• DOLAR 34.608
  • EURO 36.326
  • ALTIN 2928.728
  • ...

Filistin’in Siyonistler tarafından istila edilmesinin ardında, küresel çaptaki seküleşmenin/laikleşmenin doğrudan etkisi vardır. Daha anlaşılır bir ifadeyle Filistin topraklarının istilası, Yahudilerin öncülük ettiği küresel sekülerleşmenin/laikleşmenin, Siyonizme bir armağanıdır.

Batı’daki sekürleşmenin ilk aşaması, Yahudilerin sistem içinde yükselişlerine; İslam dünyasındaki sekülerleşmenin ilk aşaması, Batı’da yükselen Yahudiliğin Filistin’e inmek için yol bulmasına yol açtı.

Batı’daki sekülerleşmenin ikinci aşaması, israil’in kurulmasına; İslam dünyasındaki sekülerleşmenin ikinci aşaması, israil için yaşam kaynağı oluşturdu ve israil’in Kudüs’ü istila etmesine neden oldu.

Geçen hafta Batı’daki sekülerleşmenin Filistin’in istilasına nasıl yol açtığını anlatmıştık. Bu hafta konunun İslam dünyası ile ilgili kısmını ele alacağız. Şunu ifade edeyim ki bu noktada vaziyetimiz o kadar hazin ki insan öğrendikçe adeta “Öğrenmez olaydım!” der.

İslam dünyasındaki sekülerleşme, genel olarak Osmanlı sekülerleşmesi ve Arap sekülerleşmesi diye dar çerçevede ele alınır. Bu, özü anlatmakla beraber İslam dünyasının diğer noktalarını dışladığı için eksik bir sınıflandırmadır. Analizimizde daha kapsamlı olmaya çalışacağız.

OSMANLI SEKÜLERLEŞMESİ VE FİLİSTİN’İN İSTİLASI

Osmanlı Devleti, gelişme krizini 19. yüzyılın başında hissetti. O günlerin dünyasıyla arasında büyük bir açık yoktu. Hiçbir konuda da geri kalmış sayılmazdı. Zira başka ülkelerin sahip olmadığı yer altı ve yer üstü kaynaklarına sahipti. Eksik olan tek şey değişim iradesiydi. Ne yazık ki bu irade, İslam tarihindeki benzer durumların zıddına ilmiye sınıfı arasında oluşmadı. Devlet erkanı, ilmiyede değişim iradesi bulmayınca Batı’ya ve Yahudi sermayesine muhtaç oldu. Tecdid ve ihya mahiyetindeki bir değişimi reddeden gafiller, ölümü getiren Batılılaşmaya razı oldular.

Osmanlıda ilk Batılılaşma henüz 1800’lü yılların başında başladı. Batılılaşmanın dönüm noktası ise 1837’deki Tanzimat Fermanı’dır ve ferman ilan edilmeden sadece iki yıl önce Filistin’deki Yahudi nüfus on beş bini buldu.

Batılılaşmayı fısıldayanların bir kısmı öz Yahudi’ydi, diğer kısmi mühtedi Yahudi’ydi, yani Müslüman olduğunu söyleyen Yahudilerdi. Batılılaşmaya aracılık yapanlar, onlar olduğu gibi Batılılaşmanın getirdiği israfın sermayesi de onlardan geliyordu ve Yahudiler, buna bedel olarak Filistin’e yerleşmeyi elde ediyorlardı.  

Osmanlı, gücünü Müslüman unsurlara dayanmaktan ve gayrimüslim unsurları kontrol altına almaktan alıyordu. Her iki unsurun da kontrolü noktasında iskân politikasının önemli bir yeri vardı. Osmanlı, bir tehdit hissettiğinde bu politikayı işleterek onu bertaraf ediyordu. Ayrıca rastgele yerleşmeye de izin vermeyerek ülkede dengelerin bozulmasının önüne geçiyordu. Osmanlı, bu politikanın yanında henüz Emevî günlerinden gelen bir tecrübeyle de “Müslüman oldum!” diyen gayrimüslimleri “dönme/nevMüslüman” gibi etiketlerle bir süre kontrol altında tutuyor ve izliyordu. Bu, bir çıkar karşılığı Müslüman olma ihtimaline karşı, Müslüman kimliğiyle siyasal kabulü bir süre askıda tutmak anlamına geliyordu. Sistem, bu işlemle sızmalara karşı, geleceğini garanti altına alıyordu.

Tanzimat’ın Osmanlı sistemindeki karşılığı, gayrimüslimlerin tabi olmaktan çıkarılıp sisteme ortak edilmesidir. Tanzimat’ın devamı niteliğindeki 1856 Islahat Fermanı’yla da artık gavura gavur demek hakaret oldu! Gayrimüslimler, hızla sistemin içine yerleştiler. Ermeni ve Rumların yanında Yahudiler de memur olmaya başladılar. Bunlar Osmanlıya, Batı’ya ne kadar çok yaklaşırsa kurtuluşa o kadar yaklaşacağını fısıldadılar ve bir kalkınma yüzyılı olabilecek 19. yüzyılı yıkım yüzyılına dönüştürdüler.

Yahudi memurların en tehlikelileri ise “dönme/mühtedi/nevMüslüman” olanlardı. Osmanlı, 19. yüzyılda bunlara yönelik kontrolünü tamamen kaybetti.

Osmanlı, aynı dönemde farklı noktalarda savaştaydı. Savaş, ekonomik krize yol açar ve aynı zamanda bunalıma neden olur. Osmanlı’nın tecdit ve ihya yerine Batılılaşmayı seçmesiyle sisteme yerleşen Yahudi memurlar, yoksul Osmanlı memurlarını savaşın bunalımı içinde eğlenceye alıştırdılar. Eğlence israf getirdi ve israf, onları rüşvete sevk etti.

Bunun yanında Osmanlı’nın Batı’ya gönderdiği burslu öğrenciler de orada Masonların ağına düştüler, eğlenceye alıştılar, zihinsel olarak laikleştiler ve ülkeye döndüklerinde Tanzimat kuşağı denen ilk seküler/laik kuşakla birlikte Osmanlı Devleti’ne hükmetmeye başladılar. Böylece devleti kurtarmak üzere okutulan gençler, bilerek veya bilmeyerek devleti yıkmak için çalıştılar.

Osmanlı’da ilk Batıcı kuşak, Jön Türkler de denen Genç Osmanlılardır. Onların öncülerinden Ziya Paşa ve arkadaşlarının Londra’da 1868 şartlarında çıkardıkları gazete, İstanbul’a kadar ulaşıyordu. Ziya Paşa, bu parayı nereden buluyordu? Meçhul. Ama daha ötesi Ziya Paşa bir süre sonra sözde uzlaşıp devletin hizmetine geri dönüyor. Peki, sizce nereye vali olarak atanmıştır? Ne yazık ki Şam valiliğine… Bu tayinin Sultan Abdülhamid’in ilk günlerine denk geldiğini ve o günlerde bürokrasinin Yahudilerle sıkı fıkı bir kesimin tahakkümü altında bulunduğunu belirtmek gerekir. Bu valilik kısa sürse de oradan yine yol güzergahında bulunan Adana valiliğine atanıyor.
Mesele Kudüs’tü ve Kudüs, doğrudan merkezi hükümete, yani İstanbul’a bağlıydı. Merkeze ise genellikle seküler/laik bir bürokrasi hükmediyordu. Murcie de Hırch, merkezi hükümetin Balkanlar demiryolunun en önemli müteahhitlerindendi ve aynı müteahhit, Filistin’e göçü yöneten Yahudi Kolonileşme Birliği (JCA)’nin başındaki Rothshildlerin de ortağıydı.

Bu şartlar altında, 1880’li yılların başında Filistin’deki Yahudi sayısı artık on binlerle ifade ediliyor. Bunların önemli bir kısmı Doğu Avrupalıydı ve Osmanlı üzerinden Filistin’e göç etmişlerdi. Bir kısmı da bizzat Osmanlı topraklarından göç etmişler; Filistin ve çevresinde toprak alıp çiftlikler kurmaya başlamışlardır.

Esasen Filistin’de Yahudilere toprak satışı sınırlandırılmıştı. Orada Yahudi nüfusun artmaması için önlemler alınmıştı. Lâkin bu konuda çalışan her uzman, bu dönemde Yahudilerin Osmanlının sekülerleşen bürokrasisi üzerinde ciddi bir tahakküm kurduğunu kabul eder.

Öte yandan seküler tarzda yaşayan müsrif ve rüşvetçi memurlar sınır tanımıyorlardı. Kudüs Başkomiseri Süleyman Efendi’nin rüşvet karşılığında Yahudileri Filistin’de iskânı yasak yerlere yerleştirdiği, on lira karşılığında Kudüs’te eskiden beri yerleşik olduklarına dair onlara belge verdiği, 1894 yılında İstanbul’a ihbar edilmiştir. 1895’te Kudüs Mutasarrıfı İbrahim Hakkı Paşa ve Yafa kazasında Kaymakam Musa Kazım Efendi ile de ilgili benzer şikâyetler İstanbul’a ulaşmıştır. Söz konusu kişilerin Musevileri rüşvet karşılığında Filistin’e yerleştirdikleri Sadaret Makamı ile Dâhiliye Nezareti’ne ulaşan ihbarlar arasındadır. Hayfa polis Memuru Aziz ve Zabıta Memuru Ali Ağa gibi diğer Osmanlı memurlarıyla ilgili de benzer şikâyetler ve tespitler söz konusudur. Taberiyye Kaymakamının Yahudilerin arazi satın almalarına aracılık ettiği hatta yerli halkı Yahudi Kolonileşme Birliği (JCA) ve Yahudi Ulusal Fonu (JNF) aracılığıyla toprak satmaya zorladığı, Rum Cemaati lideri tarafından ihbar edilmiştir.

Ne var ki Rum cemaati ve diğer cemaatlerin itirazlarına rağmen Osmanlı merkezi bürokrasisi Yahudilere karşı tavır alma hassasiyetinden uzaklaşmıştı. Çünkü Kudüs’ün mukaddes olması, pozitivist ve inkârcı memurlar için hiçbir şey ifade etmiyordu!

Sekülerizmin en büyük dalgası, küresel bağlamda milliyetçi dalgadır. Milliyetçilik, sekülerizmin en yaygın yansımasıdır ve Yahudiler, bütün unsurları ile Osmanlıda milliyetçiliği teşvik etmişlerdir. Filistin’e gönderilen memurlar, seküler yaşamları ile Osmanlı tebaasının hissiyat birliğine zarar verdikleri gibi, milliyetçi bir yaklaşımla, halka kötü muamelede de bulunuyorlar. Devlet kendileri olduğu hâlde, Araplar toprak satıyor, diyerek Arap unsurlara karşı nefret de inşa ediyorlardı.

Osmanlı-Türkiye tarihinde Laikleşmenin Tanzimat’tan sonraki en önemli dönüm noktası Sultan Abdülhamid’in tahttan indirildiği II. Meşrutiyet’tir. II. Meşrutiyet’e yönelik tepkileri bastıran ise 1909’da Selanik’ten yola çıkan sözde Hareket Ordusu’dur. Ordu denen bu toplama gücün tam 700 mensubu Yahudi’dir. Böylece Yahudiler, sistemin aynı zamanda bekçiliğini üstlenmişlerdir.

İttihat ve Terakki ile birlikte Şam, Masonluğu tescilli ve partinin üç büyük isminden Cemal Paşa’ya bırakılmıştır. Bu paşa, farklı bahaneler ileri sürerek Şam’da Müslüman eşrafın önde gelenlerini katletmiş, gelecekte Siyonistlere karşı mücadele edecek yapıyı imha etmiştir.

Kudüs’ün 1917’de istila edilmesinin ardından o bölgede bulunan Yıldırım Orduları içindeki meseleleri ve bu ordunun Anadolu’ya kadar çekilmesinin ardındaki etkenleri bir kenara bırakalım. Artık resmi laikleşme dönemine geçilen Cumhuriyet günlerinde Filistin meselesi için “Arap-Yahudi sorunudur” denmiş. Ümmet bağı inkârla sözde tarafsız kalınmış ama iş İsrail’in kabulüne gelince o günkü yönetim, israil’i ilk tanıyanlar arasında yer almış, tavrını farklı şekilde koymuş, tarafsız değil, tutarsız davranmıştır.  

O dönemde Varlık Vergisi’nin İsrail’e nüfus sağlamak için nasıl kullanıldığı da ayrıca dehşet verici konular arasındadır. Bir yandan uç bir laikliği uygulayan yönetim, gayrimüslimlere ayrı bir vergi koyma gibi, “dini bir karar” almış görünmüş. Hakikatte Filistin’de savaşın içine düşmek istemeyen, rahatına düşkün veya Müslümanlarla barışık olup öyle kirli bir savaşın içinde yer almaktan uzak duran İstanbul ve İzmir Yahudileri ürkütülüp israil’e göçe zorlanmış, böylece devlet eliyle, israil için nüfus ve asker sağlanmıştır.

ARAP SEKÜLERLEŞMESİ VE FİLİSTİN’İN İSTİLASI

Arap sekülerleşmesinin en büyük yansıması Arap milliyetçiliğidir. Arap milliyetçiliğinin sahaya en önemli yansıması ise İngiliz ve Fransızlarla işbirliğinin neredeyse takdis edilmesidir. Ki bugün de BAE ve Suudi Arabistan aynı saikle hareket ediyorlar. İlk dönem laik milliyetçi Arap unsurların, İngiliz ve Fransızlarla işbirliği, Filistin’in o devletlerce istilasında doğrudan rol oynamıştır.

Arap milliyetçiliğinin ikinci dalgası ve radikal laik ulusalcı sosyalizm ise Filistin’i kurtarma iddiasıyla kitleleri aldattı, israil’le savaşmaktan çok, israil’e karşı savaşacak İslâmî kesimleri imha ile uğraştı, israil’e zaman kazandırdı ve Cemal Abdünnasır’ın Seyyid Kutub’u şehid etmesinden sadece bir yıl sonra Kudüs, Siyonistler tarafından istila edildi.

Suriye ve Irak BAAS’ı ise israil’in arkasındaki güçlerin israil için tehdit gördükleri Müslüman unsurları imhada Abdünnasır’ı bile geçti. İsrail’e cansuyu bağışladı.

DİĞER MÜSLÜMAN TOPLUMLARDA SEKÜLERLEŞME VE FİLİSTİN’İN İSTİLASI

Endonezya, Nijerya, Pakistan ve Bangladeş gibi büyük bir nüfusa sahip Müslüman ülkelerin geçmişte Filistin davasına uzak durmaları, bugün de Pakistan dışındakilerin Filistin davasına neredeyse hiç katkı vermemesi tamamen seküler/laik akımların bu ülkelere hakim olmasından kaynaklanıyor.

Bu ülkelerin laik milliyetçi Batıcı önderleri, için Kudüs, İslam’ın kutsalıdır; kendi ırkları için bir karşılığı yoktur, orada yaşananlar bir Arap-Yahudi sorunudur ve Yahudilerle iyi geçinmek daha kârlıdır. Bu dünyevi yaklaşım, Malezya’nın bile uzun yıllar Filistin davasına adeta kulak tıkamasına yol açmıştır. Malezya bu konuda nispeten bir dönüş yaşarken Endonezya ve Nijerya gibi ülkelere hâlâ sessizlik hakim. Bu ülkeler daha çok İslamileşmedikçe oralarda bir hareketlilik beklemek de doğru olmaz. İsrail ve arkasındaki güçler ise oralardaki İslamileşmeyi engellemek için bütün yolları kullanıyorlar.  Çünkü onlar, İslamileşme yönündeki her adımın Kudüs’e karşı duyarlılığı artıracağını biliyorlar.

Geç sekülerleşme/laikleşme örneklerinden biri kabul edilen Kürtler arasındaki sekülerleşme ise sekülerleşme ile Filistin’in istilası arasındaki bağı en bariz şekilde teşhir etmektedir.

Dindar bir toplum olarak Kürtler için Kudüs mukaddestir. Öte yandan Kürtler, Haçlılara karşı savaşla, dolayısıyla Kudüs davasıyla özdeşleşmiş bir toplumdur. Çocukluğumuzda Kudüs hassasiyetiyle Ürdün Kralı Melik Hüseyin ile Yaser Arafat’ın resimleri dindarlığı zayıf evlerde bile çerçeve içinde asılırdı. Oysa bugün İslâmî değerlerden uzaklaşıp milliyetçilik saikiyle sekülerleşen tipler, sözde kendi sorununa odaklanma iddiasıyla fütursuzca Siyonizmi destekliyorlar.

Benzer bir durum, yeni nesil Türk sekülerler arasında da yaşanıyor. Eski tüfek pek çok solcunun sözde Filistin yanlılığına karşı, seküler gruplar tarafından, sosyal medyada Filistin meselesinin yoğunlaştığı zamanlarda açılan taglar, bu kesimlerin nasıl da Filistin davasının işlenmesinden rahatsız olduğunu açık açık ortaya koyuyor. Bir kısmı ise net beyanlarla Filistin halkına nefret kusuyor.

Netice olarak;

Filistin’in istilasının en kapsamlı etkeni sekülerleşmedir. O hâlde bu soruna karşı en köklü çözüm de İslâmîleşmedir. Bu bağlamda, her İslâmîleşme adımı, Kudüs’ün kurtuluşu yolunda bir ilerleme sayılır. Nitekim Siyonistler ve onları destekleyen güçler de bunu doğru anlayarak dünyanın her noktasındaki İslâmîleşmeden huzursuzluk duyuyorlar. Her noktadaki İslâmîleşmeyi kendilerine karşı tehdit gibi görüyorlar.