Fransa Daha Ne İstiyor?
Fransa, meşhur ihtilalinden sonra, insanları eşitlik, adalet, hürriyet sloganları ile kendi evrenine çekti.
Müslümanlar, Fransız ihtilalinin çağrılarına, dünyanın pek çok noktasına göre geç de olsa nihayetinde karşılık verdiler.
Daha yüz yetmiş yıl önce Müslümanların çocukları, Fransız düşünürler gibi düşünmeye çalıştılar. Duygularını Fransız şairlerinin duygu formatına zorladılar. Kalemlerini Fransız yazarları gibi yazmaya ayarladılar.
Gençlerimiz Fransızlar gibi giyindiler, Fransızlar gibi araba sevdasına kapıldılar.
İslam dünyasının ana merkezlerinde yaşam, düğününden neredeyse cenaze törenine kadar Fransızlaştı.
Hâl böyle iken Fransa, hâlâ Müslümanlardan ne istiyor? Neden Müslümanların en mukaddes değerlerine hakaret ediyor? Onlardan özleriyle son bağlarını koparıp büsbütün Fransızlaşmalarını mı talep ediyor?
Fransa’nın görünen tasarımı bu? Aramızdan bazıları da Fransızların bu konuda samimiyetine inanıyor hatta bu tasarıma uymanın lehimize olduğunu düşünüyorlar.
Ama bir tutarsızlık söz konusu: Aramızdaki bu kişilerin Fransızlaşma tasarısına ilk yanaşma gerekçeleri ulusalcılıktı. Daha açık bir ifadeyle bu kişiler, daha “ulusal” olmak için “Ümmet”ten kopup Fransızlığa yol aldılar.
Yani dahi iyi bir Türk, daha iyi bir Arap, daha iyi bir Fars ve daha iyi bir Kürt olmak için Fransa’dan yayılan ilkeleri benimsediler.
Şimdi aynı kişilere sormak gerek: Fransa’nın 2002’den bu yana İslam’la ilgili yürüttüğü projelere tabi olunması durumunda ortada Fransızlıktan başka bir ulusallık kalır mı?
Her şeye rağmen Fransa’nın aradığı bir uzlaşıdır, diyorlarsa bir kişinin hem Fransız hem Türk hem Fransız hem Arap hem Fransız hem Kürt olması mümkün müdür?
Yani, çifte vatandaşlık gibi çifte ulusluluk da mümkün mü? Bu tür kendilerini çifte kimlik taşımaya zorlayanların yol açtıkları komediye rağmen bunun mümkün olduğunu söyleyen birileri çıkar mı?
Fransa’nın rahatsız olduğu ona muhalif olmak değil de Fransa’ya yerleşen başka toplumların, hâlâ öz kimliklerini şu veya bu şekilde koruma çabası değil midir?
Öte yandan Fransız faşistleri, daha da Fransızlaşmamıza sevinecekler mi yoksa “Fransız, Fransızdır; Fransız olmayan, Fransız olamaz!” deyip kan değerlerimizle mi uğraşacaklar? Ve biz, kan değerlerimizi değiştirebilecek miyiz?
Zannederim, biz bu hakikati henüz birbirimize tam açıklayamadık. Henüz İslam aleminin insanları olarak bu konuyu aramızda doyasıya konuşmadık. Bu yüzden de hedeflerimiz gibi endişelerimizi de birbirimize anlatamıyoruz.
İçimizde Fransızlaşanların tamamı iradesiyle Fransızlaşmış değildir. Fransızlaşanların hepsinin “habis ruhlu” olduğunu da söyleyemeyiz.
Bunu söylersek öncelikle insanın temiz bir fıtrat üzerine doğduğu temel İslâmî ilkeden kopmuş oluruz. İkincisi, Batı’nın bizi bazı kalın duvarlar üzerinden bölme oyununa geliriz.
Öfke hakkımızdır. Ancak izah da görevimiz. Bizi en geniş şekilde kapsayacak söylemi yakalayarak, çağın meşru bütün olanaklarını kullanıp yüz yetmiş yıldır bizi yanlış yola zorlayanlara karşı söylem üstünlüğünü yakalamak zorundayız.
Biz haklıyız. Ama haklı olmanın verdiği bir öfkeyle haklılığımızı izaha biraz pay bırakmak yerine, öfke ile yetiniyoruz. Daha doğrusu haklı öfkemizi duyururken meselenin izah yönünü ihmal ediyoruz. Bu yüzden hem öfkemiz kitlelere yayılmıyor hem hâlâ Fransızlaşmaya doğru gidişi durduramıyoruz. Oysa bu, zannedildiği kadar zor değil. Yeter ki İslam davetinin esaslarına uyalım ve kendimizi olması gerektiği kadar doğru ifade edelim:
Fransızlaşanlarımıza, Fransızlaşmaya doğru gizli veya açık yol alanlarımıza açık bir dille sorup onları düşünüp cevap vermek durumunda bırakalım:
Hakikaten bu Fransa, bizden nihayetinde ne istiyor? Yüz yetmiş yılık Fransızlaşmaya bir yüz yetmiş yıl daha katma lüksümüz var mı? Diyelim ki Fransızlaşma yolculuğunu teslim olup usanmadan sürdürdük; bu yol, bizi nereye götürecek?