Dünyevîleşme ve Müslümanlar
Batı, modern dönem öncesinde dünyayı “ruhanî/uhrevî” ve “dünyevî/seküler” diye ikiye ayırmıştı. O günün dünyasında birincisi ile ikincisi arasındaki rekabet hep devam etse de ikincisi birincisinin tahakkümünü çoğu zaman kabul ederdi.
Modern Avrupa ise Fransa odaklı olarak “ruhanî/uhrevî” olanı tatil etti; dünyayı “dünyevî/seküler” teke indirgedi.
Batı, emperyalizm günlerinde haçını yanında götürürken modern dönemde vardığı her noktaya aynı zamanda dünyevîliğin tahakkümünü götürdü.
Nihayet dünyanın en az dünyevî tarafları dahi, dünyalarını Batı tahakkümünden kurtarmak için bir miktar, epey ve tamamen dünyevîleşmeye yöneldiler.
Müslümanlar da dünyalarını Batı’dan korumak için dünyaya daha fazla yöneldiler.
İslam dünyasının yakın bir döneme kadar dünyasını ihmal edip dengeyi kaybettiği düşünülürse bu, kesinlikle isabetli bir karardı. Ne de olsa dünyamızı, gözüne bu kadar dünya hırsı bürünmüş bir yapının elinden başka bir şekilde korumamız mümkün değildi.
Lâkin, Batı’nın dünyevîliğinden korunma adına el attığımız dünyaya tamamen kapılmak, dünyevîlik istilasına karşı mücadele ederken dünyevîleşmek, değerlendirmemiz gereken bir sorundur. “Niye göz önünde bulundurmadık?” diye hayıflanmak yerine, bunu bir yol sorunu olarak görüp bugün ona karşı duyarlılık geliştirmek ise doğru olandır.
Zira dünyevîlik istilasına karşı koyarken uhrevî olanı ihmal etmek; dünyevîliğe başka bir taraftan yenilmekle birdir.
Dünyanın dünyevîleşmesi, sermayesi küresel dünyevîlik olan Batı’nın alanını daraltır, konumunu alaşağı eder, bu açıdan Batı’ya karşı bir zafer olarak da telakki edilebilir. Ama dünyevîleşen kesimleri de köklerinden koparacağından onlara da uzun vadede kaybettirir. Neticede dünyanın bütün olarak dünyevîleşmesi anlamına gelen böyle bir son, insanlığın kıyameti olur.
Müslümanların varmak istediği yer orası değil, bütün insanlığın dünyevî ve uhrevî ortak saadetidir. Öyleyse Müslümanların, dünyayı kurtarma çabalarının hiçbir şekilde yeni bir dünyevîleşmeye dönüşmemesi icap eder. Zira İslam, dünyevîleşmeden dünyaya tahakküm etme, varlığa tapmadan varlık sahibi olma tarikidir, dengesidir.
Saldırılar karşısında İslam’ın çatısının çökme işaretleri verdiği ve bunun topyekûn bir hareketlenmeyi gerektirdiği uyarısı hayati bir öneme sahiptir. Ancak hiçbir alarmın İslam’ın temel değerlerini arkada bırakmaya bahane olmayacağı da mutlak bir hakikattir. Dolayısıyla bulunduğumuz hâl içinde gündemimizin siyasi olması “normal” olsa da bu gündem içinde farz ibadetler ve ezkârın ihmali normal değildir.
Dinin koşula bağlanmayan unsuru farz namaz ibadetidir. İnsanı dünyevî hücuma karşı korumada ezkârın önemi ise inkâr edilemez.
Gözlerimiz elbette Baba Tâhir-i Uryânları aramıyor. Olması gereken o değildir. Ama toplumun kendisine ölümü, ahireti hatırlatan, kendisini dünyevîleşmenin yol açtığı bunalımlardan kurtarıp helal dairesi içine çekecek olan vaaz ve nasihatten öte önderlere (mürşidlere) ihtiyacı vardır.
Dünyayı ihmal etmeyi tavsiye etmeyen mürşidler… Hz. Peygamber salallahü aleyhi vesellem’in yolu üzerinde, dünyaya hükmederken ahireti göz ardı etmemesi gerektiğini hatırlayan ve hatırlatan mürşidler…
“Mel’un dünya” diye diye dünyayı dünyevîlere terk eden değil, dünyanın Allah’ın bir nimet ve emaneti olduğunun bilinciyle yaşayan ve o yönde yaşatmak için mücadele eden mürşidler…
Kendilerini asla, İslam’ın çatısına yönelen saldırılara karşı canını verenlere alternatif görmeyen aksine yaptıklarını, İslam’ın dünya hakimiyeti stratejisinin bir yanı olarak gören mürşidler…
Gözler, has aşıkların maşuklarını aradıkları gibi onları arıyor. Onların cephesi boş kalırsa dünyamızı kurtarmaya çalışırken ahiretimizden olma gibi bir tehdit yaşamamız mümkün. Özellikle bir sonraki nesil için…
Buna karşı olması gereken; her birimizin bir kenarı çekmesi değil; her birimizin uyum içinde bir kenardan tutmasıdır.