• DOLAR 34.66
  • EURO 36.359
  • ALTIN 2928.919
  • ...

Hz. Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem’in ahirete irtihalinden sonra, hiçbir şehir Kudüs kadar onurlandırılarak fethedilmemiştir.

Hz. Hz. Resûl-i Ekrem’den sonra Ashab, Allah cümlesinden razı olsun, Onun pâk halifelerinin Medine-i Münevvere’den çıkmalarına izin vermiyorlardı.   

İrtidat hadisesi büyüdüğünde Hz. Ebû Bekir radiyallahü anh, bizzat cihada gitmek istedi. Ancak Ashab ona engel oldu.

Hz. Ömer radiyallahü anh henüz halife olduğunda doğuda Sasani tehdidi büyümüştü. Hz. Ömer, bizzat cihada katılma isteğini belirtti. Ashab ona da kendin gitme, dedi.

Ama söz konusu Kudüs/Beytülmakdis olunca görüşler bambaşka zuhur etti.  

Hicrî 17, Miladi 638 yılıydı. Yermûk Savaşı kazanılmış, Bizans Bilâdüşşâm’dan tart edilmiş, bugünkü Suriye’nin başkenti Dımaşk ve yine Suriye’nin önemli şehirlerinden Humus gibi şehirler fethedilmişti. Ancak “İliyâ medînetü beyti’l-makdis” hâlâ Rumların elindeydi.

Heraklius, İslam fatihlerinin Şam coğrafyasına gelmesinden önce Kudüs’ü ziyaret etmek üzereydi. Şehir, iyi korunuyordu. Şam’daki İslam orduları genel komutanı (Emirülumera)  Ebû Ubeyde b. Cerrah sulh yoluyla fetih söz konusuyken zora başvurmamayı seçiyordu. Bunun için Beytülmakdis, Filistin’deki İslam fetihleri içinde bir ada gibi kalmıştı.

  1. ÖMER KUDÜS’TE

Kudüs’ün fethine dair pek çok rivayet vardır. Vakidî’nin anlatımını esas alarak devam edeceğim. Kudüs’ün fethi için ortam olgunlaştığında Hz. Ebû Ubeyde, Ashabla istişarede bulunarak “Ne yapalım? Nereye gidelim?” diye sordu. Ashab “Sen, o emin adamsın, hangi yöne yürürsen biz ancak seninle beraber oluruz” diye buyurdular. Konu müzakere edilirken orada hazır bulunan Hz. Muaz b. Cebel, Hz. Ömer’le istişare edilmesini buyurdu. Komuta heyetinin görüşü de o yönde oluşunca Hz. Ömer’e mektup gönderilerek görüş soruldu.

Hz. Ömer, Medine’deki başkent komuta heyetiyle vaziyeti istişare ettiğinde Hz. Ali, Hz. Resûl-i Ekrem’den konuyla ilgili duyduklarına dayanarak öncelikle Kudüs’ün fethedilmesi yönünde görüş beyan etti. Hz. Ömer, “Doğru söyledin ya Ebü’l-Hasan!” dedi ve Ebû Ubeyde’ye bu mahiyette mektup yazdı.

Bunun üzerine Ebû Ubeyde, Şam cephesindeki yedi büyük komutanı Kudüs için seferber etti: Halid b. Velid, Yezid b. Ebû Süfyan, Şurahbil b. Hasane, Mirkâl b. Hişam, Musîb b. Neciye, Kays b. Hubeyre, Urvet b. Muhelhel.

Ebû Ubeyde, komutanlarına Kudüs’e vardığınızda yüksek sesle tekbir ve tehlil getirin, Hz. Resûl-i Ekrem ve diğer enbiya hürmeti için Allah’tan yardım ve zafer talep edin diye emretti.

Her bir komutan, bir gün arayla bir askeri birlikle Kudüs’e doğru yola çıktı ve ardından bizzat kendisi de Kudüs çevresine gitti.

Kudüs’e varan her grup tekbir ve tehlillerle Kudüs semalarını inletti. Ebû Ubeyde, oraya vardığında sağında Hz. Halid, solunda Hz. Abdurrahman b. Ebû Bekir olduğu hâlde Kudüs surlarının üzerine çıkan Kudüs patriği ile görüştü.

Ebû Ubeyde, tercüman aracılığıyla onlara “Burası şerefli bir beldedir. Peygamberimiz buraya İsra’da bulunarak Mirac’a çıkmış, kābe kavseyn Rabbine yaklaşmıştır. Burası nebilerin yurdu ve mezarlarının bulunduğu yerdir. Biz, buraya sizden daha layıkız” dedi. Onlardan, İslam’ı seçme, cizye vermeye razı olma veya savaş yollarından birini tercih etmelerin istedi. Ancak kuşatma dört ay sürmesine rağmen Rumlar teslim olmadılar. Mevsim kış ve o yıl kış çok şiddetli geçmesine rağmen Ashab da Kudüs çevresini terk etmedi.

Nihayetinde Kudüs patriği (Sophronios) kitaplarından aldıkları işaretle şehri ancak Hz. Ömer’e teslim edebileceklerini söyledi.

Ashab, bazı savaş yöntemleri ile onları bu istekten vazgeçirmeye çalıştıysa da ısrar ettiler. Bunun üzerine Medine’ye mektup gönderilip durum Hz. Ömer’e haber verildi.

Hz. Ömer, sabah namazı sonrası Ashabla istişare etti. Hz. Osman ve Hz. Ali, gitmesi yönünde görüş beyan ettiler ve Emirü’l-Mü’minin ilk kez bir fetih için Medine’den ayrıldı.

Medine ile Kudüs arasında bugünkü tespitlerle tam 1198,2 km. mesafe var. Hz. Ömer, üşenmedi ve Ashab da onu bu yolculuktan alıkoymadı. Büyük İslam Halifesi, kırmızı devesine bindi, heybesinin bir tarafına hurma, diğer tarafına sevuk denen helvayı koydu, önüne de su kabını aldı ve yola çıktı. Hz. Zubeyr b. Avvâm gibi büyükler Yermük’ten henüz dönüp yorgun oldukları hâlde onlar da ona katıldılar.

Hz. Ömer, Kudüs’e yaklaştığında ona beyaz bir giysi giyip ata binmesini söylediler ama reddetti ve o hâl üzere büyük bir tevazuyla Kudüs’e yaklaştı.

Kudüs’ü kuşatan İslam ordusunun içinde Hz. Bilal de vardı. Hz. Ömer, ona “Ey Bilal, bizim için ezan oku!” dedi. Hz. Bilal, Kudüs semalarında “Allahü Ekber” dediğinde Ashab, Resûl-i Ekrem günlerini hatırlayıp hüngür hüngür ağladı.

Hz. Ömer, bütün ordunun yekvücut tekbir ve tehlilleriyle şehre yaklaştı ve kaynaklarda yazılı bir anlaşma ile Kudüs’ü teslim aldı.

Diğer kaynaklarımızın ifade ettiği üzere Hz. Ömer, şehirde beş gün konakladı, bu süre içinde Mescid-i Aksâ’nın yerini tespit etti ve üç bin kişinin namaz kılabileceği bu sahayı tahta çitlerle çevreledi, kendisinden sonra da onun yanı başına Hz. Ömer Camisi olarak bilinen bugünkü Yeşil Kubbe inşa edildi.

Kudüs’ün fethi İslam Halifesinin bu devirde katıldığı tek fetihtir. Onun dışında Halife hiçbir şehrin kapısına gitmemiş, hiçbir şehri teslim almamıştır.

ORYANTALİST GOLDZİHER’İN SAPTIRMALARI

Vakidî, Hicrî 130’da doğmuş. Bu vakadan sadece 113 yıl sonra… Ki kendisi bu rivayetlerde yalnız da değildir. Bu açık ve net verilere rağmen, oryantalist (müsteşrik/şarkiyatçı) Goldziher, Müslümanların ilk dönemde Kudüs’e pek değer vermediğini hatta Kur’an-ı Kerim’de geçen Mescid-i Aksâ’nın Kudüs’te olmayabileceğini öne sürebilmiştir.  

Kim bu Goldziher? İnsan, öğrendikçe derin bir “Ah!” çekmek zorunda kalıyor, bazen “Keşke öğrenmeseydim!” diyesi geliyor.

Goldziher, bir Macar Yahudisi… 1850’de doğmuş. Beş yaşından itibaren Tevrat dersleri alan, sıkı bir Yahudi eğitiminden geçmiş bir isim… Kendi ifadesiyle koyu bir Yahudi… Kendisine üç yaşında Yahudiliğe kabul yemini ettirilmiş ve bu yemini hiçbir zaman unutmadığını ifade etmiş. Aynı zamanda Macar Yahudilerinin eğitim komisyonundan sorumlu kişi… Öte yandan Arminius Vambery’nin talebesi…

Vambery, Sultan Abdülhamid’in sarayına kadar sokulup orada milliyetçiliği yayan, ben Müslüman oldum, diyerek etrafını aldatan ve Macaristan’a tekrar döndüğünde “Bir Sahte Dervişin Anıları” diye bir kitap yazacak kadar yüzsüz, fütursuz bir sahtekâr…

Ne yazık Vambery, bizim seküler/laik çevrelerde bir milliyetçilik piri gibi kabul görmüş. Bizim yerli müsteşriklerimiz (oryantalistler/Şarkiyatçılar) da talebesi koyu Yahudi Goldziher’i de öyle kutsamışlar, onun çağının büyük bir tarihçisi ve hatta en önemli hadis alimi gibi saymışlardır!

Aman Allah’ım! Bu nasıl bir aldanma? Vambery ve Golziher, Milat’tan binlerce yıl önce yaşandığını iddia ettikleri efsanelerle örülü destanları dün yaşanmış gibi anlatmışlar, “tam doğru” gibi satmışlar ve bizim yerli müsteşriklerimiz “Sadakte!” deyip onları tasdik etmişlerdir.

Ama aynı Goldziher, Kudüs’le ilgili onca İslam müktesebatını yok saymış, hakikatlere gözünü kapatmış, vakanın yaşandığı asırdaki tarih kayıtları etrafında kuşkular uyandırmıştır.

Siyonistler, Kudüs’ü istila etmeden yüzyıl önce bilgi kaynaklarını kirleterek, bilgi istilası ile başlamışlardır.

Genel olarak, Vambery ve Goldziher’in yaptıkları şöyle özetlenebilir:

  1. İslam’ın temel kaynakları etrafında kuşkular uyandırmak
  2. Milliyetçilik üzerinden Müslümanları bölüp ümmet birliğini dağıtarak İslam dünyasında güç birikiminin önüne geçmek
  3. İslam yurdunu ve özellikle İslam’ın mukaddes mekânlarını savunmasız bırakacak zemini hazırlamak.

Geldiğimiz noktada, biz bir tür yol ayrımındayız: Kudüs’e ya Goldziher gibiler ve onların yolunda gidenlerin gözüyle bakacağız. Bir Yahudi’nin bilgisiyle kendi mukaddesatımıza bakacağız ya da kendi gözlerimizle bakacağız, mukaddesatımıza sahip çıkacağız.

BİZİM KAYNAKLARIMIZDA KUDÜS

Kudüs hakkında geniş bir müktesebata sahibiz. Nûreddin Mahmud Zengî ve Selâhaddin-i Eyyûbî devirlerinde, Kudüs’le ilgili bu müktesebat ihya edilmiş, daha özel bir çalışma ile Fezailü’l-Kuds kitapları kaleme alınmıştır.

O eserlerin elimizde olan en ünlülerinden biri Bağdat tarihçilerinden Ebü’l-Farac Abdurrahman İbnü’l-Cevzî’nin “Fezailü’l-Kuds” adlı risalesidir. Selâhaddin’in Kudüs’ün fethinden hemen sonra yazılan bu risaleye İbnü’l-Cevzî rahmetüllahi aleyh “Ey kavmim! Allah’ın sizin için yazdığı Arz-ı Mukaddes’e girin, sakın geri dönmeyin, sonra kaybedenler siz olursunuz." (Maide 21) ayet-i kerimesi ile başlamıştır.

İbnü’l-Cevzi, önce “mukaddes” kavramının “mutahhar” yani temizlenmiş, pâk anlamına geldiğini açıklamış. Büyük alimlerin “Beytülmakdis” adıyla ilgili görüşlerine yer vermiştir. Ardından yine alimlerden alıntılar yaparak Arz-ı Mukaddes’in neresi olduğuna açıklık getirmiştir. Onun yaptığı alıntılarda bir görüşe göre, Arz-ı Mukaddes, Filistin’dir, diğer bir görüşe göre Kudüs-i Şerif’tir. Ama Katade’ye ait son görüş hepsinden dikkat çekicidir. Zira Katade’ye göre Arz-ı Mukaddes, Bilâdüşşâm’ın tamamıdır. Yani bugünkü Suriye, Lübnan, Filistin ve Ürdün’dür. Ki kaynaklarımızda bu coğrafya “Fırat’tan Mısır’ın girişine kadar” şeklinde tarif edilmiştir.

Mesele bu kadar net iken biz, hâlâ Goldziher gibi Siyonizmin öncülerinin zihinlerde oluşturduğu kuşkularıyla mı bakacağız yoksa Kudüs’ün faziletine kesin bir imanla iman mı edeceğiz? Unutmamak gerekir ki iman, nettir ve uçurur, yol aldırır; kuşku ise ağırlaştırır. Bugünkü ağırlığımızın bir nedeni İslam aleminde Kudüs şuurunun yeteri kadar olmamasıdır.

Kudüs, Aralık 1917’de İngiltere istilası altına girdikten sonra, Filistin;

  1. Önce bir Arap-Yahudi sorunu
  2. Sonra bir ulusalcı Sosyalist Araplar ile israil sorunu
  3. Daha sonra Sosyalist Arap örgütlerle israil sorunu

gibi takdim edildi.

Bu süreçte Filistinli gençlerin sol ellerinde Stalin resimleri ile Mescid-i Aksâ sloganları atmaları, tarihin en trajikomik vakalarından biridir. Çünkü Stalin, Büyük Britanya Dışişleri Bakanı Balfour ile birlikte israil’in babası kabul edilmektedir.

Bu oyunu Şeyh Ahmet Yasin, İntifada’yı başlatarak bozdu ve Kudüs’le ümmet arasındaki bağı yeniden inşa etti.

Ne var ki şimdi yeni bir sorunla yüz yüzeyiz: Kudüs’ün bütün yükü, son dönemde Gazze’nin sırtına yüklendi. Kudüs, sorunu bir tür Gazze-israil sorunu gibi yansıtılmaya başlandı. Filistinliler, Kudüs meselesinin mağdurlarıdır. Kudüs’ün kurtarılması onların sırtına yüklenemeyecek kadar ağırdır ve Kudüs, sadece Filistinlilerin değil, bütün Müslümanların mukaddesatıdır.  

Son dönemin sorunlu diğer bir yanı ise 1980’li yıllara kadar Filistin meselesine sahip çıkıyor görünen Sol çevrelerin, 2000’li yıllardan bu yana “Batı uygarlığı”nın yanında durmak adına Filistin meselesinden tamamen uzaklaşmalarıdır. Böylece Kudüs meselesi, özellikle Türkiye bağlamında sadece İslamî kesimlerin ilgilendiği bir mesele hâline gelmiştir. Halbuki İslam dünyasında kayda değer bir seküler kesim vardır ve bunların Filistin meselesinin dışında bırakılmaları ancak Siyonistlerin işine yarar. O hâlde Filistin meselesinin önemine onları ikna edecek bir dünyevi söylem de eklenmek durumundadır.

Son olarak Kudüs meselesinin Müslümanlar açısından en sorunlu yanı, meseleyi gündem yaparken dava hâline getirmemektir. Gündem, bir tür dedikodudur. Davanın ise bir stratejisi, dolayısıyla hedefi ve o hedefe doğru yol alışta araç ve aşamaları vardır.

Mesele, Kudüs’ü gündem etmek değil, dava hâline getirmektir. Biz ancak bunu başarabilirsek Goldziher ve Vambery’lerin bizi çektiği tuzaktan çıkmış oluruz.