Kendi Ekonomisini İnşa Etmek!
Geçmişin dünyasında daha statik bir ekonomi vardı. Paranın genellikle altından üretildiği günlerde pahalılık ancak savaş ve doğal afetler söz konusu olduğunda görülürdü. Ama o günlerde bile ekonomi siyasal nizam içinde bir detay değildi. Ekonomik sorunlar baş gösterdiğinde toplum tepki verir, nedenlerini sorgular, siyasi nizamı değişime zorlardı.
Değerli madenlerden üretilen paranın kullanımdan çıkmasından sonra, istikrarsızlık ekonominin karakterine dönüştü. İnsanın maddeyle ilişkisinde görülen Batı merkezli bir değişimle birlikte ise ekonomi, gün geçtikçe siyasetin ana belirleyeni oluverdi. En geç Milâdi 19. Yüzyılın ortalarından bu yana bir siyaset önerisi yapmak, çoğu zaman bir ekonomi önerisi yapmakla eşdeğerdir. Ekonomiye dair bir önerisi olmayanların siyasal önerileri ütopik bulunur, kabul görmez hatta makul bir ekonomi teorisi olmayanların siyasal sistem önerileri yok sayılır.
Miladi 19. yüzyılda ihyaya yönelen Müslüman önderler, bunun üzerinde durmamışlarsa da 20. Yüzyılın İttihad-ı İslam önderleri bunun farkındadırlar. Ekonomi, onların zihinleri kadar kalemlerini de meşgul eden temel meseleler arasındadır.
Ne yazık ki Müslüman aklının akıllara ziyan gündemler ihdas edilerek şiddetli bir baskıyla yol almasının önüne geçildiği son otuz yılda bu mevzu, özellikle ulemanın gündeminin dışında kaldı. İslâmî ekonomi önerileri dindar kesime dayanan veya kendilerini doğrudan İslâmî parti olarak kurulan siyasi yapıların güncel siyasete endeksli önerilerinden ibaret oluverdi.
Bu yüzeysel öneriler dahi, uluslararası sistem ve onun uzantılarını endişelendirmeye, ürkütmeye yetti. Söz konusu güçler, İslâmî ekonomi önerilerini küresel ekonomiye karşı isyan çağrısı olarak değerlendirdiler. Cahiliyenin kadim yöntemleriyle bu önerileri istihza ile karşılar görünürken ona karşı şiddetli önlemler aldılar. Bunun için dindar kesime dayalı iktidarların ekonomi politikalarını titizlikle takip edip fırsatını buldukça şiddetli bir bombardımanla top atışına, hava saldırılarına tabi tuttular.
Bu saldırılara karşı koymak her şeyden önce, İslâmî ekonomi önerilerinin daha köklü olmasını gerektirir.
Analizimizde bu bağlamda İslâm medeniyetinde ekonomiyi değerlendireceğiz.
MÜSLÜMANLAR VE EKONOMİ
İslam, Mekke’de çıkara odaklanmış “ekonomik insan”la yüz yüze çağrısına başladı. Medine’de o “ekonomik insan”ı mahvetme değil, onu değiştirme, daha ahlaksal, daha sosyal bir zemine çekme yönünde uğraştı.
İslam; çalışmayı, üretimi, ticareti, dolayısıyla kazanmayı teşvik etti. Ama klasik “ekonomik insan” modelini esas alan nizamlardan farklı olarak toplumun dezavantajlı kesimlerini atalete yol açmayacak şekilde o kazançtan yararlandırdı. Çalışamayan, çalıştığı hâlde geçinemeyen, farklı sebeplerden dolayı ekonomik sürece katılamayan kesime pay verdi. İslam, bu çerçevede, nimeti uman bir insan tipine karşılık nimeti üretip paylaşan, insana değer veren, sosyal bir ekonomik insan inşa etti.
İslam’ın çalışma, üretim, ticaret ve sosyal yardımlaşma esasları etrafında yol alan ekonomi modeline karşı ilk büyük tehdit “savaş ekonomisi”nden geldi. İslam düşmanları, Müslümanların rahat bir nefes almalarına izin vermeyince savaştan elde edilen gelirler, ekonomiye yön vermeye başladı. Savaş ekonomisinin en yıpratıcı yanlarından biri ise ekonomi kısmen dışarıdan savaşla gelecek gelire bağımlı olurken, içeride üretimin tamamen kölelere bırakılmasıdır.
Hz. Ömer radiyallahü anh, devrindeki tarihsel fetihlere rağmen savaş ekonomisinin yol açacağı tehdidi gördü ve toplumu üretken tutmak için bir dizi önlem aldı. Hz. Ömer radiyallahü anh, başta Basra bataklıkları olmak üzere atıl toprakları üreticilere bedelsiz vererek ıslah ettirdi. İşletilmeyen toprakları zorunlu el değiştirme yoluyla tarım arazilerinin bozulmasını engelledi. İş insanlarını atalete meyilli işçi ve kölelere karşı himaye etti. Nitekim kendisi de bu bağlamda bir köle tarafından katledildi. Hak yemeye meyilli iş insanlarına karşı ise işçiyi korudu, bunun için de muhtemelen eski nizamın “ekonomik insan” modeli içinde yetişmiş pek çok iş insanının öfkesine konu oldu.
Hz. Ömer’in önlemlerine rağmen henüz Emevi günlerinden itibaren Müslüman dünyanın ekonomisinin savaş ekonomisine takılıp takılmadığı değerlendirilmesi gereken hususlar arasındadır.
Abbâsî günlerinde ise İslam ekonomisi savaş ekonomisi tehdidinden de daha kalıcı bir tehditle yüz yüze kaldı. Bu Müslüman toplumun Şarklılaşması, dolayısıyla bozkır ekonomisinin Müslüman dünyanın ekonomisine galip gelmesi tehdididir. Bu Şarklı bozkır ekonomisi, aynı zamanda Hint-İran toplumunun felsefî ve inançsal anlayışlarıyla da iç içe geçmiş, birey ve toplum nezdinde kendisine has, üretimi zayıf bir zihniyet ve insan modeli de oluşturmuştu. Savaş ekonomisi temelde savaş gibi arizî iken bu, İslam alemini yıkıma götüren kalıcı bir tehditti.
Bozkır insanı, durgun bir ekonomik nizam içinde yılın belli mevsimlerinde tarımda çalışarak, diğer mevsimlerinde daha önce ürettiğini tüketerek yaşar. Hayvancılık ile uğraştığında ise özellikle hayvanın beslenmesinin doğal yapıya bağlı olduğu noktalarda yine durgun bir ekonomik yaşam edinir. Hint-İran felsefesinin acıyı, açlığı kutsayan, çok çalışmayı yadırgayan ve aynı zamanda sınıfsal öğretileri ile birlikte bu bozkır yaşamı, neredeyse tamamen statik bir ekonomik yapı doğurur. Güçlü zekat müessesine rağmen böyle bir yapı, belli kesimleri yüzyıllarca aynı ekonomik düzeyde tutabilir. Oysa İslam ekonomik nizamının esası, değişime açık olması, çalışıp üreteni ödüllendirip zenginleştirirken atalet içinde olanı açlığa mahkûm etmese de varsıllığın maddi ve manevi getirilerinden yoksun bırakmasıdır.
Bozkırlılaşma aynı zamanda Müslüman toplumu tutarsızlığa itti. Zira Müslüman toplumda esas olan az konuşup çok çalışmak iken bozkır ekonomisi, çoğu zaman atıl duran insanını, çok konuşup dil ve edebiyatta üretken, diğer sahalarda üretimden uzak bir yapıya sürükler. Bu yapı içinde İslam dünyasında İslam’ın asla tasvip etmeyeceği bir hayat nizamı içinde; çalışmayan, dilenerek geçinen, gezici abdal, derviş toplulukları ile çapulcu bedevi/dağlı topluluklar oluşmuştur.
Nitekim, bu insan yapısı, özellikle cihadın uzağında kalan Irak ve İran sahasında zamanla isyanlara kaynaklık etmiş, yüz binlerce insan, kimi zaman sebebini dahi bilmedikleri isyanlar için personel olmuştur. Tımar sistemi, atalet ve isyancılığa karşı Nizamülmülk tarafından geliştirilen konjonktürel bir tedbirdir ve hiçbir zaman sorunlara tam bir çözüm oluşturamamıştır.
Abbâsî günlerinde savaş hâllerinden bağımsız gelişen, gelişmemiş toplumlardan İslam toplumuna yönelik vicdanları sızlatan köle ticareti de Müslüman ekonomisine başta hareketlilik getirirken sonradan darbe vurmuştur. Ki her haramın başı tatlı, zevkli ve kolaylık sağlayıcı görünürken sonu hep kötü olur. Ucuz köle edinenler, başta ilim ve ticarete daha çok zaman ayırma gibi olumlu bir evreye geçerken sonradan evlatlarının tamamen ekonominin dışında kalması gibi bir felaket yaşadılar.
Bu tehditlere rağmen, İslam dünyasında ekonomi Moğol istilasına kadar maddi refah açısından altın çağlar yaşatmış; o altın çağı ancak Moğol süreci ve İslam dünyasının büyük kısmını teşkil eden, Bağdat’ın batısına kadar uzanan İslam Şark’ı ile sınırlı olarak bitirmiştir.
OSMANLI VE EKONOMİ
Osmanlı, her alanda kendisinden önceki İslam dünyasının birikimleri üzerine inşa olmuş bir gaza devletidir ve neredeyse bütün uygulamalarında, İslam dünyasının birikimleri anlamında bir karma hâl söz konusudur.
Osmanlı Devri’ni önceki devirlerden ayıran en önemli özelliklerden biri ise tımar sistemi korunurken köleliğin ekonomideki rolünün ana kontrolü de elden çıkaracak şekilde, genellikle gayrimüslim topluluklara bırakılmasıdır. Müslümanların bütün sahalarda önderliği esası ile çelişen bu yapı, devletin Müslümanların önderliği esası üzerine kurulu odağını sarsmış, Osmanlının sonunu getirmiştir.
Osmanlı’nın Batı’yı yenememesi ve Safevilerin kuruluşundan sonra doğudan da sürekli bir tehdit altında olması, devlet için devasa bir ordu gerektirdi. Ne tımar sistemi ne devşirmelerden ihdas edilen askeri birlikler, Osmanlının askeri personel ihtiyacını karşıladı. Bu da devleti gönüllü Müslüman kuvvetlere yöneltti. Müslüman erkeklerin peş peşe cepheye sürüklenmeleri ise üretim ve ticareti Müslüman unsurun ötesinde bıraktı.
Henüz Emevî-Abbâsî günlerinde Müslümanların seyfiye (asker), ilmiye (alim), kalemiye (bürokrasi) sınıflarında çalışırken üretimden uzaklaşmaları gibi bir hâl gelişmişti. Resûl-i Ekrem döneminde Ashab, hurma bahçesinde çalışır, demircilik yapıp kılıç üretir ya da nalbantlık yapardı. Söz konusu sınıflaşmayla ise Müslümanlar, tarımın yanında, zanaatlardan da uzaklaşmışlardır. Ama ticareti mümkün oldukça ellerinde tutmuş, onu diğer kesimlere kaptırmamışlardır. Bunun için, Ümmetin insanlık için önderliği ile de uyumlu olarak özellikle Asya ve Afrika kıtlarında ticaret genel olarak Müslümanların elinde kalmış, Batı da o ticarete muhtaç vaziyette durmuştur.
Osmanlı günlerine gelindiğinde tarım dışında, ticaret de dahil bütün ekonomik üretimler Rum, Ermeni ve Yahudi gayrimüslim topluluklara kaldı. Öyle ki gayrimüslimlerin yaşadığı yörelerde Müslüman çocuklarının ellerine çekiç almaları bile yadırgandı, “Yoksa sen Hıristiyan olmak istiyorsun?” denerek Müslüman çocuk, üretimden soğutuldu. Aynı yörelerde ticaret de tamamen gayrimüslimlere kaldı. Bu Osmanlı’nın güçlü, Batı’nın zayıf olduğu günlerde bir nizam içinde yol alırken son yüzyıllarda vaziyetin tersyüz olmasıyla üretimin tamamen gayimüslim topluluklara ve onların yabancı ortaklarına kalmasına yol açtı, dengeleri bozdu ve bozulan denge içinde Osmanlı gemisi, gayrimüslimleri Batı’nın sandallarıyla karaya atarken kendisi battı.
BUGÜNÜN DÜNYASINDA MÜSLÜMANLAR VE EKONOMİ
Müslümanlar, bugün ekonomi ile ilişkileri açısından; eskiler ve yenilikçiler olmak üzere iki ucun yol açtığı hâlde sıkışmışlık ve çekişme; istikbalden yana ise durgunluk içindeler.
Bir yanda çalışmayı teşvik ederken kazanmayı, kâr etmeyi yadırgayan eski günlere ait tutarsız vaaz dili… Öte yandan Müslümanların arayış içinde olduğu günlerde organize edilen veya yanlış iletişimlerle yıkıcı sosyalizmin ve Fransız bohemliğinin etkileri… O etkiler altında, ilk bakışta okuyup kendini geliştiren görünümündeki, hakikatte sapıp bunalmış gençlerin kazanç ve ticaret karşıtlığı…
İslâmî fetihler, tarih boyu nereye uzanmışsa orada kalkınma devri başlatmış, toplumu ekonomik açıdan üst bir safhaya taşımıştır.
Bu doğrultuda son yüzyıldaki İslâmî uyanışın da İslam dünyasına yeni bir ekonomik hareketlilik getirmesi beklenirdi. Başta öyle oldu, İslâmî uyanışın uzandığı her noktada ekonomik kalkınmanın ayak sesleri duyulmaya başlandı. Ne var ki kendiliğinden harekete geçen veya kasıtla uyandırılan geçmişin ve Batı’dan etkilenmelerin iki ters yön hücumu arasındaki sıkışıklık bunun toplumu cezbedecek projelere dönüşmesini engelledi. Bu engel, İslâmî partileri ekonomiye odaklanan çağın insanı için umut olmaktan uzaklaştırma gibi korkunç bir hacme bürünmek üzeredir.
Bugün geçmişin Asr-ı Saaddet’ten uzaklaşan geleneğine de Batı’dan gelen kapitalist ve sosyalist etkilere de meydan okuyup bu çağda işleyecek ekonomik modellerimizi geliştirmek zorundayız.
İslam ekonomi modelinin en büyük sorunu, Asr-ı Saadet’ten bu yana karşılaştığı ve hasar gördüğü tehditlere rağmen, ciddi bir ihya ve onarım çalışmasına tabi tutulmamasıdır. Bu yöndeki her girişim, çoğu zaman bir iki sultanın toplam sultanlık sürecine dahi yayılmayan bir süreçle kısıtlı kalmış, yeni bir model olma karakterine ise asla bürünmemiştir.
İslam’ın ölçülerindeki “ekonomik insan”, belki de İslam’ın yitirdiği ilk insan modelidir. Bugün bütün Müslümanlar kafa kafaya verip İslam’ın ön gördüğü “ekonomik insan”ı yeniden nasıl inşa ederiz, diye düşünseler değerdir.
20. Yüzyılda Seyyid Kutup, Muhammed Bakır es-Sadr gibi isimlerin tetkikleri kıymetliydi. Son otuz yıldaki tahribat o tetkikleri dahi tamamen Batı etkisindeki üniversitelere bıraktı. Oysa İslam dünyasında devrimci bir üniversite yoktur. Bütün üniversiteler, tamamen Batılı nizama hayranlığın dehşeti altındalar; o nizama tepkileri bile, bir oğulun babaya tepkisi gibi, gizli bir hayranlığın etkilerini taşımaktadır.
Bugüne kadar yapılanlar, üniversitelerin üretimleri ile birlikte baştan sona gözden geçirilmeli ve sadece İslam dünyasına değil, gayrimüslim dünyaya da umut olacak, alternatif ekonomik modeller üretilmelidir. Savaşın bir yanı hep ekonomikti, günümüz dünyasında ise savaşın büyük yanı ekonomiktir. Ekonomik savaş için hazırlanmayanlar, ekonominin maddeye yönelen bir dünyada bütün ilişkilerin merkeze oturduğu bir çağda siyaset yapamazlar. Siyasi mücadeleyi sürdüremezler.