Osmanlı’yı Kimler ve Ne Yıktı?-II
Osmanlı, 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde elbette hastaydı. Üstelik, tedavisini yapabilme kabiliyetinden yoksun görünen bir hastaydı. Sözü mecazi anlamdan soyutladığımızda Osmanlının bu son devrinde padişah ve paşaların doktorları dahi gayrimüslimdi.
Osmanlı, yüzyılı geçen ihya sürecini henüz 19. yüzyılın başlarında yanlış yönetmişti ve o yanlış yönetim, ihya hedefinin Batı lehine bir reforma dönüşmesine yol açmıştı.
Osmanlı, İslam medeniyeti içinde, bir Ümmet devleti olarak doğmuştu. Bir ümmet devletini Batı lehine bir reform sürecine mahkûm etmek; tabii olarak iç ihtilaflara sürükler, daha da içinden çıkılmaz bir vaziyete düşürürdü.
Böyle bir ortamda İttihat ve Terakki 21 Mayıs 1889’da doğduğunda pek çok iyi niyetli insan, ona bir diriliş umudu ile sarıldı. Ondan medet umdu. Oysa İttihat ve Terakki, en iyi niyetli bakışla, oluştuktan bir süre sonra, diğer kesimler gibi arayış içinde olan Yahudilerin baş umudu hâline geldi.
Yahudilerin taşıyıcı imkânı; parasal sermayeleriydi, kendileri dışındaki imkânları ise denetimlerindeki Masonik teşkilatlanmaydı. Durum Masonluk yönünden o kadar vahimdi ki İttihatçıların 1908’den itibaren dört kez Şeyhülislam olarak atadıkları Musa Kâzım Efendi bile tescilli bir Masondu.
Talat Paşa, mazeretini ifade ederken “Yahudilerin imparatorluğumuzdan kopuş hareketleri ötekilere benzemiyordu. Çok ürkek, tedirgin, şüpheci ve sinsi idiler” der. Ardından “İttihat ve Terakki’nin onlar için ümit olduğu doğrudur” itirafında bulunur.
Sinsilik, Yahudiliğin yaygın bir niteliği olsa da Talat Paşa, doğruları ifade etmiyor, daha doğrusu edemiyor. Çünkü Ermeni bir katil tarafından Almanya’da katledildiği güne kadar, kendisi ve arkadaşlarının Yahudilerle ilişkisi doğrudan veya dolayı devam ediyordu. Paşa ve arkadaşları, hâlâ Yahudilerden gelen istihbarat ve diğer imkânlardan yararlanıyorlardı. Öyle ki Paşanın Yahudilerin “sinsi” olduğu beyanı bile belki Yahudilerin izni ile yapılmış olabilir! Bizi bu kuşkuya götüren Talat Paşa’nın bizzat beyan ettiği düşünsel yanlarıdır/bağlarıdır:
TALAT PAŞA’NIN VASIFLARI
Talat Paşa, kendisini açık bir dille Bektaşi, Mason ve Türk milliyetçisi olarak tarif ediyor ki bunların her biri o günkü dünyada dış bağlarla ilişki, Osmanlı düşmanları ve Osmanlının yıkılması açısından bir kıymete sahiptir. Yerimizin darlığını dikkate alarak çok bilinen Masonluğu atlayıp diğer iki yan üzerinde duralım:
Osmanlının henüz ilk günlerinde Balkanlara geçen Bektaşi topluluklar; yapı içinde yaşanan dönüşümle, laikleşmiş ve İslam dünyası bütünlüğüne muhalif bir unsura dönüşmüşlerdi.
Balkan Bektaşiliği, Osmanlının yıkılışında; gençleri İslam bütünlüğünden koparma, müktesebatıyla onlara isyan ruhu verme işlevi görüyordu. Ama daha da önemlisi, köklü bir İslâmî tedrisatla yetişen gençlere İslam’dan koptukları hâlde, onlara İslam’dan kopmamış olma hatta İslam’ın vicdanı gereği zulme karşı çıkma meşruiyeti sağlıyor; onları bu hâl içinde “seküler yaşayan Müslümanlar olma” ayrıcalığı hissi veriyordu. Gençler, Batılılaşırlarsa İslam’dan kopacakları endişesi hissediyorlardı. Bektaşilik onlara bu endişelerine mahal olmadığı güvencesini veriyor, onlara ihanet hissine kapılmadan Batılılaşma yolunu açıyordu.
Balkanlarda Batı’yla kimi ilişkiler kuran Bektaşi yapı, Osmanlının yıkılışında Osmanlı karşıtları için oluşturduğu bu birbirini tamamlayan imkânlarla en önemli vazifeyi görüp yaptıklarından istifade etmeyenler arasındadır. Bu, azınlık yapılarının yaygın hasılatıdır. Umuda kapılır, yıkarlar lâkin yeni gelen, hiçbir zaman onlara hizmet etmez.
Talat Paşa’nın en çok vurguladığı özelliği ise hiç kuşkusuz Türkçülüğüdür. Öyle ki Osmanlı imparatorluğunun yıkılış sürecinde çokça dillendirilen ve temelde Müslümanlara karşı Batı ile işbirliğini meşrulaştırma yaklaşımı içinde geliştirilen “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur!” sloganı özde ona aittir.
Talat Paşa, milliyetçiliği Yahudilerden öğrendiğini hatıralarında açıkça beyan ediyor. Alyans İsrail okulunda biz onu öğretmen biliyoruz. Ama kendisi orada önce tahsil gördüğünü beyan ediyor. Müslüman çocukları, bu tür okullara alınıyor muydu, bilmiyorum. Paşa öyle ifade ediyor. Bizzat kendi ifadesiyle; oraya konferans vermeye gelen, İstanbul’da yerleşik Yahudi Profesör Avram Galanti, çok yoksul olmasından dolayı, orada ona bir maaş karşılığında Türkçe derslerini verme imkânı vermiştir. Kendisine yükselme hırsını veren Galanti olduğu gibi, onu milliyetçiliğe yönelten de odur.
Galanti, Abdülhamid’in Batılı okulları yaygınlaştırmakla sonunu hazırladığını zira her yeni fikrin yeni bir sistem getirdiğini ona söylemiş, “Nefsini bir tarafa bırak, memleketinle alakâdar ol!” diyerek yönlendirmiştir. O telkinler, Talat Paşa’da bir itikat oluşturup kendi ifadesiyle onu milliyetçiliğe sevk etmiştir.
“Yahudilerin Türk milliyetçiliğiyle ne ilişkisi vardı?” denecektir. Sorunun cevabı ne yazık ki bugün de anlaşılmak istenmese dahi özellikle o gün için çok basittir:
Bizzat Talat Paşa’nın ifadesiyle Osmanlı bir “terkib” idi. Yani bir kavimler buluşmasıydı. Kendini yenilemeyen Osmanlıyı ayakta tutan; terkibi oluşturan toplumların ayrılığa karşı isteksizliğiydi. Batılılaşma, o terkibin gayrimüslim taraflarına umut vermiş, Müslüman toplumlarını ise kızdırmıştı. Buna rağmen, Osmanlının sağlam bir zemini vardı. Müslümanlar bir yana, Mora Yarımadası Rumları ve Rusya’nın etkisine girmiş bir kısım Ermeni dışında, kimse ayrılmanın faydasına inanmıyordu. Batılılar, bu biten devletin nasıl bu kadar bütün kalabildiğine, dininden olmayanları dahi nasıl tutabildiğine hayret ediyorlardı.
Müslümanlar, Osmanlıya çok daha güçlü bağlarla bağlanmışlardı. Geçmişle ilgili kırgınlıkları ve Tanzimat’tan o yana ciddi kuşkuları varsa da hâlâ umutlarını yitirmemişlerdi. Sıradan bir vaaz Halep, Şam, Kudüs’te büyük heyecana vesile oluyordu. Sultan Reşad’ın 5 Haziran 1911’de başlayan Balkan seyahati sırasında Arnavutlara yönelik hitabı, Arnavutların aralarındaki kan davalarını bile unutarak Osmanlı etrafında yeniden kenetlenmelerine yetmişti. Kaldı ki Osmanlıdan ayrılan ilk Müslüman topluluk olan Arnavutlar, isyancı ruhları ile biliniyorlardı ve Batı’ya çok yakın olmakla son gelişmelerden en çok endişeye kapılan kavimdi. Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandığında Libya halkı ise Osmanlı Şehzadesi Osman Fuad Efendi’ye başlarına geçip devleti orada kurmasını teklif etmiştir.
Açık bir ifadeyle Osmanlının kafası işlevsizleşmiş ama gövdesi bir türlü ayrışmıyordu ve o gövde çözülmeden Yahudilerin Filistin’e yerleşmesi mümkün değildi. İttihatçıların bu noktada milliyetçiliğe yükledikleri işlev, diğer toplumlar Türklerden ayrılmayınca Türkleri onlardan ayırmaktır. Talat Paşa ve ekibine onları milliyetçileştirerek tamı tamına bunu yaptırırlar:
Osmanlı, klasik İslam devletlerinde olduğu gibi gayrimüslimler ve Müslümanlar olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Halbuki Talat Paşa, büyük bir itinayla toplumu esasta üçe ayırır, teferruatta ise Osmanlı kavimleri kadar zerreciğe: Gayrimüslimler, Türkler ve Müslümanlar…
Sıradan Müslümanın bu bölücü sınıflandırmayı duyup da ürkmemesi mümkün değildi. Türkler, devletin en önemli unsuru olmakla ve devlet onların anadilini resmi dil olarak kullanmakla birlikte kendilerini diğer Müslümanlarla kardeş biliyorlardı. En güçlü günlerinde dahi Osmanlıda üstünlük iddiasında bulunmamışlardı. Oysa yardıma en muhtaç oldukları, en zayıf günlerinde üstünlük iddiası taslamış görünüyorlardı. Halk ve İstanbul, böyle değildi ama Yahudilerin etkisindeki Talat Paşa ve ekibi, dolayısıyla ülkeyi yöneten İttihat ve Terakki, bu yönde bir değişim geçirmişti.
Müslümanların mühim bir bölümü, Batılılaşmadan sonra İttihat ve Terakki’nin İttihad-ı İslam söylemine umut bağlamışlardı, o umut da Talat Paşa ve ekibi tarafından çökertilince geriye kendi başının çaresine bakmak kalırdı.
İttihatçılar, bunu hızlandırmak istercesine iki şey yaptılar: Osmanlı yönetimi, devlete sürekli asker veren, bu yüzden yoksul kalan Müslüman unsurlara karşı vergiler konusunda müsamahakâr davranırdı. Bir isyan durumunda ise onları mazur görür, affı seçerdi. Halbuki İttihatçılar, “Vergisiz vatandaşlık olmaz!” deyip ellerinde beş kuruş yok iken Müslümanları ağır vergilere zorladılar, veremeyip isyana yeltenenleri ise pek çok yerde idam ettiler.
Peki bu vergi aklının kaynağı kimdi? Yahudi Kökenli Maliye Bakanı Cavit Bey. Paşanın hatıralarını bir metin tahlilcisi yaklaşımıyla takip ettiğinizde Talat Paşa ve ekibinin Osmanlı lehinde yol alan hemen hemen bütün fikirlerinin bizzat Talat Paşa’nın ifadesiyle Cavit Bey tarafından değiştirildiğini görürsünüz. Talat Paşa, Alyans İsrail okulunda Yahudi aklının üstünlüğüne inanmış ve o akla teslim olmuştur. O aklın hem kendisinin hem artık alanı iyice daralmış halkının lehine olduğuna mutlaka ikna olmuştur. Milliyetçiliğe sıkı bağlılığı da o aklın telkinlerinden gelmektedir. Nitekim ona göre daima gerçekçi düşünen Cavit Bey’dir!
ABDÜLHAMİD’İ TAHTTAN UZAKLAŞTIRAN EKİP
Sultan Abdülhamid’in tahttan uzaklaştırıldığının padişahın şahsına duyurulması için bir heyet seçilir. Heyette, Selanik Mebusu Milletvekili Emanuel Karasu da vardır. Onu Yahudi Selanik Mebusu Nesim Mazelyah tavsiye etmiştir. Tavsiye ederken de “O Sultan Hamid’i on bir sene evvel yine ziyaret etmiş!” diye imada bulunur. Ama Talat Paşa’nın ekibi durumu anlamazlıktan gelir. Emanuel Karasu, 1898’de Milletlerarası Siyonizmin Zürih Kongresi’nde Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması kararının ardından, Sultanın huzuruna çıkmış ve ona dilediği bankaya konulmak üzere Osmanlı bütçesine denk altın teklif etmiştir. Sultan reddedince Yaveri İzzet Hulu Paşa’ya dönüp “Zat-ı Şahane’yi bir daha ziyarete geleceğim. Ama bu sefer vazifem başka olacak” demiştir.
O vakadan on bir yıl sonra 27 Nisan 1909’da milletvekili kılığındaki Siyonist militana o fırsatı, İsrail Alyans okulunun eski hem talebesi hem öğretmeni ama aynı zamanda Türk milliyetçiliğinin önderi olma iddiasındaki Talat Paşa ve arkadaşları tanırlar. Karasu, Sultan’a “Millet seni halletti” der. Aynı zamanda hâl fetvasını da hatırlatır. Fetva, zorla yazdırılmıştır. Ama Sultanın devrilmesini Müslüman vicdanı adına talep edenler de vardı. Ne yazık o vicdan sahipleri feraset sahibi değillerdi. Güncel bir sorunun çözümünü talep ederken geleceği tamamen zulme boğmanın ortaklığını üstlendiğini bilmiyorlardı.
MÜSLÜMANI BÖL! HIRİSTİYANI BİRLEŞTİR!
Osmanlıyı yıkmak isteyen Batılıların önünde iki büyük zorluk vardı: Müslümanların ayrışmaması, gayrimüslimlerin bütünleşmemesi.
Müslümanların ayrışmasını; Yahudiler ve Masonluk üzerinden İttihat ve Terakki içindeki Türk gençlerini milliyetçileştirerek, daha doğrusu milliyetçi olarak yetiştirdikleri Türk gençlerini İttihat ve Terakki’nin tepesine taşıyarak yaptılar.
Yahudiler, devletin asli unsuru Türk unsurunu milliyetçilik üzerinden imparatorluk terkibinin içinden çekiverdiler, Ümmetin damarlarını çekip sinirlerini tahrip ettiler. Sonra milliyetçiliği devletin tepesine bindirerek onu Müslüman toplumları dağıtacak tazyiki oluşturmak için istibdat gücü olarak kullandılar.
Şu satırları; Talat Paşa’nın anılarından bağımsız olarak bizzat Türk milliyetçisi Türk Yurdu dergisinden: “İttihatçılar, kendi yönetimleri sırasında, katı davranışlarıyla Arnavutların ayaklanmalarına sebep olmuştur. İttihatçı Jön Türklerin Balkanları elde tutabilmek için dini ikinci plana atıp Türkleştirme politikaları uygulamaları, Arnavutların isyanının en önemli sebeplerindendi. Bu durum Türklerin Slavlara karşı olan üstünlüklerinde en önemli yardımcıları olan Arnavutları kaybetmelerine sebep oldu. Bu gelişmeler Makedonya’daki diğer Hristiyanların isyan ve özgürlük ateşinin daha çok parlamasına neden oldu ve Balkan savaşının çıkmasında önemli bir etken oldu.” Ki Balkan Savaşı, Osmanlıyı bitiren en önemli vakalar arasında yer aldı.
Lâkin savaşa yol açan bir öncül daha vardır: Yahudiler, Ermeniler ve Rumlar bir araya gelmedikleri gibi Balkanlardaki Hıristiyan toplumlar da bir araya gelmiyordu. Yahudiler; çare olarak İttihat ve Terakki’nin de katkılarıyla ve yine milliyetçilik adına, Ermeni ve Rumları devletten tasfiye etmekte buldular. Bu onları devletin tepesinde yer bulan yegâne azınlık unsur hâline getirdi. Geriye bir türlü buluşmayan Balkan Hıristiyanlarının buluşması kaldı. Bunu da bizzat Cavit Bey gibi Talat Paşa’nın üzerinde etkili Yahudi kökenli isimleri kullanıp kanun gücüyle yaptılar. Tahttan uzaklaştırılan Sultan Abdülhamid’in hiçbir uyarısını dikkate almadan “Kiliseler ve Okullar Kanunu”nu çıkardılar. Müslümanları birbirine düşürürken Hıristiyanlar arasındaki ihtilafları kanun gücüyle bitirip Balkan Hıristiyanlarını birleştirdiler.
Tahttan uzaklaştırılan Sultan Abdülhamid, başını iki eli arasına alarak “Eyvah!... Şimdi Yunanlılar ile Bulgarların el ele vererek üzerimize çullanmalarını bekleyin!” dese de dinlemezler. Coşkuya kapılmış milliyetçiler, Cavit Bey’in önderliğinde ve Talat Paşa’nın komutasında kanunu çıkarırlar. Neticede henüz birkaç ay geçmeden Balkan Hıristiyanları birleşip Edirne bir yana Çatalca’ya kadar gelirler.
Talat Paşa en çok, 80 bin Yahudi ve 20 bin Yahudi dönmesinin bulunduğu, Harekat Ordusu’nun da çekirdeğini oluşturan Selanik’e güvenmiştir. Hâlbuki Edirne’nin destansı direnişine karşı Selanik, tek kurşun sıkmadan bir mektupla teslim olmuştur. Çünkü Siyonizmin bir başkenti de orasıydı ve Siyonizm, Osmanlı yönetiminde kaldıkça Yahudilerin oradan ayrılıp Filistin’e göç etmeyeceklerini biliyordu. Hâlbuki orada tahammülsüz bir Hıristiyan idaresi kurulduğunda Yahudiler, ister istemez göç edecekler ve İsrail için nüfus oluşturacaklardır. Nitekim, öyle oldu, Yahudiler çok geçmeden Selanik’i boşalttılar, grup grup Filistin’e geçtiler.
Talat Paşa: Yahudi havuzunda yetişmiş; Bektaşi bir Mason Osmanlı Sadrazamı ama Türk milliyetçisi!
İbret alanlar, o güne bakıp bugünü değerlendirirler. Birleştirici görünen milliyetçiliğin nasıl yıkıcı bir unsura dönüşebildiğini anlarlar.