• DOLAR 34.591
  • EURO 36.273
  • ALTIN 2982.34
  • ...

ABD’nin her 24 Nisan’da gündeme getirdiği Ermeni meselesi, ABD-Ermeni ilişkileri ile sınırlı değildir; modern Batı’nın konulara yaklaşımının sair karşılıklarından biridir.

Batı, Katolik Hıristiyan geçmişinden modern sürece geçerken “geçmiş”i, siyasi tutumları için bitmez tükenmez bir arka plan gibi değerlendirdi.

Batı, modern süreçte kendi “geçmiş”ini güç kaynağı olarak değerlendirdiği gibi, diğer toplumların “geçmiş”lerini de bugünü ve geleceği dizayn etmede yararlanılacak bir kaynak olarak gördü.

  1. yüzyıl öncesinde Müslümanlar kendi tarihlerini ayrıntılı olarak araştırıp değerlendirdikleri gibi zaman zaman başka toplumların da tarihini araştırırlardı. Ne yazık ki 16. yüzyıl sonrasına geldiğimizde Müslümanlar, bırakın başka toplumları araştırmayı kendi tarihlerini bile ihmal ettiler. Halbuki aynı süreçte Batı, tarihi Müslümanlara karşı kullanılacak bitmez tükenmez bir cephanelik olarak kullanmaya başladı.

Bizim tarihimiz, bizim için sonsuz bir hazine iken Batı’nın elinde bize karşı sınırsız bir cephaneliğe dönüştü. Batı, bizi o cephanelikten aldıkları ile peyderpey ama sistematik bir tutum içinde vurmaya başladı.

Osmanlı’nın gücü farklı Müslüman toplumların birlikteliğinin yanında İslam’ın gayrimüslim toplumlara verdiği haklardan geliyordu.

Batı, o gücü imha etmek için kendisine en yakın olandan başladı ve ilk kartını gayrimüslimlere yönelik kullandı. Bu çerçevede Osmanlı’nın üç gayrimüslim toplumu Rum, Ermeni ve Yahudileri Osmanlı aleyhinde kışkırtmaya başladı. Bu kışkırtma Yunan ve Ermeni isyanları ile Siyonist hareket kapsamında bir dizi, siyasi ve anarşist hareketliliğe yol açtı.

YUNAN İSYANI

Fatih Sultan Mehmet, henüz İstanbul’u fethetmeden Osmanlı, kayda değer bir Rum nüfusa sahipti.  Bu Rum nüfus, Osmanlı idaresiyle genellikle iyi ilişkiler içindeydi.

İslam’ın farklı dinlere mensup toplumları bir arada tutma hukuku var ki bu hukuk için genellikle “Milletler Sistemi” denmiştir. Osmanlı, “Milletler Sistemi”ni tatbik ederek Rumları kendi kültür, din ve hukuklarında serbest bıraktı; Rum toplumu ile Osmanlı arasında bu sayede güçlü bir bağ kuruldu. 

İstanbul’un fethiyle birlikte Rum nüfus; daha da arttı, Osmanlı ekonomisinde önemli bir yer edindi, Osmanlı’nın çok renkliliğinin önemli bir unsuru olarak sorunsuz bir şekilde varlığını idame ettirdi.

Katolik Batı ile Ortodoks Rumlar arasındaki ilişkiler ise geçmişten beri iyi değildi. Haçlılar, 1204’te İstanbul’u istila edip 1099’da Kudüs’te yaptıklarına yakın vahşetlerde bulunmuşlardı. Şehri harap etmiş, pek çok kişiyi katletmişlerdi. O vakayla birlikte, Ortodoks Rumlarla Katolik Batılılar arasındaki ilişki tamamen kopmuş gibiydi.

Modern Batı, bu yıkıcı tarihsel geçmişi unutturmaya çalışarak Aydınlanma’sının merkezine Eski Yunan’ı aldı. Uygarlık köklerini Eski Yunan’da başlattı. Eski Yunan’ı bir tür yeni kutsalı ilan etti.

Ama 19. yüzyıla gelindiğinde Batı’nın Yunanlıların Osmanlı’dan kopuşunu organize etmesi Eski Yunan sevdasıyla açıklanamaz.

Batı, 19. yüzyılda Osmanlı’yı bölüp paylaştırma yoluna girince Osmanlı tebası Hıristiyanları siyasi emelleri için bir fırsat olarak düşündü. İlk anda bu Ortodoks tebayı Katolikleştirme veya Protestanlaştırma yoluyla kendi amaçları için kullanmayı denedi. Bunda başarısız olunca laikliği, yeni ilişkiler zeminine koydu; laikleştirme yoluyla Ortodokslar üzerinde tahakküm kurmaya başladı. 

Batılı aydınlar, bu çerçevede tarihi; yaşadıkları günü ve sonrasını dizayn etmek için kullanma yoluna gittiler. Batılı aydınlar; Eski Yunan’la ilgili efsane veya tarihsel vakaları, Yunanlıları Batı’ya bağlayıp Batı’nın emelleri doğrultusunda kullanmak için araçsallaştırdılar. Yüz yılı aşan bir çabayla, tarihten beslenen yeni bir Yunanlılık bilinci üretip Yunan gençlerini Magalo İdea’ya sürüklediler. Amaçları Yunanlıların mutlu olması mıydı, Osmanlı’nın parçalanması mı? Hiç kuşkusuz ikincisi idi. Zira Osmanlı ile ilgili projelerden önce onlar, Eski Yunan’a sadece Hıristiyanlığı diskalifiye için sarılmışlardı ve Rumluluk bağlamında Bizans’tan nefret ediyorlardı. Onların Yunanlıların mutluluğu gibi bir dertleri yoktu. Aksine Eski Yunan bir yana tarihsel süreç içinde Yunanı, Rum olarak Batı’nın en büyük düşmanlarından biri görüyorlardı. 

Batılı aydınlar, Yunan gençlerinin zihin dünyasına Bizans’ı canlandırma fikrini yerleştirirken gerçekçi olmadıklarının bilincindeydiler. Ancak en az o kadarlık bir bilinçle yaptıklarının Osmanlı’yı parçalayacağının da farkındaydılar. Pratik de Yunan gençlerinin kapıldıkları hayallere göre değil, Batılı aydınların hedeflerine göre vuku buldu.

Tarihe Yunan isyanı olarak geçen 1821-1829 yılları arasındaki bir dizi kanlı vakanın ardından Mora Yarımadası’nda Yunanistan Devleti kuruldu. Osmanlı da 1832’de Yunanistan’ın ayrılmasını kabul etmek zorunda kaldı.

Yunanlılar, Osmanlı Devleti’nden ayrılan ilk millet idiler.  O isyandan sonra, Osmanlı’nın parçalanmasında hep “Yunan yöntemi” kullanıldı. Osmanlı ise buna karşı sürekli modernleşmeyi, bir tür düşmanına benzemeyi seçti. Böylece plan çift taraflı işleyerek Batı’nın istediği sonuçları getirdi.

Her yıl 24 Mart’ta kutlanan “Yunanistan Bağımsızlık Günü”nün bu yıla denk gelen 200. Yıldönümü kutlamalarına İngiliz Kraliyet Prensi Prens Charles da bizzat katıldı. Charles’in “Belki de 1821’in cesaret, kararlılık ve azminden ilham alabiliriz" sözleri çok dikkat çekicidir. Törene “güçlü” bir mesaj gönderen ABD Başkanı Joe Biden de 1821 vurgusu yaptı.

Oysa 1821’de Tripoliçe’de çoğu Müslümanlardan oluşan sekiz bin sivil katledilmişti. O katliamdan sonra da Mora’da Müslümanlara karşı, Endülüs misali sistematik katliamlar yapıldı. Bu katliamlarda yine Endülüs örneğinde olduğu gibi Yahudiler de zarar gördüler. Batı tarihinde Yahudi katli hep bir tür “görev zayiatı” gibi düşünülmüştür. Ne yazık ki bugün biz, bunu dünyaya yeteri kadar anlatamıyoruz; sıradan Yahudilerin dahi dikkatini buraya çekemiyoruz.

ERMENİ İSYANI

Yunanlılardan sonra Batılıların üzerinde özenle çalıştıkları diğer bir Ortodoks Hıristiyan toplum da Ermenilerdir. Ermeniler, henüz Hz. Osman radiyallahü anh zamanında İslam toprakları içinde kaldılar ve o tarihten sonra Müslümanlarla değişen ilişkilere sahip oldular. Ama Osmanlı sürecinde Rumlardan da daha çok Osmanlı’ya bağlı kaldılar.

Ermeniler, daha önce Anadolu topraklarında yaşarken bir bölümü Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul’a yerleştirildi, kendilerine yine İslam hukuku gereği “Milletler Sistemi” içinde kültür, din ve hukuklarını yaşama hakkı tanındı. Onlar da buna karşı yüzyıllar boyu Osmanlıya karşı hiçbir desisenin içinde bulunmadılar. Kendilerini Batı’nın hilelerinden uzak tuttular. 

Ne var ki modern Batı, Yunan taktiğini Ermenilere de uyguladı, onları önce Katolikleştirmeye ve Protestanlaştırmaya çalıştı. Ermeni Kilisesi buna direnince Batılılar, tarihsel kodları kullanarak Ermeni toplumu içinde seküler/laik örgütlenmeye gittiler, Ermeni toplumunu kilisenin denetiminden çıkardılar, Ermeni gençlerin zihin dünyasında “Büyük Ermenistan” hayali oluşturdular ve onları, Osmanlı sınırları içinde Müslüman topluma karşı kullandılar.

Amaç, bu bağlamda tarihe Vilayet-i Sitte olarak da geçen Erzurum, Van, Mamüretü'l Aziz (Elazığ), Diyarbakır, Sivas, Bitlis illerini Mora Yarımadası misali Endülüsleştirmekti.

Ermenilerin Yunanlılar kadar Batı’ya yakın olmaması, Sovyetlerin kurulması ve Müslüman Kürtlerin Ermeni emelleri konusundaki duyarlılığı, Ermeni projesinin başarısız olmasını sağladı.

Bu arada iddia edilenlerin aksine ve Batı desteğini bütün değerlerin önüne koyan PKK dışında Kürt laiklerin de 20. yüzyılın başında küçük bir tereddüdün ardından Ermenilerin emellerini fark ettiklerini ve ona yakın durmadıklarını bilmek gerekir. Bilindiği kadarıyla bu seküler kesimin önemli isimlerinden Osman Sabri, Kürtleri Ermenilerin emelleri konusunda bilinçlendirme yönünde çalışan kimseler arasındadır.

SİYONİST HAREKET

Batı’nın İslam dünyasına yönelik uyguladığı tarihi bugün ve geleceği dizayn için kullanma stratejisinin en önemli hareketlerinden biri Siyonist harekettir. Batı, tarih boyunca zulmettiği Yahudileri bu hareketin eliyle İslam dünyasının üzerine saldı. Yine Yunan örneğinde olduğu gibi tarih kullanılarak Yahudi gençliği arasında Filistin zeminli siyasal bir Yahudilik üretildi.

Yahudi gençler, Yunan gençlerinin kapıldıkları hayallerine benzerlerine sürüklenerek İslam dünyası içinde büyük bir Yahudi devleti kurma fikrine itildi. Gaye, Yahudilerin saadeti miydi yoksa Müslümanların bağrına bir hançerin saplanması mı? Hiç kuşkusuz ikincisiydi. Zira dünyaya dağılmış ve yeni dünya düzeninde yer edinmiş Yahudilerin Filistin’i istila etmeleri, yüzyıllardır Batı’da zülüm gören, katledilen Yahudileri zalimleştirmekten başka bir işe yaramayacaktı.

Ne yazık ki bu plan Filistin’de işledi ve Filistin dışına taşma tehdidini hâlâ barındırıyor. Çünkü tarihsel “Arz-ı Mevʿud” iddiası Yahudi genç ve çocuklarının zihnine kazınmaya devam ediliyor.

BATI’NIN PLANLARINA KARŞI KOYMAK

Osmanlı, Batı’nın Mora Yarımadası merkezli Yunan meselesi taktiğine karşı daha fazla İslamlaşarak karşı koymayı değil, II. Mahmud’un öncülüğünde Batı’ya benzeyerek Batı’nın şerrinden korunmayı seçti. 

1829’dan sonra Osmanlı aydınları, Osmanlı Devleti’nin güç kaynağı İslam hukukunu, adaletini sorunların kaynağı gibi lanse etmişler. Hep Batı’ya benzeyerek Batı’nın emellerine karşı konulabileceğini öne sürmüşler,  Batı’nın desteğiyle devlete bunu dayatmışlardır. Devlet de o yönde davranınca 1839’daki Tanzimat Fermanı’yla, İslam hukukunda büyüme ve büyüklüğün zemini “Milletler Sistemi” lağvedildi. Sonuç, tam anlamıyla iflas… Osmanlı, Batı’ya benzedikçe küçüldü ve nihayetinde Batı’yla yerli Batıcıların el birliğiyle tarihe karıştı.

  1. yüzyılda Arap siyasiler de Osmanlı’nın 19. yüzyılda düştüğü hatayı göz ardı edip Siyonist sorunundan, hep Batı’ya yaklaşarak en az zararla kurtulacaklarını düşündüler. Ulusalcı sol Arap aydınlar, Batı’ya benzemeyi tek kurtuluş yolu gibi öne sürdüler, bunu Batı’nın desteğiyle Araplara dayattılar, Arap devletleri de bu yönde bir siyaset geliştirdiler. Netice Osmanlı örneğinde olduğu gibi iflas oldu.

Dikkatler, Biden’in 24 Nisan’daki açıklamalarıyla ilgili olarak Ermeni meselesi üzerindeyken Prens Charles ve Biden’in Yunan Bağımsızlık Günü’nde yaptığı açıklamalar hiç yabana atılır cinsten değildir. Filistin’in durumu da ortada… Müslümanlar, Ramazan ayında bile Mescid-i Aksâ’da rahat bırakılmamaktadır.

Görüldüğü üzere Batı, dünyadaki değişime rağmen İslam dünyasına karşı modern dönem stratejilerini bir kenara bırakmış değildir. İslam dünyasının kalkınmasını, mutluluk ve refahını istememekte ve ona karşı klasik yöntemlerini sürdürmeye devam etmektedir.

Türkiye’nin önünde bu noktada iki yol vardır: Daha fazla Batı’ya benzemek ya da İslâmî özüne dönmek.

Birinci yol, iki yüzyıldır adım adım intihara gidiş gibi denenmeye devam edilmektedir. Bunun yol olmadığı açıktır.

Batı’ya benzeyerek Batı’nın şerrinden korunmak Batı’nın emellerine hizmet eden bir hayaldir. Batı’ya benzemenin en belirgin işareti ise daha fazla milliyetçileşip ırkçılaşmaktır. Ermeni iddialarına karşı milliyetçi/ırkçı söylemler, bu memleketi daha fazla güç duruma sokup daha menfi bir duruma götürmekten başka bir iş görmemiştir, görmeyecektir. Batı kaynaklı milliyetçilik/ırkçılık, çıkmaz sokaktır; şerrin yardımcısıdır, tükenişe romantik bir coşkuyla yol almaktır. 

Siyasal sahada İslamlaşmanın esası ise insanın eşref-i mahlukat olduğunu kabul ve ona yönelik tutumlarda adaleti yol edinmektir. 

Modern Batı’nın ve “ulusalcı Batıcılar”ın perde arkası tezlerinin aksine adalet; zafiyet değil, güçtür. Geçmiş değerlendirilirken, bugün yaşanırken ve gelecek dizayn edilirken adalete bağlı kalmak, selamet ve faziletin esasıdır. Selamet sulhtur, fazilet ise berekettir.

Akl-ı selim, tükenişi değil, bereketi seçer. Umut edilen, siyasi tutumlara akl-i selimin hâkim olmasıdır.