• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...

15 Temmuz 2016 darbe girişiminin üzerinden beş yıl geçti. Çoğu zaman bir darbeyi çözmek, bir darbe girişimini çözmekten daha kolaydır. Zira darbeyi yapanlar, Mısır’da Sisi Cuntası örneğinde olduğu gibi icraatları ile kimliklerini gösterdikleri gibi icraatları ile bağlantılarının da iç yüzlerini teşhir ederler.  

Örneğin Mısır’da Sisi, israil ve Amerika’ya hizmet ederken Batı’nın da desteğini görüyor: Hukukunda idam bulunan ülkelerin hukukunu tanımamaktan söz eden Batı, Sisi’yi bir memuru gibi ağırlıyor. Demokratik yöntemlerle seçilenlerin dokunulmazlığından söz eden Batı, demokratik yöntemleri Mısır’da lağveden Sisi’yi korurken demokratik yöntemlerle iktidara gelen halkın temsilcileri ile ilgili idam kararlarını, sessiz kalarak onaylıyor. Batı’nın demokratlığı da idam karşıtlığı da insan hakları hassasiyeti de söz konusu Mısır Müslümanları olunca çözülüp tükeniyor. Dolayısıyla, darbe kimlikler üzerindeki perdeyi kaldırıyor, onların özünü kamuya açıyor.

Başarısız darbe girişimi ise bütün ifşalara rağmen arada “acaba”larla desenlenmiş bir perde bırakıyor.

Yine de beş yıl, bir vakayla ilgili muhasebe için iyi bir süre. Bu bağlamda analizimizde 15 Temmuz ve sonrasını değerlendireceğiz. Özellikle 15 Temmuz sonrasında dindar kitlelere dayanan siyaseti marjinalleştirme girişimlerine dikkat çekeceğiz.

15 TEMMUZ’UN ARKA PLANI

Takip edilebildiği kadarıyla 15 Temmuz darbe girişimine giden süreç, İslamizasyon, yani İslamîleşme iddiaları ile başladı.

İslâmîleşmenin iki yanı vardır:

Toplumun düşünsel ve ahlaksal açıdan dindarlaşması.

Düşünsel ve ahlaksal açıdan dindarlaşan toplumla ümmet arasındaki bağın güçlendirilmesi.

İslâmîleşmenin her iki yanıyla da ilgili, Batı’yı Tanzimat’tan bu yana harekete geçiren vurgular yapıldı. Kur’an-ı Kerim kurslarının her yanda açıldığı, İslâmî yapıların kayırıldığı propaganda edildi.

Öte yandan hükümetin İslam dünyasında, Batı’nın İslam dünyası üzerindeki tahakkümü açısından riskli bulunan İslâmî yapılarla ittifak içinde olduğu öne sürüldü. Filistin’de HAMAS ve Mısır’da İhvân-ı Müslimîn ile yapılan görüşmeler bile buna dâhil edildi. İsrail ve Amerika’ya hükümet, sizin düşmanlarınızın müttefikidir, dolaylı yoldan size karşı savaşıyor, dendi.

Darbe girişiminde bulunan yapının İngilizce, dolayısıyla dışarıya yönelik yayın yapan medya organı Today’s Zaman, İslâmîleşmeyi, daha ürkütücü bir terimlendirmeyle Kemalo-İslamizm diye adlandırdı. Türkiye’de Kemalist yöntemlerle zoraki bir İslâmileşmenin yürütüldüğünü öne sürdü. Bu iç kamuoyu açısından ne kadar garipsenecek bir nitelendirme ise dış güçler açısından o boyutta ürkütücü bir nitelendirmeydi.

Zira gazete, Batılılara, Mustafa Kemal, nasıl ki, devletin gücünü kullanarak Batılılaşmayı dayattıysa Recep Tayyip Erdoğan’ın da aynı yöntemleri kullanarak İslâmîleşmeyi dayattığını, dolayısıyla Batı’nın Cumhuriyet’le birlikte Türkiye’de elde ettiği kazanımları terse çevirdiğini ihbar etmekteydi. Daha açık bir ifadeyle gazete, Batı’yı; hükümetin İslâmîleşme icraatlarıyla Türkiye’nin eksen kaymasına uğradığına, “Doğu’ya açılan bir Batı köprüsü” kimliğini yitirdiğine, Batı’nın Türkiye’yi kaybetmek üzere olduğuna ikna ediyordu.

Bu, Batı’yı hükümet aleyhinde en üst dozda harekete geçirmek ve Batı’nın Türkiye’deki çıkarlarının bekası söz konusu olduğundan darbeyi meşrulaştırmak anlamına geliyordu.

15 Temmuz darbe girişimi, bu ikna dilinin sahada karşılık bulması ve askeri unsurların bu iddiadan kaynaklanan riski ortadan kaldırmak için harekete geçirilmeleridir.

Dolayısıyla 15 Temmuz darbe girişiminin başarıya ulaşması durumunda;

- İddia edilen İslâmîleşmenin durdurulması,

- Batı’nın Türkiye’deki çıkarlarının tahkim edilmesi,

- İslâmîleşmeyi sağlayan unsurlarla birlikte Türkiye ile Batı arasındaki ilişkilerde Türkiye’nin bağımsızlaşması yönünde tutum takınanların cezaevlerine tıkılması

hedeflenmiş olmalıdır.

15 Temmuz gecesi, toplumun duyarlı kesimleri, İslâmî cemaat ve tarikatların en geniş katkısıyla, birlik içinde hareket ederek bu ihtimali ortadan kaldırdılar.

15 Temmuz’da, İslâmî kesimin bütün renkleri arasında bir birlik oluştu ve o birlik; darbe girişiminin getirdiği tehdidi ortadan kaldırdı, bu uğurda nice insan can verdi, nicesi de gazi oldu.

15 TEMMUZ SONRASI

15 Temmuz sonrasındaki en dikkat çekici gelişmelerden biri hiç kuşkusuz “zaferi çalma” girişimidir.  Darbe girişiminin engellenmesinde bazı eski devlet unsurları katkıda bulunmuşlarsa da aslî pay hiç kuşkusuz toplumun farklı kesimlerini harekete geçiren İslâmî yapılara aittir. Oluşan dengeler ve darbecilerin aldığı destek karşısında devletin eski unsurlarının, direnme ihtimali yoktu. Halk, canını ortaya koyarak darbecilerin moralini bozdu ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde darbeyi durdurmayı başardı.

Zaferi çalmak peşindeki yapı, bu gerçeği yok saydı; halkın kahramanlarını gözden düşürmeye çalışırken eski devlet unsurlarının payını abartarak öne çıkardı. Kendilerine karşı duran bütün isimleri ise darbe girişimcileri ile bir tür gizli temas hâlinde olmakla itham etti. Böylece darbe soruşturmalarını da dindar kesimde oluşan birliğin aleyhinde yönlendirdi. Bu yönlendirmeyle, 15 Temmuz sonrasında durulan sular, bir anda bulandı; oluşan huzur, bir anda yerini mağduriyetlerden kaynaklı huzursuzluğa bıraktı.

Yine bu süreçte dindar kesim arasında oluşan birlikten duyulan endişeyle, hem dindar şahsiyet ve yapılar aleyhinde ayrı ayrı propaganda yapıldı hem geçmişten bu yana ihtilafı körükleyen ferasetsiz, boşboğaz veya proje simalar ekranlara taşınarak birliği dağıtma yönünde kullanıldı.

Zaferi çalma girişiminde bulunanlar, sadece içeriye dönük çalışmadılar. Hemen 15 Temmuz sonrasında Amerika ve israil’le ilişkilerin geliştirilmesini gündeme getirdiler. Buna engel olan İslâmî yapıların soruşturulmasını dahi dayattılar. 15 Temmuz’un başarıya ulaşması durumunda mağdur olacağı muhakkak olan İslâmî yapıları, 15 Temmuz sonrasında da ve yine Türkiye-Batı ilişkileri ile ilgili olarak soruşturmaya konu etmeyi akıllarına koydular.  

İslâmîleşmenin ilk ayağı dindarlaşma, tabii olarak İslâmî cemaat ve tarikatlar üzerinden sağlanır. Zafer hırsızları, 15 Temmuz sonrasında 28 Şubat günlerini andıran ithamlarla, bu yapıları yıpratarak dindarlaşmayı durdurmayı hedeflediler. İslâmîleşmenin diğer yanı ise ümmetle bağın güçlendirilmesi de ırkçı ulusalcılığın coşturulması ile engellenecekti.

Ferasetle bakıldığında netice açısından, 15 Temmuz sonrası bu zafer hırsızları ile 15 Temmuz darbe girişimi zihniyeti arasında bariz bir fark yoktu.

Sadece;

15 Temmuz darbe girişimcileri, İslâmîleşmeyi küresel güçler adına engellerken 15 Temmuz sonrası zafer hırsızları ulusalcılık adına engellemeye kalkıştılar.  

15 Temmuz darbe girişimcileri, ümmetle bağın güçlendirilmesini küresel güçler adına engellerken 15 Temmuz sonrası zafer hırsızları bunu ırkçılık üzerinden gerçekleştirmeye çalıştılar.

15 Temmuz sonrasının mutlaka bu pencereden de değerlendirilmesi gerekir. Ama değerlendirmeyi burada sonlandırmak da hatadır.

DARBECİLİĞİ SÜRDÜRMEK

Zafer hırsızlığı örgütlü müydü? Yoksa eğilimi belli bazı kişilerin alışkanlıklarını sürdürmek için bir tür fetret dönemi fırsatçılığı mıydı? Bu sorunun cevabı 15 Temmuz sonrasında, ikinci bir darbe girişiminin farklı iki kanattan gelip gelmediğini de ortaya koyacaktır.
Ama ortada bir hakikat var: 15 Temmuz sonrasında bugün de devam eden bir girişim söz konusudur. Bu girişim, dindar kesime dayanan siyasetin Türkiye’de marjinalleştirilmesi ve neticede güçten düşürülmesidir.

Marjinalleşme, etkin kitlelerden kopuştur. 15 Temmuz sonrasında, dindar kitleleri bölerek etkisizleştirme yönündeki girişim, doğrudan o kitlelerin kendisine değil, o kitlelere dayanarak siyaset yapan gücü zayıflatmaya yöneliktir.  

15 Temmuz’da, siyasi gücün kendisi devrilmeye çalışıldı; 15 Temmuz sonrasında o gücün dayandığı kitleyi devirmeye dönük bir faaliyetler zinciri izlendi. Doğrudan seçmen kitlesini hedefleyen arka planı dışarıda ama uygulanış yer ve biçimi açısından ulusal bir İslamofobi geliştirildi.

Bu ulusal İslamofobide belki en dikkat çekici husus, tesettür düşmanlığının yeniden güncelleştirilmesidir. Ancak bu kez öylesine komplike bir program yürütülüyor ki arka plandaki programlamayı anlamak hakikaten yoğunlaşma ve feraset istiyor. Bu çerçevede bazı televizyon kanallarının tesettürle ahlak arasındaki ilişkiyi kırmak için başvurduğu yöntemler, sadece reyting amaçlı gibi anlaşılsa da hakikatte 28 Şubat’taki tesettür düşmanlığının kodlarından ne bağımsızdır ne de az tahrip edicidir.  

Dün, başörtüsüne yönelik doğrudan bir düşmanlık söz konusu iken bugün, başörtüsünü her ortamda bulunması muhtemel “ahlaksız müennesler” üzerinden en azından şuur altında gelen bir nefretle itibarsızlaştırmak söz konusudur. Elektronik ortamlarda şirketleşen fuhuş yapıları, sosyal medyayı etkin kullanan, İslam düşmanı bazı kadim “malum yapılar” ve özellikle o “malum yapı”ya dayanan solcu/çağdaşçı yapılar da başörtüsünü itibarsızlaştırma yönünde bunaltıcı bir savaş veriyorlar.

28 Şubat’ta Müslüman kadının başörtüsü yasaklandı. Bugün ise başında örtü bulunan veya kasıtla başına örtü geçirilen ve zafiyeti olan ya da birileri tarafından nahoşluğa sevk edilen kadınlar, ahlaksızlık ortamında başörtüsüyle teşhir edilmekte; onlar üzerinden Müslüman kadının doğrudan namusuna leke sürülmek istenmektedir.

Bu erzel programın önüne geçmenin yolu, tesettür ve İslam ahlakı konusunda güçlü vaazlardır ve İslâmî cemaat ve tarikatların irşadının yanında oluşturacağı sosyal kontroldür.

Hâlbuki tesettürle ilgili her vaaz, tesettüre bürünmeyenlere karşı bir tür taciz gibi nitelendirildiğinden bu yöndeki vaazlar adeta tarihe karıştı. 15 Temmuz sonrasında yapılan yıpratma çalışmaları ile cemaat ve tarikatların sosyal kontrolü mahalle bağlamında zarar gördü. Tesettür düşmanları ve fuhuş sektörü, artık ortak bir cephe hâlinde meydanı boş buldular; aileye yönelik dağıtıcı, yıkıcı kanunları da kullanarak diledikleri gibi at koşturuyorlar.

Siyaset, tesettür karşıtı bu hâli alelade bir vaka gibi düşünüyorsa yanılıyordur. Bu yönde yoğunlaşan çabalar, 15 Temmuz darbe girişimini engelleyen kitleleri dağıtarak onlara dayanan siyaseti marjinalleştirme, yalnızlaştırıp yıkma yönündeki çabaların bir parçası kabul edilmelidir.

15 Temmuz sonrasında dindar kitleleri dağıtmaya, etkisizleştirerek nihayetinde onlara dayanan siyaseti marjinalleştirmeye dönük girişimlerin en göze batan noktası ise bu konuda 15 Temmuz’u alkışlayan bazı laik/çağdaşçı unsurlarla zafer hırsızlarının aynı dili kullanmalarıdır. Bu durum, hiç kuşkusuz ortaya bir “hedef birliği” kuşkusu ihdas etmektedir.

Acaba, 15 Temmuz’da küreselcilik ve ulusalcılık üzerinden ayrışan bu iki grup gelecekte laik/çağdaş değerler buluşması üzerinden bir araya gelip ürktükleri İslâmîleşmeyi engelleme ortak paydasıyla bir darbe girişiminde bulunurlar mı?

15 Temmuz sonrasında dindar kitlelere dayanan siyaseti marjinalleştirme propagandaları, Batı’nın hazır desteği, ekonomik sorunlar ve 15 Temmuz soruşturmalarının küstürdüğü kesimler birlikte düşünüldüğünde… Bir darbe girişiminden öte seçimleri bekleyerek amacına ulaşmak… Böylece darbesiz bir “ihtilal” yapmak… Her iki kesimin de rüyasını süslemiyor mu?

Bu yönde sürekli endişeler dillendirmek yerine etkili önlemler almak mümkündür. Bunun için,

  1. Dindar kitlelere dayanan siyaseti marjinalleştirmeye yönelik bütün girişimlere karşı etkili bir program geliştirilmeli ve stratejik bir karar gibi titizlikle uygulanmalıdır.
  2. Af, bütünleştirme için önemli bir vesiledir. Vakit kaybetmeden haksız ceza ve soruşturmaların bütün türlerine yönelik gözden geçirme evresine geçilmelidir.
  3. Sosyal adalet ihya edilmeli, ekonomide dezavantajlı kitlelere yönelik kapsamlı paketler açıklanmalı, toplumun sosyal adalet anlayışı içinde devlet imkânlarından daha çok yararlanmasını sağlayacak adımlar atılmalıdır.
  4. Dindar veya “muhafazakâr” kimlikli kişiler üzerinden İslam’ı ve İslâmî yapıları yıpratmaya yönelik planlı bir soğuk savaş içinde olanlar, teşhir edilip marjinallik noktasında kalmaları için etkin önlemler geliştirilmelidir.

Bu dört önlemin yanında yaşam tarzı farkı gözetilmeksizin toplumun bütün kesimlerine yönelik “geniş yelpaze siyaseti” de titizlikle korunmalı, farklı etiketlemeler yapılarak yeni küskünlerin oluşmasının önüne geçilmeli, küskün duran veya ürken yapılar ikna edilerek birlik şemsiyesinin mahiyet ve rahmeti bütün kesimlere hissettirilmelidir.