Uluslar Arası 2. Selâhaddin-i Eyyûbî Sempozyumu
2 Ekim, Kudüs’ün Selâhaddîn-i Eyyûbî tarafından fethinin Miladî takvime göre fetih yıldönümüdür. HÜDA PAR’ın 3 Ekim Cumartesi günü bu vesileyle düzenlediği Uluslararası 2. Selâhaddîn-i Eyyûbî Sempozyumu’na katıldım. Geçen seneki programda da bulunmuştum. Ama bu yılki program, insan iradesinin engelleri imkâna dönüştürme kabiliyeti açısından nadide bir misaldi.
Pandemi dolayısıyla aynı salonda bulunamadık. Ona karşı, dünyanın her yanından çok kıymetli şahsiyetler aynı ekranda bir araya gelebildi, vesile olanlardan da vazife alanlardan da katılanlardan da Allah razı olsun… Takdire şayan moderatörlüğü ve intizamı bir yana, konuşmaların içeriğiyle bugüne kadar en çok istifade ettiğim programlardan biri olarak zihnime kazındı.
Gerek muhterem siyasi şahsiyetlerin gerek ilim adamlarının konuşmalarını dinledikçe bende İslam aleminin artık Kudüs konusunda kemale ulaştığı inancı hasıl oldu. Siyasilerin konuşmalarının her biri, başlı başına birer manifestoydu. Sair şahsiyetlerin konuşmaları ve ilmî sunumların birbirini tamamlayan özü de çok bereketli ve umut vericiydi.
Selâhaddîn Hazretleri, Allah rahmet eylesin,
Niyetinde halisti.
Amelinde planlıydı.
Stratejisinde çok yönlü ve bütünsel bir yaklaşıma sahipti.
Sorunlar karşısında azimliydi.
Zorluklar karşısında sabırlıydı.
Geçmiş noktasında, vakalardan ders çıkarır; kötüleri anmaz; iyilere vefa gösterirdi.
Değerler konusunda tavizsiz; insan hataları konusunda ise affediciydi.
Müslümanın kusurunu görmez; İslam düşmanlarına adaletsiz davranmazdı.
Acıları ağıt yakarak değil, büyük zaferlerle dindirirdi.
Hayatı, iyiliklerle doldurulacak bir amel defteri olarak bilirdi.
Bu bağlamda bu haftaki analiz yerine sizlere sempozyumdaki sunumumu özetle arz edeyim:
SELÂHADDİN’İN KUDÜS’Ü KURTARMA STRATEJİSİ
Haçlı Seferleri, Miladî 1095’te tasarlandı; Kudüs, 1099’da istila edildi. Selâhaddin-i Eyyûbî Hazretleri ise 1138’de doğdu. Dolayısıyla kendisi hayata gözlerini açtığında Kudüs’ün istilasının üzerinden yaklaşık kırk yıl geçmişti. 1169’da Mısır’a emir olup yönetimini kökleştirdiğinde ise istila yetmiş yılı bulmuştu. Dolayısıyla kendisinden önce Haçlılara karşı bir mücadele birikim ve tecrübesi oluşmuştu.
Bu mücadele şu aşamalarla anlatılabilir:
- 1097-1099 şaşkınlık dönemi,
- Muhammed Tapar-İbn Ammâr – Tuğtegin önderliğindeki askeri mücadele dönemi,
- İmâdüddin Zengî önderliğindeki idare düzenlemelerle desteklenmiş askeri mücadele dönemi,
- Nûreddin Mahmud Zengî ve Esedüddîn Şîrkûh’un idari, askeri ve toplumsal ıslahatları kapsayan üst strateji dönemi.
Müslümanlar, şaşkınlık döneminde düşmanı tanımıyorlardı, ona karşı nasıl bir önlemin alınması gerektiğini kestiremiyorlardı. O dönemde yer yer tarihi zaferler kazandılar ancak bütünlük hâlinde hareket etmediklerinden istilanın yayılmasını önleyemediler.
Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar’ın, Allah rahmet eylesin, cihad emriyle başlayan askeri önlemler döneminde, nispeten birlikte hareket etme imkânı oluştu, Müslümanlar istilayı durdurdular ama tehlikeyi bertaraf edemediler.
İmâdüddin Zengî’nin askeri önlemlere başarılı bütünleştirici siyasi adımlar eklediği dönemde ise Urfa fethedildi ama Kudüs’ü fetih ortamına kavuşulamadı.
Nûreddin Mahmud Zengî ve Selâhaddin’in amcası Şîrkûh, kendilerinden önce atılan olumlu adımları takdir ettiler. Ama o adımlarla yetinmediler, onlara Gazzâlî’nin derin etkisi altında siyasi ve toplumsal ıslah yönü eklediler.
Bir yandan Mezalim Mahkemeleri kurarak mazlumun hakkına sahip çıktılar, adaleti ikame ettiler, küskün Müslüman bireyi kazandılar, toplumla idareciler arasındaki ayrışmayı adalet köprüsüyle izale ettiler. Öte yandan her yana medrese ve hankahlar açarak ulema ve sufileri toplumun önderleri olarak mücadelenin içine çektiler. Fakih kadılar yetiştirirken hadis medreseleri kurdular. İlim talebeleri yetiştirirken profesyonel memlûk askerler edindiler. Böylece emirlikleri sahasında güçlü bir birlik oluşturdular.
Bununla beraber, çevredeki Müslüman idarelerle istilaya karşı mücadele odaklı bir ilişki geliştirdiler. Hedeflerinin herhangi bir idareyi imha değil, bütün unsurları mücadelenin içine çekmek olduğunu Müslüman toplumlara kavrattılar.
Örneğin, Dımaşk’ın mücadeledeki yeri zamanla zayıflamış hatta Dımaşk’la Haçlılar arasında rencide edici bir ilişki gelişmişti. Ama II. Haçlı Seferi, bizzat Dımaşk’a yöneldi. Nûreddin ve Şîrkûh, buna götüren süreci Dımaşk halkına kavrattılar; Dımaşk halkını ikna ettiler. Selâhaddin’in babası Necmeddin Eyyûb’un desteğiyle Dımaşk, Haçlı istilasına karşı mücadelenin baş şehrine dönüştü, onun üzerinden Şam’ın birliği sağlandı.
Kudüs’ün kurtarılması, bu birliğin buluşma noktasına dönüştürüldü. 1168’de Menbic emiri isyan eğilimi gösterdi. O eğilim sonlandırıldığında Nûreddin’in sözcüsü konumundaki şairlerden İmâdüddin el-İsfahanî, “Sana müjdeler olsun ey Kudüs, Menbic’in ardından/Menbic onun fethi için en güzel misaldir” demiştir. Biz, bu sözlerden Nûreddin’in devleti içindeki her olumlu gelişmeyi Kudüs’ün kurtarılmasına yönelik bir adım olarak gördüğünü anlıyoruz. Ona göre birlik; Kudüs’ün fethine yaklaşmayı; ihtilaf, ondan uzaklaşmayı ifade eder.
Şîrkûh, Mısır’ı birliğe katma çalışmasını sürdürürken Nûreddin, aynı süreçte, iç ihtilafından dolayı mücadele konusunda sorunlu olan Halep’te Mescid-i Aksa için minber yaptırdı, birliğin hedefini bu simge yapı ile Müslümanların önüne koydu.
Şam’ın birliği Haçlılara karşı zaferler getirdi ve bu zaferler, Mısır’ın birliğe katılmasının yolunu açtı.
Selâhaddin, amcası Şîrkûh’un iki ay civarındaki vezirliğinin ardından Mısır’a hâkim olduğunda Şam’da oluşmuş, askeri ve idari ıslahın toplumsal ıslahla taçlanmasını ifade eden bütünsel bir birlik oluşturma stratejisini kararlılıkla uyguladı.
Selâhaddin’in büyüklüğü, hiç kuşkusuz bu stratejinin bütün ayaklarına hükmederek onu başarıyla uygulaması ve daha iyi bir aşamaya götürmesinden gelir.
Selâhaddin, bir yandan çocukların Kur’an-ı Kerim ve akide dersleri ile ilgilendi, şuurlu bir nesil yetiştirdi. Aynı anda Akdeniz’de donanmayı güçlendirdi, Haçlıların deniz yolunu zorlaştırdı; profesyonel askerler yetiştirip karada da Haçlılara karşı savaş imkânını artırdı.
Haçlılar, dindar ve yoksuldular. İslam dünyası ise zengin ama manevi olarak zayıftı. Selâhaddin, Mısır’ın en büyük zindanını medreseye dönüştürürken maddi kalkınmayı da ihmal etmedi. Madden ve manen mamur; adaletin hakim olduğu, bütün bir Mısır inşa etti.
Nûreddin’in 1174’te vefatının ardından Selâhaddin Şam’a geçtiğinde, Nûreddin’in vefatından yararlanarak birlikten, dolayısıyla mücadeleden kopan Halep’i mücadelenin birliğine kattı, Musul’u hizaya getirdi, birliği sağladı ve hemen ardından o birliği, bir mızrak gibi istilacılara sapladı; Kudüs’ü fethetti.
Vakaları bize aktaran devrin müverrihlerinin anlatımlarından Selâhaddin’in Kudüs’ün kurtarılması ve muhafazası yolunda şu doğrultuda hareket ettiği kanaatine ulaşıyoruz:
- Haçlıların Kudüs’ü istila gücü kendilerinden menkul değildi, Müslümanların parçalı olmasından geliyordu.
Selâhaddin, buna karşı Müslümanların birliğini sağlama; Hıristiyanların ise Müslümanlara karşı kin üzerine bina edilmiş birliğini bozma yönünde hareket etti.
Kudüs’ün istilasında Katolik, Rum Ortodoks ve İslam dünyası Ortodoksları ile bütün Hıristiyan unsurlar vardı. Buna rağmen, devrin Müslüman tarihçileri, düşman için Haçlı, İsevî gibi bütün Hıristiyanları kapsayan tanımlamalar yapmadılar. “Frenk” diyerek istilacıları “Katolik Avrupalılar” diyerek ötekileştirdiler, marjinalleştirdiler. Selâhaddin’in yaklaşımının tarih anlatımına yansımasını ifade eden bu yaklaşım, zamanla meyvesini verdi ve İslam dünyası Ortodoks unsurları, Hıristiyan birliğinden koptular.
Ancak Selâhaddin, bununla da yetinmedi. Bizzat Frenkleri de bölme yoluna gitti. Merhamet ve adaletiyle onların kinini çözdü; aralarına ihtilaf soktu ve onları bir daha asla tam bir bütün olmayacakları şekilde böldü. Bununla birlikte Selâhaddin’in birlik stratejisi, ütopik bir uzak birlik ideali değil; mümkün olduğu kadar gerçekleştirilecek olan makul, Batılı ifadeyle rasyonel bir birlik idealidir.
- Selâhaddin, mücadelesinde geçmişi değerlendirdi ama söz konusu Müslümanlar olduğunda geçmiş üzerine bir öfke oluşturmadı. Etrafındaki Gazzâlî’den beslenen ulema ile birlikte İslam dünyasına müspet bakmayı birlik ve dolayısıyla kurtuluş için asli kaide bildi. Bunun için hangi Müslümanın mücadeleye ne kadar zarar verdiğine, mücadeleyi ne kadar engellediğine değil, ne kadar katkı sağladığına baktı. Bu katkıyı sağlamayanları itham etmek, onları tahkir etmek yerine mücadelenin içine çekmeye çalıştı. Söz konusu Müslümanlar olunca cezalandırma yerine affı, buğz yerine merhameti esas aldı.
Kendisini çok uğraştırıp Şam’a gelerek kendisiyle savaşan Musul Atabegini yendiğinde, bütün askerlerini serbest bıraktı, dileyen cihadımıza katılsın, dilemeyene binek verelim, kadın ve çocuklarının arasına dönsün, dedi.
Yemen’de iç ihtilafla uğraşan kardeşini “Kılıçlarımız, Müslümanların değil, küffarın boyunlarında körelsin!” diye uyardı.
Yıllarca Haçlılarla işbirliği yapıp en genç kardeşi, babasının emaneti kardeşi Böri’yi öldüren Haleplilere kardeşimin katili kim demedi, onlardan sadece cihada katılmalarını talep etti.
Haşhaşîler (Batınîler) kendisine karşı birden çok kez suikast düzenleyip hançerlerini boynuna değdirdikleri hâlde onlarla uğraşmadı. Ömrünün sonuna doğru da olsa onları tarihsel bir başarıyla İslam düşmanlarına karşı yönlendirmeyi başardı.
Devrin Abbâsî Halifesi Nasır, kendisini desteklemedi. Aksine kendisiyle temas halinde olan ulemayı istihbaratına takip ettirdi. Kudüs’ün fethinden sonra Halife’nin askerleri en mukaddes mekânda Arafat’ta en değerli komutanlarından İbn Mukaddem’i katlettiler. Ama gerek Kudüs’ün fethine giden süreçte gerek Kudüs’ü muhafaza mücadelesi III. Haçlı Seferi’ne karşı mücadelede savaşı hep Halife’nin gözetim ve desteğindeymiş gibi gösterdi. Böylece hem düşmanı ürküttü hem sıradan Müslümanın mücadeleye desteğini artırdı.
Kudüs’ün kurtuluşunun fiili mücadelesine katılan Müslümanlar sayılıydı. Buna rağmen devrin tarihçileri, Kudüs’ü kurtaran ve daha sonra muhafaza eden ordu için “İslam ordusu, Müslümanlar” bütüncül kavramını kullandılar.
Onlar, gerçekliğe teslim olmadılar; kendilerini gerçekliğin zindanına mahkûm etmediler; maslahatı gözettiler, olana bakmadılar, olması gerekeni ifade ettiler. Böylece gerçeklikte boğulmayıp ulaşılması hedeflenen yüceliğe doğru ilerlediler.
Kanaatimce İslam dünyasına müspet bakış, Selâhaddin’i zafere getiren en önemli esastır.
- Selâhaddin, askeri, idari ve toplumsal ıslah yönleri bütünleşmiş bir mücadelenin komutanıdır. Onu sair muzaffer askerlerden ayıran bu çok yönü, tek yöne yöneltme disiplin ve başarısıdır.
Selâhaddin, mücadeleye bir bütün olarak baktı. Yıllarca savaşta kalırken toplumsal ıslahı ihmal etmedi. Aksine cehalet ve maneviyatsızlığa karşı Haçlılarla mücadele eder gibi etti. Bunun için onun devri, İslam dünyasında ilim alanında en büyük kalkınma devrinden biri olarak kabul görmektedir. Biz, bugün onun askeri komutanlarından çok, onun devrinde yetişen alimlerin isimlerini biliyoruz ve farklı sahalarda onlardan istifade ediyoruz. Bu, sadece belli ilimlerde değildir. Örneğin, İslam dünyasında ilk teşekkülü hastaneler daha önce kurulmuşsa da ilk tıp fakülteleri, eğitim ve uygulamanın ayrı yapıldığı ilk kurumlar, onun vefatına müteakip bir iki yılda açıldı.
- Selâhaddin, Müslümanın hatasına ceza ile karşılık vermek yerine afla karşılık verdi. Kendisine karşı isyana meyleden hiçbir askerini cezalandırmadı. Onları affederek hataları ile yüzleştirdi. Böylece Müslümanları devri boyunca anlamsız iç çelişkilerden kurtardı. Kişileri kınayarak mücadelenin dışına atma yerine, onları affedip ödüllendirerek mücadelenin içinde tuttu. Böylece İslam ordusu hep diri kalmış ve Katolik kilisenin istilayı sürdürme azmine karşı koyabilmiştir.
Ne var ki şunu da bilmek gerekir:
Selâhaddin’in mücadele tarzı, İslamî mücadelenin o günkü düşmana karşı bir ihyasından ibarettir. Bizim için bu bağlamda yol göstericidir. Bugün ihya edilmesi gereken, bu örneklikten de istifade ile İslâmî mücadelenin kendisidir.
Bugün Kudüs’ü istila eden güç Haçlılar değildir, Yahudi ve onları destekleyen Hıristiyan Siyonist azınlıktır. Onların karşısında ise sahada Filistin varsa da bütün İslam dünyasıdır. Kudüs mücadelesinde kavramlardan başlayarak bugüne kadar söylenenleri, yapılanları görmek, değerlendirmek ve bu mücadelede önümüzdeki safhalar titizlikle belirlenmek durumundadır.