• DOLAR 34.669
  • EURO 36.341
  • ALTIN 2941.907
  • ...

Camilerin sadelikleri karşısında çok işlevliliği, İslam karşıtlarının hep dikkatini çekmiştir. Cami, bereketiyle adeta mucizevi bir yerdir, Hz. Peygamber salallahü aleyhi vesellem’in bereket duasının bir karşılığıdır.

İslam toplumu, kendini camide bulmuş; cami ile bütünleşmiş, camiyi varlığının simgesi bilmiştir. İslam karşıtları ise Müslümanlara yönelik müdahalelerinde hep cami üzerinde odaklanmışlardır. Bunun için İslam karşıtı bütün gelişmelerde caminin kısıtlanması mutlaka gündeme gelmiştir.

Camilerin kısıtlanması denince genel anlamda cami sayısının azaltılması, camilerin kapatılması ya da camilerin açık olma saatlerinin sınırlanmasını anlarız. Daha geniş düşünenlerimiz camilerin aynı zamanda medrese olarak kullanıldığı günlere bakarak camilerin bu işlevinin neden bitirildiğini sorgulamaktadır. Oysa camiler, daha kapsamlı da olabiliyordu. Örneğin Hicri 3. yüzyılda Mısır’da Ahmet b. Tolun tarafından inşa edilen camide devasa bir kütüphane ve aynı zamanda bir tıp merkezi var. Doktor, belli günlerde muayeneleri bizzat camide yapmakta ve halka ilaçlarını da vermektedir.

Zamanla camiler, salt bir namaz kılma mekânı hâline geldi. Ama o hâlleri bile göze battı. Camiler kapatıldı, camiler yıkıldı, camilerin açık olma saatleri sınırlandı. Camiler, sadece böyle fiziken sınırlandırılmadı.

MESCİD-İ DİRÂR TARTIŞMALARI

Çağdaş İslamî hareketin en ilginç tartışmalarından biri mescid-i dirâr tartışmasıdır. Bu, dıştan yaklaşıldığında bir anda insanın aklını çelebilecek bir tartışmaydı. Ama bu tür tartışmalara taraf olan bir şahsın, camiye gelmek yerine kahveye gidip okey oynamakla vakit doldurduğunu duyduğumda dehşete kapılmıştım. Henüz lise üç öğrencisiydim. Onu evinde annesinden sorduğumuzda “Kahvede oynuyor, orada bulursunuz!” demişti de zihinlerimiz bir anda alt üst olmuştu.

O kodu aklımda tutarak yıllar sonra o tartışmayı inatla sürdürenlerin kayda değer bir kısmının yaşamının ileriki yıllarında söz konusu kişiyle aynı yol üzere camilere mescid-i dirâr derken lokallerde vakit geçirdiğini öğrendim.

Mescid-i dirâr meselesini 20. yüzyılda gündeme ilk getirenler, muhtemelen camileri asli işlevleri doğrultusunda dönüştürmeye katkı vermeyi düşünmüşlerdi. Ama bir el, bu tartışmayı gençleri camiden uzaklaştırmak için suiistimal etti. Böylece camiye can katacak gençler cemaatten uzak tutuldu. Dolayısıyla tartışma, yakın bir dönemde Avrupa’da İslam’ı seçen gençlerin kıtadan uzaklaştırılması için sıcak savaş sahalarına çekilmelerinde olduğu gibi İslam karşıtı faaliyetlere yaradı.

Özellikle Suudî’de bu konuda geniş bir müktesebat üretilip diğer dillere çevrilerek akıl almaz bir oyun oynandı. Bir yandan seküler sistemler, camiyi asli işlevinden uzaklaştırdı, böylece bu müktesebat için zemin oluşturdu. Diğer yandan bu tür yayınlarla o zemin üzerinden gençlerle caminin arasına girildi. Bir tür camisiz, cemaatsiz “Protestan Müslümanlık” üretilme yoluna gidildi.  

Fakat İslam dünyasında ana akım İslamî hareketler hem bu tartışmaya rağmen cami ile bağını koparmadı hem bu tartışmayı kısa sürede marjinalleştirdi. Dolayısıyla bu tartışma, tahribata yol açtıysa da sınırlı kaldı.

Öte yandan camilerin aslî işlevini yerine getirmesine izin verilmemesi, camilerin dışındaki mekânların da İslamî hizmetler için kullanılmasının yolunu açtı. Kitapevleri, lokaller, vakıflar ve yurtlar gibi yapılar, İslamî hizmetleri uzun bir süreden sonra caminin dışına çıkardı, dolayısı ile camiye devam etmeyen toplum kesimlerine açtı. Bu kez de camiyi tekrar canlandırmanın önemi gündeme geldi.

ANLAŞILMAZ HUTBELER

Camilere yönelik Mescid-i dirâr tartışmalarının ana malzemelerinden birini anlaşılmaz/mesajsız hutbeler oluşturdu, yaldızlı, parlak sözlerle örülü ama özü boş, dinleyici nezdinde bir şey ifade etmeyen hutbeler… Milyonlarca Müslüman camilere girerken adeta kulaklarını tıkadı. Daha beteri, hutbenin bizzat İslam karşıtlarının övülmesinde kullanılmasıdır. Günümüzde hâlâ bazı İslam devletlerinde bu sorun Müslümanlarla cami arasında önemli bir engeli teşkil etmektedir.

Türkiye’de ise 1980’li yıllarda Turgut Özal devrinde bu hutbelere alternatif hutbe kitapları yazılmaya ve o hutbelere alternatif hutbeler okunmaya başlandı. Bazı illerde Özal tarafından atanmış vali ve kaymakamlar bile resmi hutbeleri dinlemek yerine bu tür sınırları aşan hocaların hutbelerini dinlemeye giderlerdi. Bu açılımın önü 28 Şubat’ta tıkandıysa da özellikle Mehmet Görmez’in Diyanet İşleri Başkanı olmasıyla o tür hutbeler tarihe karıştı. Sınırları aşan hutbeler, onun döneminde ve belki onun kalemiyle asli hutbeler hâline geldi. Yine de camilerin sınırlandırılması meselesinin hâlâ çözüldüğü söylenemez.

SINIRLANDIRILMIŞ CEMAAT

Türkiye’de bir dönem, sosyal bilimler alanında yurt dışına gönderilen öğrencilerin tamamı, yüksek ihtisasa geçtiklerinde Türkiye üzerine çalışan birer uzman oluverirlerdi. Oysa Türkiye’nin ihtiyacı, onların yurt dışındaki bilgi ve tecrübeyi buranın hizmetine sunmalarıydı.

Türkiye’de din sosyolojisi alanında yapılan çalışmaların da buna benzer bir yönü vardır. Din sosyolojisi, sadece dindar kesim üzerine çalışıp bu kesimin kendince zafiyetlerini akademinin önüne sermek için iş görüyor.  

Ya zaman içinde dinle bütün ilişkisi kesilenlerin yaşadıkları bunalımlar? İnanç yoksunluğunun modern semtlerde yol açtığı alkol, uyuşturucu ve sair fuhuşat bağımlılığı? Ömrü boyunca camiye tek kuruş yardım yapmayıp şahsi psikolog edinen kesimlerin mutsuzluğu ve hayatlarının bir gün intiharla sonuçlanması? Sahi din sosyologları, o semtler hakkında ne bilirler? Onlar hakkında ne söyler ve onların sorunlarına yönelik ne tür çareler düşünürler?

Sadece din sosyolojisi mi? Hutbe ve vaazlar, sadece cami cemaatine seslenir noktada kalmıyor mu? İlahiyat fakülteleri, sadece belli bir kesim arasında dönüp dolaşan tartışmalara fazlasıyla takılmıyor mu?  Böylece İslam’ın insana hitabı cami cemaati ile sınırlı tutulup dini konular da belli bir alanla kısıtlanmıyor mu? Dolayısıyla caminin sınırlandırılması hâlâ devam etmiyor mu?

1920’li yıllarda cami cemaati tamamen dağıtıldı. O yıllarda namaz kılmakta direnenlerin de nihayetinde birkaç nesil içinde tükeneceği düşünülmüştü. 1950’li yıllarda cami cemaati bir tür teskin edildi. 1960’lı yıllardan sonra ise cami cemaatini mümkün oldukça sınırlı tutacak yollar arandı. 1980’li yıllarda o yollar aşındı. 28 Şubat’ta tahrip edici bir ara verildiyse de engeller bir bir kalktı.

Ne var ki bugün geldiğimiz noktada cami cemaatinin adeta gönüllü olarak kendini sınırlaması ile karşı karşıyayız. Zira uzun yıllardan ve hakikaten büyük mücadelelerden sonra ilk kez camilerde müftü, murakıp, hatip-imam-cemaat ve hatta genel anlamda imamı, hatibi, müftüyü, murakıbı yetiştiren İlahiyat hocası ile cemaat, kimi istisnalar dışında bütünleşti. Ama bu kez de bütünsel bir yapıya bürünüp kendini kendiyle sınırlama sorunu oluştu ve belki Osmanlı’nın son günlerinden bu yana ilk kez, bu kadar büyük çapta kitlesel bir içe kapanma sorunu yaşanıyor.

Bir gözlemcinin kolaylıkla görebileceği bir açıklıkta, verimli irşad günlerinin ardından sosyal medya dahil, dinin sadece dindara anlatıldığı, dinin sadece dindarlar önünde tartışıldığı bir süreç yaşıyoruz. Bu, İslamî hizmetlerin geleceğinden öte, İslam’ın insana hitabına muhtaç ama ondan yoksun kitleler açısından felakettir. Bir yandan İslamî meseleler, bilen bilmeyen farkı gözetilmeksizin dindar kitleler içinde bir entelektüel malzeme gibi konuşulur. Öte yandan “öteki” kitleler, kimi zaman bazı uç tutumları kimi zaman siyasi tercihleri yüzünden kınanıp öfkeye konu olurlar. Bu da ayrıca keyifli bir tartışma malzemesi hâline gelir. Neticede isabetsiz bir yaklaşımla, Müslüman sosyoloji içinde oluşturulan “öteki” durmadan dövülür ve kimi zaman fark edilmeden büyütülür. Oysa İslam’ın konu olduğu yerde, ıslahın hedeflenmesi ya da nihayetinde ıslaha yönelik bir tehdidin bertaraf edilmesi esastır. Islah gayesi yerini, karşı tarafa eziyet etme ve bu eziyetten keyif alma noktasına vardığında işler rayından çıkmıştır.

CAMİ DIŞINA AÇILIM

Hicrî 465, Miladi 1072’de vefat eden İmam Kuşeyrî meşhur “er-Risâle” adlı eserinin girişinde bugün olduğu gibi dinin dindara anlatılması sorununa dikkat çekiyor. Gazzâlî de “İhyâü Ulûmi'd-Dîn”i bunun için kaleme almıştır. Kuşeyrî devrinde sufilik azalmış değildi. Ama sufiler, gruplaşıp kendilerine ait ıstılahlarla (terimlerle), sair halkın anlamadığı bir dille ve onların gündeminden uzak bir şekilde sadece birbirlerine hitap eder duruma düşmüşlerdi.

Gençlik yılları Kuşeyrî’nin yaşlılık yıllarına denk gelen Gazzâlî devrinde de ilim azalmış değildi. Lâkin ilim, ulema arasında dönüp dolaşan, dünyevi bir metaya dönüşmüştü.

Ne Kuşeyrî sufiliğin artmasını ne Gazzâlî ilmin çoğalmasını tek başına olumlu görmüştür, aksine her iki dava adamı da tasavvuf ve ilmin belli bir kesim arasında kalmasından endişe duymuştur. Kuşeyrî, bu endişesi uğruna on yılını sürgünde geçirirken Gazzâlî, kendisini gönüllü bir sürgüne tabi tutarak tecerrüd ile teberrü etmiş ve o hâl üzere irşada başlamıştır.

Bugün içinde bulunduğumuz durum da kesinlikle kritiğe ve o kritiğin ardından çözüme muhtaçtır. İlahiyattaki dersten camideki vaaza kadar, cami cemaatinin dışında bir sesleniş yolunu hep birlikte bulmak durumundayız. Aksi hâlde, bilmeyenlerin vebali bilenlerin boynunda kalır.

Yakın dönemde İslamî hizmetlerin cami dışındaki topluluklara açılmasının İslam dünyasında öncülüğünü yapan iki önemli şahsiyet vardır. Biri, modern dönemden hemen önce kökleri ihya eden, diğeri modern dönemin tam ortasında köklerle yeni dünya arasında bağ kuran iki şahsiyet: Şeyh Halid el-Zülcenaheyn el-Badadî ve İmam Hasan el-Benna.

Şeyh Halid, mürşid sıfatlı halifelerine kendilerine önceki alimler gibi camide oturup cemaati beklemek ya da medresede oturup talebe beklemek yerine şehir ve kırsala açılıp irşad seferleri düzenlemelerini emretti. Onun bu emriyle yüz binlerce insan, İslamî hizmetlerle tanıştı. Uzun bir süre sonra ilk kez bazı toplum kesimleri İslami hizmetlere dahil oldu.

İmam Hasan el-Benna da Şeyh Halid’den de esinlenerek irşad hizmetlerini farklı bir boyuta taşıdı; kahvehanelere uzanıp toplumun cami ile ilişkisi zayıf kesimlerine hitap etti. Bununla birlikte lokaller açarak ve gazete-dergi yayımlayarak özellikle okumuş kesimle İslamî hizmetler arasında sağlam kanallar kurdu.

Bu iki şahsiyetin camiyi reddetmeden, mescid-i dirâr tartışmaları gibi uç tartışmalara yer vermeden, camiye alternatif oluşturma çabasına girmeden, camiyi tamamlayıcı ve camiyi canlandırıcı yönde hizmetleri bugün model olmaya devam etmektedir.