• DOLAR 34.513
  • EURO 36.361
  • ALTIN 2875.118
  • ...

Rivayete göre Hz. Ebû Bekir radiyallahü anh’ın hanımı tatlı talep etti. Hz. Ebû Bekir, ona “Tatlı alacak paramız yok” dedi. Bunun üzerine hanımı, “Ben, günlük harcamalarımızdan birkaç gün bir şeyler artırayım, onunla tatlı alırız” dedi.


Tatlı alınacak miktara erişince Hz. Ebû Bekir parayı alıp “İşte bizim günlük gıdamızdan artan budur!” diyerek Beytülmale aktardı ve o paranın her güne denk gelen miktarını da ondan sonra nafakasından kesti.


İslam halifesi, vefatını hissettiğinde Müslümanların malları karşısında durumunu şu sözlerle anlatıyordu: “Müslümanların işlerini idare etmek görevi bize verildiğinden bu yana ne bir dirhemlerini ne bir dinarlarını yedik. Yemeklerinin artıklarından ve elbiselerinin en kabalarından giyindik!”


Nitekim o, halife olduktan bir süre sonra da mahallenin koyunlarını geçimi için sağmaya devam ediyordu, bir miktar da asıl mesleği olan ticaretle uğraşıyordu. Ancak ısrar üzere maaşa bağlanmış ama vefat etmeden önce ömrünün vefa etmediği günlere denk gelen maaşını Beytülmale iade etmiş, kendisine düşen ganimet payı için de aynısını yapmıştır.
Hz. Ebû Bekir, İslamî zühdün simge şahsiyetlerindendir; zahidlerin imamlarındandır.
O, hiç kuşkusuz büyük bir tüccardı, ekonomistti, kısa sürede ve helal yolla çok kazanma konusunda ustaydı. Ama İslam’dan önce ve sonra ne biriktirip ne kazandıysa tamamını İslam için harcadı. Halife olduğunda ise çalışmayı ve ticareti bıraktığından mal edinme imkânı kalmamıştı. Beytülmalden de ancak sıradan bir Müslümanın geçimine denk gelecek kadar istifade ediyordu.


İslâmî zühd, onun şahsında âdeta mücessem olmuştu. O, para ve mal edinirdi. Lâkin mal ve paranın altında ezilmez, mal ve paranın hizmetkârı olmazdı. Aksine malı, kendisine hizmetkâr kılar, davası için harcardı. Para ve malın kulu değil, efendisiydi. Ne var ki o, efendiliğini de zevk ve sefası için kullanmaz, İslam’a hizmet için kullanırdı.


Tarih boyunca Müslümanların önemli isimleri zühdde onu örnek aldılar; çalıştılar, ticaret yaptılar, para kazandılar, mal mülk sahibi oldular. Mal ve mülke Yahudi tüccarlar gibi köle olmadılar. Ancak Hıristiyan rahipler gibi kendilerini çile çekmeye de zorlamadılar. Ellerindeki varlıktan geçimlikleri kadar istifade ederken fazlasını Allah yolunda, toplum yararına harcadılar. Tutumlulukları ve cömertlikleriyle aziz oldular, hayatta iken takdir edildiler, vefatlarından sonra rahmetle anıldılar.


Onlar, İslam toplumunun örnek fertleriydiler. İslam toplumu, mal ve mülkü İslam düşmanlarına bırakmaz, malının çoğalması için çalışır ama mal ve mülke kul olmaz, aksine mal ve mülkün efendisi olur. Mal ve mülkle manevi makamlara çıkmaya çalışır. Bu, İslam’ın hem malperest Yahudilikten hem münzevi Hıristiyanlıktan önemli bir farkıdır. İslam bir yanıyla dünyaya, diğer yanıyla ahirete bakar. Hakikatte ise dünya ile ahiret arasına, bir nefesten öte sınır koymaz, dünyayı ahretin bahçesi görür.

MÜSRİFLER VE ÇİLECİLER
İslam’ın mal ve mülk karşısındaki tutumuna karşı, İslam dünyasında zamanla müsrifler ve çileciler olmak üzere iki yapı ortaya çıktı.


İslam dünyası kısa sürede uç noktada zenginleşti. Üstelik İslam ekonomisinin karakterine uygun olarak İslam toplumu, bir sınıf bağlamında değil, bütün unsurları ile varlığa kavuştu. Varlık, günlük yaşama yansımaya başladı ve ortaya üst noktada bir refah toplumu çıktı.
İslam’ın ilk günlerinden itibaren dış etkilerle çile çekmeyi sevap kazanmakla özdeşleştiren Müslüman fertler vardı.


İslam onlara karşı önlem alıyor, onların o yaklaşımlarını Müslüman toplumda yaymalarına izin vermiyordu.


Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem devrinde Ashabdan Osman b. Maz‘ûn kendini iğdiş etmeyi düşünmüş, Resûl-i Ekrem ona mani olmuştu. Daha sonra hanımı Havle bint Hakîm, kendisini ihmal ettiği gerekçesiyle onu şikâyet ettiğinde Resûl-i Ekrem ona bir daha nasihatte bulunmuştu.


Resûl-i Ekrem’in ahirete irtihalinden sonra Ashabın engellemelerine rağmen çilecilik Müslümanlarda, anlaşıldığı kadarıyla müsrifliğe karşı bir protesto olarak da yayıldı. Henüz ilk yüzyılın sonlarına doğru “yazın sıcağında aç durmak, özellikle soğuk su içmekten kaçınmak, sürekli ve bazen iftar etmeden oruç tutmak (savm-ı visâl, savm-ı ebed), et yememek, bekâr yaşamak, inzivaya çekilmek, mecbur kalmadıkça konuşmamak, kavurucu sıcaklarda çöllerde dolaşmak” gibi tutumlar edinen Müslümanların sayısı arttı.


“Rebî‘ b. Heysem evinde hazırladığı mezara girer, sabaha kadar burada ibadet ve dua eder, sürekli sükût halinde bulunurdu. Esved en-Nehâî’nin çektiği çileler yüzünden vücudu sararmıştı. Riyâh b. Amr el-Kaysî geceleri boynuna esaret zinciri takardı.”


Müslümanlar, zühdü o tür yaşayan bu kimselere hâllerini başkalarına dayatmadıkları sürece karışmazlar hatta onları takdir ederlerdi. Ama sonraki yüzyılda giyimdeki şatafata karşı uryan (giysisiz) gezen kişiler, saçlarını sakallarını kesmeyen abdallar ortaya çıktı ve Müslümanlar pek yerde onlara müdahale ettiler.


Yine de İslam’ın önünü kesenler, asla bu uryan ve abdallar değildi. Aksine onların protestoları, Müslümanların yer yer dünyevileşmesini de engelliyordu. Öte yandan tasavvuf ehli arasında, mürşidliğe hazırlık için kırk gün boyunca arınmayı ifade eden “çihle (çile)” yayıldı ve bu çile hâli de mürşidlerin samimiyetini gösteren sınırlı bir hâl olarak kaldığından Müslümanlara zarar vermedi. Müslümanların ihyasına katkı da sağladı.


Müslümanları dünyanın gerisinde asıl bırakan ise çileciliğin farklı bir türünü bütün halka yaymak oldu.


ZENGİNLERİN VAAZINI YOKSULLARA YAPMAK
Kürsülerdeki vaizler, Müslüman halka sürekli dünyayı boş vermeyi, ölümü düşünüp varlığa sırt çevirmeyi öğütlediler. Aslında bu öğütler, İslam dünyasının aşırı bir zenginliğe sürüklendiği günlerde dünyevileşmede uçlaşmaya karşı yapılmıştı ve söz konusu vaazlar, İslam kaynaklarında doğru bir yere de dayanıyordu.


Lâkin İslam toplumu zamanla bu tür vaazların daha da uçlaşması ve başka etkenlerle yoksullaştığı hâlde vaaz dili ihya edilmedi, müsrif zengin ve idarecilere yapılacak vaazlar yoksul Müslümanlara yapıldı. O ihya edilmemiş vaazlar, İslam toplumunda yoksulluğun özümsenmesine ve bir tür yoksulluk kültürünün doğmasına yol açtı. “Daha çok çalışın ve kazanın!” denmesi gereken yerde, bu tür vaazların etkisinde kalan cemaat, çalışmaktan iyice uzak durdu. İslam dünyası neredeyse bütün olarak ekonomik bağlamda dünyanın gerisinde kaldı. Başkalarına muhtaç duruma düştü. Müslümanlar ekonomik güçlerini kaybedince dünyanın pek çok noktasında çevrelerindeki toplumların tahakkümü altına girdiler.
Bunun en bariz yaşandığı noktalar, Güney Asya ve Afrika kıtasıdır. Her iki coğrafyada da İslam, kendisine tabi olanları, toplumlarının geleneksel yaşam tarzından soyutlamış, yoksulluk kültüründen uzaklaştırmış ve onları yurtlarının efendisi konumuna çıkarmıştı. Söz konusu vaaz ve telkinlerle Müslüman toplum yoksullaşıp putperest, Budist ve diğer toplumlar dünyadaki gelişmelerle ilişkili olarak zenginleşince Müslümanlar onların çalışanı durumuna düştüler. Müslümanlar, daha önce o toplumlara merhamet ederken onlar Müslümanlara merhamet etmediler. Nihayetinde bugün Myanmar, Tayland örneklerinde olduğu gibi Müslüman toplum çöktü.


Müslüman toplumun çoğunlukta yaşadığı Anadolu, Cezire, Şam gibi coğrafyalarda da aynı hatayla Müslümanlar, gayri Müslimler karşısında ekonomik olarak yoksul düştüler.


ZENGİN GÖRÜNEREK İTİBAR KAZANMA GÜNLERİ
Yoksul Müslümanların itibar görmedikleri bir dünyada, 20. yüzyılda bazı Müslüman önderler, Müslümanların zengin görünmesini önemsediler. Onlar, ancak zengin insanların itibar gördükleri kapitalist bir dünyada Müslümanların zengin görünmesinin onları itibar sahibi kılacağına ve siyasi olarak güçlendireceğine inandılar.


Bunun için gösterişli takım elbiseler giyip kravat taktılar, en lüks araçlara binmeye ve görkemli konutlarda oturmaya özen gösterdiler. Bununla toplumdaki dindar görünümünü epey olumlu etkiledikleri gibi siyasi olarak da dindarların güçlenmesini sağladılar. Ancak zamanla bu mühim amaca dönük tutum, manevi açıdan amaçsız, bireysel zevke yönelik bir müsrifliğe dönüştü.


Müslümanların en zahid olması gereken şahsiyetleri dahi şatafatlı araçlara binmeye, lüks konutlarda oturmaya başladılar. Hz. Ebû Bekir örneğine tam zıt olarak, manevi olarak en iyi olan, maddi olarak en iyisine layık görüldü. Manevi önderlere en lüks giysiler diktirildi, en lüks araçlar hediye edildi, onlar için en lüks konutlar inşa edildi. Manevi yükseliş ile maddiyatı tüketme arasında paralellik kuruldu, manevi sultan tüketimiyle bir tür dünya sultanı görünümüne büründürüldü.


Arabistan Yarımadası’ndaki zühdden uzak İslâmî bir anlayışın yerleşmesi, oralarda İslâmî bir görünüm altında vahşi kapitalizmin ilişkilere hükmetmeye başlaması da İslam dünyasını genel anlamda tahrip etti. Neticede, bugüne geldiğimizde İslam dünyasında belki tarihte çok az görüldüğü bir şekilde sınıflı bir toplum görünümü ortaya çıktı. Zengin dindar görünümlüler ve yoksul Müslüman halk diye iki kesim…


Bu manzara İslam dünyasına başlı başına darbe vuruyor. Öte yandan zengin vaazları, zenginlerden çok yoksul Müslümanlara yönelik yapılmaya devam ediliyor. Belki Dubai’de, Bahreyn’de, Riyad’da yapılması gereken bir vaaz Afganistan, Pakistan, Eritre ve Somali’de yapılıyor. Zengin semtlerinde konuşulması gereken konular, toplumun en yoksullarının yaşadığı mahallelerde konuşuluyor.


Vaaz, yer ve zamana göre yenilenmesi gereken bir etkinliktir ve gelişigüzellik kabul etmez. Bu gelişigüzel vaaz tarzı, Müslüman toplumda korkunç bir tutarsızlığa yol açıyor.


YENİ BİR ZÜHD HAREKETİ
Müslüman yaklaşımında yoksula zühd tavsiyesi yapmak abestir. Yoksul Müslüman toplumu, zenginleşme yoluna koyacak yeni bir vaaz dili geliştirilmeli, Müslümanlar planlı ve verimli bir çalışma hayatına yönlendirilmelidir.


Buna karşı müsrifliğe bulaşan, tüketim toplumlarının karakteristik görünümüne bürünen, kapitalist bir anlayışla dünyaya yönelen Müslüman kesimler Hz. Ebû Bekir tarzı bir zühde davet edilmelidir. Böyle bir zühdün öncüleri ise öncelikle davetçilerin kendileri olmalıdır.
Müslüman toplumun ihyası için sosyal adalet olmazsa olmaz bir zarurettir. Sosyal adalet çağrılarının karşılık bulmasının önemli koşullarından biri ise zühdün İslâmî öz üzere yeniden ihya edilmesidir.


Müslüman toplum ancak çok kazanan ama kazandığına kul olmayan muvahhid girişimcilerin katkılarıyla yoksulluktan kurtulur. Yoksulluktan kurtuluş zühd hareketi sayesinde haddini aşmaya, dünyaya meyletmeye dönüşmediğinde takva ehli bir refah toplumu hâsıl eder ve Müslümanlar, yoksulluk musibetinden kurtularak dünyadaki saygın konumlarına yeniden ulaşırlar.