Yeni Bir Dünya Mümkün mü?
Milâdi 13. yüzyılın ilk çeyreğinde Mâverâünnehir’in en görkemli kenti Buhara, Moğol istilası tehdidi altındaydı. Lâkin şehrin halkı zenginlik içinde şikâyet etmeye, varlık içinde yüzerken kınamaya devam ederek kendi “kültürel” havasındaydı. O çağ için medeniyetin doruğuna ulaşmış iken kültürün aldatıcı alışkanlıklarına geri dönmüş, İslam medeniyetinin sürekli ilerlemeyi öngören emirlerini unutmuş, kültürün durgunluk ile başlayan bataklığına saplanmıştı.
Buhara, o kadar çok ilmî tartışmalar, ticari pazarlamalar ve günlük hayatının eğlenceleri içinde idi ki Moğol istilasını ciddiye almamış, salt içeri üzerine yoğunlaşmıştı. Zira kavuştuğu varlığın asla bitmeyeceğini, belki de kim başa geçerse geçsin, halk nezdinde hiçbir şeyin değişmeyeceğini düşünüyordu.
1219 yaz mevsimi… Cengiz’in komutasındaki orduları, Moğolistan ve Çin’de katledeceği kadar insan katledip akıtacak kan bulamayınca İslam âlemine yöneldiler, orduları mamur Otrar şehrini yerle bir edip kanları akıttılar, namusları kirlettiler, ustaların “Bismillah” ile işleyen kollarını kirli istilalarına alet edip tertemiz çocukları köleleştirdiler.
Cengiz bizzat kendisi Şubat 1220’de Mâverâünnehir’in en mamur şehri Buhara’ya yöneldi. Cihad ruhuyla beslenmekten yoksun, maaşlı askerlerdi Buhara’dan ilk kaçanlar…
Şehrin feraseti açık, bilge âlimleri direnelim, dediler. Askerlerin yokluğunda bile kalplerindeki imandan aldıkları cesaretle savaşalım, cihad edelim diye ısrar ettiler. Akıllarına mahkûm, imkânlarına kul olanlar ise boyun eğmeyi “akıllıca” yol görüp teslim bayrağını çektiler. Kadı Bedrüddin ve İmam Rukneddin aileleriyle birlikte direnip şehid oldular. Ama diğerleri Cengiz’e kapıları açtılar.
Cengiz, kapıdan içeri girip şehrin muhteşem camisinin yanına varınca “Burası sultanın sarayı mı?” dedi. “Hayır, Allah’ın evi!” dediler. Camiyle işi yoktu. Bütün sömürgeciler gibi gözü hazinelerdeydi. Minbere bir iki basamak çıkıp “Atlarımıza yem getirin!” dedi. Daha düne kadar kendilerinden olan idarecilerden şikâyet edip duran Buharalılar, atların hizmetkârı olup arpa, saman bulmak için koşuşup durdular.
Moğol hükümdarı, büyük camiden, Cuma ve bayram namazlarının kılındığı namazgâha yöneldi. Bana şehrin en zenginlerinin isimlerini getirin, dedi. 280 kişinin ismini verdiler. Dilediği kişiler halkla birlikte huzurunda hazır olunca minbere çıktı ve “Ben Tanrı’nın size gönderdiği azabım.” diye haykırdı. Yanınızda ne var, adlarını söyleyin, çıkarmasını bilirim, diye ekledi!
Buharalılar, ellerinde ne varsa listeye yazdılar, zanlarınca Cengiz’in maddi olanı alıp onları kendileriyle baş başa bırakacaktı. Öyle olmadı:
İç kalede 400 kahraman asker hâlâ direniyordu. Eski idareciler, iç kaleyi tahkim için, etrafı derin ve geniş bir hendekle çevrelemişlerdi. Cengiz, Buharalılara bu hendeği kapatın, diye emretti.
Kültür bataklığında iken kendilerini medeniyet ufuklarında zanneden köşklü, saraylı Buharalılar, hendeği kapatmak için yarışıp durdular, şehrin görkemli camisinin minberini bile söküp hendeğe attılar, kendilerini kurtarmak için kendi askerlerini koruyan setleri yıktılar. Askerlerini Moğollara kurban ettiler.
Buharalıların işleri bitince Cengiz, askerlerine kadın, çocuk hepsini aranızda paylaştırın, dedi. Kadın ve çocuklar çığlık çığlığa yeri göğü inleten figanlarla inletirken Buharalıların “akılcı” eşrafları, boyunlarını kurbanlık koyundan çok daha usluca kılıçlara uzattılar; eşraflığın şerefini ayaklar altına aldılar. Moğollar, onları yoruluncaya kadar öldürdüler, geriye kalan kadın ve çocukları köle edindiler. Sanatkârları da istilada kullanmak için paylaştılar. Sonra o görkemli şehri acımasızca ateşe verdiler.
Önceki güne kadar ışıl ışıl olan Buhara, artık kapkaranlıktı; Buhara’nın etrafını saran çimenlikler bile kan bataklığına dönmüş, kurumuş kandan siyahlar giyinip yasa bürünmüştü.
Moğollardan önce cebriyeciler, ulaşmıştı şehirlere. Başımıza gelen ve gelecek olan, önü alınamaz bir kaderdir, diyorlar. Bir yandan Moğol katliamlarında katilin iradesinden kaynaklı sorumluluğu hiçleştirirken diğer şehirlerde direnecek olanların azimlerini katlediyorlardı. Bir de “hadis” etiketiyle uydurma sözler dolaştıranlar vardı. İslam’ın ömrü altı asır ve birkaç yıldır, diyorlardı. Onlar iradeleri; Moğollar bedenleri öldürüyordu. Alâeddin Hârizmşah’ın 400 binden çok askeri vardı ama iradesi yoktu. Hârizmşah, bunun için durmaksızın kaçıyordu ve Moğollar, onu kovalıyorlardı.
Medeni insanın iradesi, barbarın hırs ve azmine yenilmişti. Bu hâl içinde Buhara istilasını, Türkistan ve İran’ın diğer şehirleri izledi. Sadece Merv şehrinde şehid edilenlerin sayısı için 1 milyon 300 bin civarı, dendi.
Aynı günlerde Batı’dan gelen V. Haçlı musibeti de bizzat Papanın vekilinin komutasında Dimyat önlerine yığılmış, Dimyat’ı da ele geçirmişti. Ama Haçlı gemileri, Akdeniz üzerinden Mısır önlerine, iri taneler hâlinde yağan dolu misali düşerken Sultan Melikü’l-Kâmil el-Eyyûbî, mealen düşmanın çokluğu bakışınıza göredir, deyip direnişi sürdürdü, ellerini kollarını kullanarak Haçlıların “İslam’ın ömrü altı yüzyıldır. O süre doldu, İslam’ın kıyameti geldi!” propagandasının kehanet olduğunu ispatladı ve zaferiyle Haçlı ordusunu, zaferinin neticeleriyle kilise ve şatoları bile çatıştırıp darmadağın etti.
1240’lı yıllara geldiğimizde Türkistan ve İran, baştanbaşa yıkılmış; Moğol katliam ve istilası Anadolu’ya da uzanmıştı. İçimizdeki irade düşmanları, Moğol hizmetkârı müneccimler, “dediğimiz vuku buldu” diyerek benlik ve bahşişleri için bayram ettiler. Yasımıza ağlamadılar, katillerimizi haşa kaderi gerçekleştiren melekler misali kutladılar, mağdur ve maktul Müslümanları ise gereksiz yere direndiler, başkalarının direnmesine neden olup katlolunmalarına yol açtılar diyerek “asıl günahkârlar olarak” ilan ettiler.
Batı’daki düşman Papa, İslam’ın bu acı hâline bakıp bir daha umutlandı ve İslam âleminin cesedindeki zenginlikleri Moğollarla paylaşmak için onlara elçiler gönderdi. Aynı anda en “aziz” kral, IX. Louis’i de kıyametimize inandırıp Dimyat önlerine yolladı.
Mısır’da bu kez müteveffa Büyük Sultan Melikü’l-Kâmil’in oğlu Melikü’s-Sâlih vardı. Onun ömrü vefa etmeyince oğlu, büyük alim, bilge hükümdar Muazzam Turan Şah başa geçti. Şazeli Şeyhi ve İz b. Abdüsselam gibi İslam âlemleri cihad edin, kazanırsınız, diye haykırıyorlardı. Allah, direnenlere verdi. Aziz Louis esir düştü, deniz Haçlıların cesetleri ile kaplandı.
1258’e gelindiğinde Moğollar, Bağdat’ı da istila etmiş, Halifeyi katletmiş, İslam alemini başsız ve başkentsiz bırakmışlardı.
Halep, başımıza gelen cebri bir hâldir, iddiasını onaylarcasına “Teslim olalım!” dedi, 112 yıl önce kurtarıldığı kültür bunalımına bir daha düşüp o bunalım içinde boynunu uzattı. Oysa Meyyâfârikîn’de (Silvan), Muhammed Kâmil el-Eyyûb adlı genç hükümdarın komutasında direnmeye karar verdi ve bir yıllık direnişte zaferi açlık ve hastalık yüzünden görmediyse de direnmenin mümkün olduğunu ispatladı, işkence ile paramparça edilmiş her gün bir parça eti kesildiği için kemikten ibaret kalmış bedeni gömüldü. Mübarek başı Moğol mızraklarının ucuna takılı olarak şehir şehir dolaştırılırken adeta dile gelmiş ve direnmek iyidir, demişti. Bedenin ulaşamadığı zafere ruhu ulaşmıştı.
Aynicâlût’ta amcasının oğlu Melikü’s-Sâlih’in memlûklarının kalbine üflediği onur, zihinlerine nakşettiği bilgelik onun başının öyküleriyle buluşunca direniş ruhu yeniden canlandı ve “Mülkü Moğollara Allah verdi! Bize onlara itaat düşer!” diyen belamları yalanlayarak Moğolları canlarının derdine düşürdü. Allahu Ekber!
O mübarek baş ve Aynîcâlût zaferi; Moğolları da Papaları da ve onların yardımcıları iradeyi hiçleyen cebriyecileri de yalancı çıkarmış, söylediklerinin hadis değil, uydurma söz olduğunu göstermişti.
Uydurma sözler, Şam ve Mısır’da Nûreddin ve Selâhaddin tarafından yayılan Dârülhadis’lerin öğrettiği sahih hadislerin önünde sönmüş, hiçleşmiş ve zafer İslam’ın olmuştu. Yüz yıl geçmeden Moğolların bakiyeleri Müslüman oldular ve İslam askerleri olarak Moskova surlarına dayandılar.
13. yüzyıl henüz son bulmadan Batı Anadolu’da Söğüt dolaylarında dersini Şam’da almış Edibâli ile İslam’a samimiyetle inanmış, hakiki İslam alimlerine güvenmiş Osman Bey’in iradesi birleştiğinde dağlar ve taşlar bile adeta “Cebriyeciler yalan söylüyor! Yeni bir dünya kurmak mümkün!” diye haykırdı.
Bu haykırışın üzerinden altmış yıl geçmeden İslam, Batı’ya kanat açtı, sonra İstanbul’u fethetti. Direnin, diyenler rahmetle anılırken direniş katli artırır diyen cebriyeciler lanete bile değer görülmedi.
SEKÜLER CEBRİYECİLİĞE RAĞMEN YENİ BİR DÜNYA KURMAK
Cebriyecilik dediğimiz vakaların akışında insan iradesini hiçleştiren bir akımdır, akım ana yapısıyla İslam ulemasına yenilmiş ama özü sinsice aramıza yerleşmiştir.
Bugün İslam aleminde kadim cebriyecilik, belki en güçlü akımdır. O akımın müntesiplerine göre, her gelecek gün, geçen günden kötüdür. Öyleyse dillerin ve ellerin çırpınışları boşunadır. Kıyametimizi beklemekten başka çare yoktur.
Bunun için, azimsizliklerini, tembelliklerini; sıradan Müslümanın hatası, azimsizlik ve tembelliği ile örter; alimlik iddiasında iken avamın hâlinden kendilerine fetva bulurlar. Durmadan kötü bir misal arar ve azmimizi kırmak için onu delil edinip önümüze atarlar. Direnmemizden huzursuz olur, azimsizliğimizle sükûn bulurken bizden şikâyet etmeyi kutsal vazifeyi ifa sayarlar.
İslam âlemini istilaya bu kör zihniyet açtı, bu kör zihniyet istilaya yardım etmeye devam ediyor.
Öte yandan İslam dünyasına ideolojiler üzerinden salınan seküler bir cebriyecilik vardır. Vakaların akışında insan iradesini hiçleştiren emperyalist bir determinizm. Başımıza gelenlerin çağın eseri ve gereği olduğunu öne süren “çağdaş” kaderci akım!
Kendilerini İslam aleminin en okumuşları görürler. İslam aleminin en büyük dünyevi nimetlerini onlar tüketir, en görkemli boğazlarda, göl ve nehir manzaralarında ancak fotoğraflardan bildiğimiz malikanelerde otururlar.
En büyük maddi sermayeler onlara aittir, en büyük personel gücü onlardadır. En büyük yayınlar, ekranlar onların elindedir. Hepsini bir eder, üzerimize salar ve günün yirmi dört saati, kendilerini de içimize katarak “Biz adam olmayız!” diye bağırıp dururlar.
Onlara göre, biz yol almaya çalıştıkça gerileriz, kurtarmaya çalıştıkça kaptırırız, kazandığımızı zannettikçe kaybederiz.
Kadim geçmişin cebriyecileri, dinî kılıklar içindeki kötümser kadercileri bizi azimsizleştirmek için bizde ne kadar günah arıyorlarsa bu çağdaş cebriyeciler, direnişimizi kırmak için bizde o kadar başarısızlık ararlar. Her zaferimize leke sürer, her başarımıza eleştiri babından kapkara şerhler düşerler. Kendileri kahkahalar atarken yüzümüzdeki gülümseyişten bile ürker onu izale için personellerini seferber ederler.
İşte bu biri arkadan, diğeri önden yaklaşan ve terimleri farklı harflerle de yazılmış, farklı seslerden oluşmuş gibi görünse de aynı manaya gelen iki şeytan karşısında yol ayrımımız…
Bırakın dünya tarihini sadece İslam tarihine bakarak yüzlerce kez “Yeni bir dünya kurmak mümkün!” haykırışının haklılığını ispatlamak hiçten değil iken ya bu şeytanî seslere aldanacağız ya da irademizin işlediğini istersek yapabileceğimizi yapmaya çalışırsak dünyayı değiştirebileceğimizi kabul edeceğiz!
Hayır, onlara asla aldanmayacağız… “Allah’tan ancak kafirler umudunu keser!” diyen kitabımıza iman edeceğiz, Ashabına daima umut veren Resûl-i Ekrem’i tasdik edeceğiz, tarihimizden ibret alacağız ve “Yeni bir dünya kurmak mümkün ve elbette mümkün!” diye haykıracağız.
Çünkü bizim parolamız Allahu Ekber, nişanemiz ise “Velillâhil hamd”dır.
Allah’ın iradesinin üzerinde bir irade yoktur. En büyük O’dur. Mülk O’nundur. Çalışana vermek O’nun vaadidir. Bunun için en koşulsuz bağlılık O’nadır. O’na tevekkül edip iradesini işleten asla kaybetmemiştir.
Ey karamsarlar, ey kadim ve modern cebriyeciler, size aldanmıyoruz:
Biz, istersek yaparız, yaparsak dünyayı değiştiririz! Bize bunu öğreten Rabbimizdir. O’na inandık bir kere… Kadim ve modern şerhleriniz hepsi bir arada çöplüktür!