtalarına yöneldi. Hint ve Afrika’da katledilen insan sayısı tahmin bile edilemiyor. Ama Batı’nın 1492 ile 1911 yılları arasında katlettiği Amerikan yerlisi, 70 milyon olarak tahmin edilmektedir.
Selçuklu öncesi beş yüz yıl süren ve genel olarak Müslümanların galip geldiği bütün İslam-Bizans savaşlarında toplam ölüm vakası 130 bin civarı kabul edilmektedir. Oysa Batı’nın galip geldiği yerlerden sadece Endülüs’te bile Müslümanlara karşı katliamlarda katledilen insan sayısı 7 milyon ile 10 milyon arasıdır.
Avrupa’daki yüzyıl savaşlarında ölü sayısı 3-4 milyon civarı; Amerikan iç savaşı –İngiltere mücadelesinde ise ölü sayısı 35-50 milyon arasıdır.
Artık modern dünya ile bilim çağındayız, Batı, bilimi sürdürdü deniyor. Bu da aldatıcıdır.
İslam’ın önce edep-sonra ilim çerçevesinde ilim, insanlığı aydınlatıp kurtaran bir nur/ışık iken Batı aydınlanması ile İslam’dan uzaklaştırılan ilim/bilim insanlık için nar/ateş oldu.
İşte bilim çağının gerçekleri:
1. Dünya Savaşı’nda insan kaybı 10 milyon civarı kabul edilirken kimi tanıklarının henüz hayatta olduğu II. Dünya Savaşı’nda toplam insan kaybı 54 milyon ile 67 milyon arasında ifade ediliyor ve bugün insanlık, dünyayı çöle dönüştürecek olan III. Dünya Savaşı için gün saymaktadır.
İslam, insanlığın kardeşliğini ilan edip hepsinin vahyin muhatabı olarak bütünleştirirken insanlık, Müslümanların gerilemesi ile o noktadan uzaklaştıkça çözülüyor, sınıflara ayrışıyor. Bugün dünyanın zengin yüzde 1'lik kesimi küresel servetin %82'sini tüketiyor. İnsanlık, herhâlde hiç bu kadar ayrışmamıştı.
İslam kardeşliğine karşı insanlığın modern hümanizma üzerinden kardeşliğini sağlama iddiası da iflas etmiş, insan insanın kurdu olmuştur. Nitekim ABD’nin Biden öncesi son 23 yılda görev yapan üç başkanı, dokuz ülke işgal ettiler ve bu işgallerin 11 milyon insanın ölümüne yol açtığı belirtiliyor.
Bu, sınır tanımayan vahşete karşı bir daha haykırmak gerek:
Çare İslam’dır. Kurtuluş İslam’dadır. Çare Müslüman çözülmesine karşı, İslam üzere bütünleşmedir.