• DOLAR 34.658
  • EURO 36.356
  • ALTIN 2930.707
  • ...

Eğitimde değerlendirme, basit bir tarifle “Hangi hâlde aldık-Hangi hâle taşıdık?” işlemidir.  Daha basit bir ifade ile “Eğitime tabi olurken neydi-eğitimden sonra ne oldu?” tespitidir.

Öğretmen, bu tespiti not sistemi üzerinden ifade eder. Eğitim politikalarını belirleyenler ise toplumsal değişim analizleri yaparak değerlendirmelerini yapar; “Biz, toplumu nasıl bulduk ve ne hâle evirdik?” sorularına cevap ararlar.

Bu, bir çiftçinin mahsullerini değerlendirmesi kadar basit bir işlemdir. Çiftçi ekimiyle ilgili bir beklenti içine girer ve mahsulünü o beklentiye göre değerlendirir. Ektiğinin, beklentisindeki karşılığını biçmeyi umut eder, mahsulünü o umut çıtasına göre ölçer.

Herhâlde eğitimle az buçuk ilgili hiç kimse Türkiye’de dindar kesimin eğitimdeki başarıda dinle arasına mesafe koymuş kesimlerin gerisinde olduğunu söyleyemez. Aksine evrensel bir gerçeklik olarak dindar kesimler, eğitimde diğer kesimlerden daha başarılı olurlar. Nitekim sınav sonuçlarına bakıldığında da başarısı yüksek öğrencilerin büyük bir kısmının değerlerine sadık toplum kesimlerinden geldikleri görülür. Öyleyse neden bu ülkede ODTÜ, Boğaziçi gibi üniversitelerin öğrenci ve mezun görünümü bu kesimlerin profilini yansıtmaktadır?

Başka bir ifadeyle bu üniversitelerdeki “Girdi-Çıktı” neden değerler bağlamında büyük bir farklılık arz etmektedir? Bizim oralara mühendis olsun diye gönderdiğimiz, değerlerine sadık genç, oralarda neden bir değerler insanı olarak görünmüyor ve genellikle o değerler üzerinden mezun olmuyor? Bu teknik açıdan önemli üniversitelerle ilişkimiz, neden hâlâ 19. yüzyılda Fransa’ya öğrenci gönderen İslam dünyasının ilişkisine benziyor? Ki o günlerde maliyeci olarak yetişsin diye yollanan öğrenci, değerlere karşı savaşan bir “personel” olarak dönüyordu. Bu üniversitelerin çıktısı neden yüz elli yıl öncesinin o çıktılarını anımsatıyor?

Meseleyi kavramak için marifet ehlinin eğitimden ne anladığına bakmakta yarar vardır: Kimi marifet ehline göre, öğrenci-öğretmen ilişkisi; demir ve haddad (demir ustası) ilişkisi gibidir. Demirin nasıl bir şekil alacağı, haddadın tercih, gayret ve maharetine bağlıdır.

Bu marifet penceresinden bir eğitim kurumu örneği olarak Boğaziçi Üniversitesi’ne bakalım. Onunla ilgili elimizdeki verileri değerlendirip “Girdi-Çıktı” farkının nereden kaynaklandığı ile ilgili bir kanaate ulaşalım.

AMERİKAN LİSESİNDEN EVİRİLME BİR ÜNİVERSİTE

Boğaziçi Üniversitesi, Robert Koleji’nin üniversite türevidir. Kolejin yönetim kurulunun teklifi üzerine 1971 yılının ağustos ayında Meclis’in onayı ile açılmıştır. Bazı milletvekilleri adının Fatih Üniversitesi olmasını önermişlerse de Boğaziçi isminde ısrar edilmiştir.

Robert Koleji’nin kurucusu Fransız kökenli Amerikalı Cyrus Hamlin’dir. Hamlin, Evanjelik Protestan bir Hıristiyan misyoner olarak yetiştirilmiş ve bu amaçla tam da Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği yıl 1839’da İstanbul’a gönderilmiştir.

O yıllarda bu tür Evanjelik Protestanların İslam dünyasına gelişlerindeki öncelikli amaç, Ortodoks ve Katoliklerin Protestanlaştırılmasıdır. Hamlin de öncelikle bu amaçla çalışmış, zemin tespitinden sonra, 1856’daki Islahat Fermanı’nın koşullarını kullanarak İstanbul’da bir kolej açmaya karar vermiş, ona sermayeyi de Christopher Robert adlı yine Amerikalı bir tüccar sağlamıştır. İkili, arsayı edebiyatımızda “Türkçü” diye okuttuğumuz Ahmet Vefik Paşa’dan temin etmiş. Gerekli kolaylıkları ise sonraki süreçte meşhur Sadrazam Mithat Paşa sağlamış.

Önce Robert Erkek Koleji, 1863’te kurulmuş, onu 1871 Robert Kız Koleji takip etmiştir. Amerika sınırları dışında açılan ilk Amerikan Okulu olarak kolejin faaliyetlerinden ilk rahatsız olanlar, Osmanlı tebaası Ortodoks ve Katolik Hıristiyanlardır.

Kolejin kurucusu Hamlin onların kendisine karşı direnişini “Okul açıldıktan hemen sonra çok sığ bir bilgelik ve anlayışla kalemleri ile bize saldırmaya başladılar. Protestanları ve bu inancı çok basit ve adi olmakla suçlayan bir sürü broşür bastılar” diye anlatır.

Bu direnişe rağmen Hamlin, o günlerde Osmanlı’yı yöneten Mason elitin desteğini kazanmış ve faaliyetlerine güven içinde devam etmiştir. Okula hem Hıristiyan hem Müslümanlar kabul edilmektedir. Ancak Hamlin’in faaliyetleri ile ne Müslümanlar Hıristiyan olmuş ne de Ortodoks ve Katolikler Evanjelik Protestan oluvermişler. Netice bu olunca Hamlin ve ona yön verenler, faaliyetlerinin niteliğini değiştirirler.

Hamlin, beyhude bir çabayla Müslümanları Hıristiyanlaştırmaya ve Hıristiyanları Protestanlaştırmaya çalışmak yerine milliyetçilik potasını kullanarak İslam dünyasını parçalamaya adar kendini. Böylece, dini bir amaçla İslam dünyasına gelen bir misyoner, seküler/laik insan yetiştiricisi olarak yolculuğuna devam eder.

Hamlin’in projesi çok basittir: Türk Türkçüleştirilecek; Bulgar Bulgarcılaştırılacak, Rum Yunancılaştırılacaktır. Neticede herkes, kendi köklerine (!) dönünce birbirleri ile mücadele eden savaşçılar ortaya çıkacak ve Osmanlı’nın 19. yüzyılda gayrimüslim unsurları da içeri alarak inşa etmeye çalıştığı Osmanlıcılık çöküverecek; onun yönettiği coğrafya parçalanıp yutulabilecek lokmalara dönüşecektir.  

Hamlin, en büyük başarıyı Bulgarlar arasında gösterir. Osmanlı yöneticileri ile ilgili sorunlar yaşayan bu Balkan halkı, bir kavim olma bilincinden neredeyse tamamen uzaklaşmışken onun faaliyetleri ile Bulgarlık adeta yeniden var olur. Belki bir tek Bulgar Evanjelik olmaz; ama Bulgar gençliği milliyetçilik üzerinden sekülerleşerek muhafazakâr kilisenin denetimi dışına çıkar, sonra bizzat kiliseyi de denetimi altına alarak Bulgaristan’ın kurulması için savaşmaya, terör estirmeye başlar. Bulgarlar, öylesine milliyetçi bir söylem içine girerler ki onlarla savaşan Türk astsubay Ömer Seyfettin, onlara nazire olarak Türk milliyetçisi olur ve kalemini o yönde kullanır. Kendisi de caminin dışında ve sekülerdir. Böylece Hamlin’in savaşanları bütün unsurları ile tarih sahnesinde yerini alır.  

Hamlin’in faaliyetlerinde akıllara durgunluk veren bir garabet daha vardır. Klasik olarak Masonluk, milliyetçilik karşıtı olarak bilinir. Oysa Hamlin’in faaliyetleri ile yetişen “büyükler” aynı zamanda Masondur hatta sistem tamamen Masonlar üzerinden yürür, diğerleri onları takip eder.

Kolejin mezunları arasında kimler mi var? Her meslekten tek tip ve nice şahsiyet: Agop Dilaçar, Talal Sait Halman, Zeki Alasya, Cem Boyner, Nejat Eczacıbaşı, Celal Şengör…

İddialara göre, Ahmet Vefik Paşa öldüğünde Eyyüb Sultan Mezarlığına gömülmek istemiş ancak Sultan Abdülhamid “Protestanlara arsa satan adam kıyamete kadar onların çan sesini dinlesin.” deyip reddetmiştir.

BOĞAZİÇİ’NİN MASON REKTÖRLERİ

Boğaziçi 1971’de üniversite olarak açılınca Robert Koleji kökenini reddetmemiş, kendini çağa uyarlayarak modern Batıcı tipler yetiştirmeye adanmıştır. Bu değişim ise Masonlara emanet edilmiş.

Üniversitenin kurucu rektörü Abdullah Kuran, Robert Koleji mezunu. Amerikalı bir kadınla evli. Daha önce ODTÜ’de önemli görevlerde bulunmuş, mimarlık fakültesinin kuruluşunda görev yapmış. Boğaziçi’nde rektörlükten ayrıldıktan sonra, mühendis olmasına rağmen, Sosyal Bilimler alanına geçerek Tarih Bölüm Başkanı olmuş, uzun yıllar o görevi sürdürmüştür. Oğlu da hâlen ABD’de İslam araştırmaları alanında profesör olarak ders vermekte. Masonik bağları belirsiz.  

Sonraki Rektör Semih Salih Tezcan ise Masonlar dünyasının önemli bir hocası. Mühendis olmakla beraber localarda “Masonik Doktrinler” dersleri vermiş ve aynı zamanda Mason hatiplerin yetiştirilmesinde görev almış. Tezcan, “Türkiye’de Masonluk Nasıl Geliştirilir?” adlı makalesinde Türkiye’de Mason oranının on binde iki olmasını yetersiz bulur ve bu oranı yükseltme yollarını irdeler. Bunun için Masonluk adına bir halkla ilişkiler ofisi açıp Masonluğu tanıtma ve sevdirmeyi bile önerir.

Anlaşılacağı üzere rektör usta bir Masonluk propagandacısı.

Semih Salih Tezcan’ın halefi üçüncü Rektör Ergün Toğrol, yine locaların hocalarından. Masonlara verdiği derslerde eğitim öğretim üzerine odaklanmış.

Dördüncü Rektör Üstün Ergüder ve nihayet 2000-2004 yılları arasında görev yapan beşinci Rektör Sabih Tansal da yine loca hocalarından.

Bilgi Üniversitesini kuran ve hâlen Türkiye Masonlarının resmi büyüküstadı olan, Fransa Bilimsel Araştırma Milli Merkezi'nde araştırma direktörü Remiz Sanver de Boğaziçi’nde endüstri mühendisi olarak yetişmiş ama ekonomist olmuştur!

Bu tabloyu gördükten sonra oturmadan soralım: Sadece Mason olmayan, aynı zamanda Masonluğu yayma dersleri veren hocaların tezgahına teslim edilen gençlerin ne olarak mezun olmasını bekliyoruz?

Marifet ehlinin öğrenci-öğretmen ilişkisini, demir-haddad ilişkisi ile açıkladığını bir daha hatırlayarak neden Boğaziçi gibi bir üniversitede Girdi-Çıktı farkının bu kadar büyük olduğuna karar verelim.

Sanırım, bu tablo aynı zamanda bize “Mimarlar Odası gibi odalar neden her tür İslami değişime karşı duruyor?” sorusunun da cevabını veriyor.

MARKSİST GENÇLERİN KORUMA DİRENİŞİ

Robert Koleji olarak Boğaziçi Üniversitesinin kurucusu Hıristiyan Evanjelik Cyrus Hamlin… Himeyâdarı Christopher Robert adlı kapitalist… Kolej olarak mezunları laik milliyetçi Batıcılar… Üniversite olarak kuruluş aşamasındaki rektörleri Mason… Teknik eleman olarak yetişmişler ama kendilerini sosyal mühendisliğe adamışlar… Masonluk, kapitalizmle özdeşleşmiş ama bugün rektör değişikliği yapıldığında değişime karşı kapısında nöbet tutan gençler en militan sol örgütlerin marşlarını söylüyorlar. Sol militarizmin marşları ile okulun kapitalist kadim düzeninin sürekliliğini korumaya çalışıyorlar. Kapitalist bir kurumu, sosyalist marşlarla inleterek savunuyorlar. Okulun son mahareti ise okulda açık ve resmi, eşcinsel kulübünün başvurusuyla Şubat 2016’da büyük bir coşkuyla “cinsiyetsiz tuvaletler” açmak olmuş!
Karmaşık unsurları ve bir araya gelmez kişileriyle çok mu imkânsız bir hikâye? Değil aslında. Çünkü bu tür kurumlar, Batı’nın İslam dünyası üzerinde tahakkümünü sağlamak ve sürdürmek üzere kurulmuş. Temel amaç budur. Dolayısıyla kurum da o amaç doğrultusunda var olmuş ve kendisini yine o amaç doğrultusunda günün Batılı gerçekliği içinde yenilemiştir.  

Geldiğimiz noktada bir tür “Medeniyetler Çatışması” anlayışı ile İslam dünyasındaki Batıcı kesimler, fikir üreticileri, kapitalistleri ve solcu militanları ile bütünleşmiş bir cepheye büründüler. Son yıllarda en az 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın başındaki ciddiyetle yeniden örgütlendiler, ufuklarını açtılar, aralarındaki çekişmeleri tatil ettiler, yeni insan kaynaklarına yöneldiler, yeni bir teşkilatlanmaya gittiler.  

En tepeye kapitalizmin bir heykeli gibi duran Rumelili veya kadim İstanbulî isimler yer alırken en altta çoğu Alevi ve Kürt mahallelerinden, bir kısmı da Trakyalı Roman kökenli gençlerden oluşan Marksist militanlığa meyilli gençler yer alıyor.

Bu gençlerin bütün muhalif ruhları Sol içinde disipline edilerek kapitalist dünyanın hizmetine yeni insan enerjisi olarak aktarılıyor. Kabul etmek gerekir ki bu muazzam işleyen bir sistem. Hedef, “Medeniyetler Çatışması” tezinin hedefi ile birebir aynı…

Buna karşı kör çekişmeler içine girmek… Çözümsüz ihtilafları bulup bulup popülerleştirerek Müslümanları ustaca birbirine düşürmek, gençleri umutsuzluğa sevk etmek, toplumun zihnini bulandırmaya çalışmak gafletin de ötesi bir hâldir. Bir dönem Ortodoks papazlarının yaşadıkları ve yaşattıklarından bir milim farklı değildir.