Müslümanca Tavır
Çocukluğumuzda henüz ilkokula başlamadan ve Kur’an-ı Kerim’i ikinci kez hatmetmeden bize iki temel eser okutulurdu: Ahmed-i Hanî’in “Akide” kitabı ile Şafiîlerin muhtasar fıkıh kitabı Gayet…
Fıkıh, hiç kuşkusuz öncelikle insanın günlük hayatına şekil verir. Müslüman bir fert olarak Gayet’ten bize verilmek istenen de o idi.
Akide kitabından ise imanın esasları ile birlikte hangi ümmetten olduğumuzu ve o ümmet içinde konumumuzun ne olduğunu öğrenirdik.
Seydalarımız bize;
Müslümanlar kardeştir; dünyanın herhangi bir yerinde bir Müslümanın ayağına diken batsa bizi ilgilendirir.
Müslümanlarla kafir bir topluluk karşı karşıya gelirse biz daima Müslümanlardan taraf oluruz, derler.
Çok sade bir dille ama çok da vurgulamadan, konuyu güncel örneklerle fazla da desteklemeden bize Müslümanlardan, Ümmetin maslahatlarından yana bir bakış açısı kazandırırlardı.
Sonradan İmam Hasan el-Benna, Üstad Bediüzzaman, Seyyid Kutup, Mevdûdî gibi büyükleri okuduğumuzda farklı bir dille ama aynı esasları onlarda da gördük. Onların bize kazandırdıkları bildiklerimizin günün gerçekliği içinde güncellenmesi, ihya edilmesidir.
İki Müslüman topluluk karşı karşıya geldiğinde esas olan temkinli olmak, savaşta kimin haklı, kimin haksız olduğunun yanında ümmetin maslahatına da bakmak gerekir.
Ümmetin maslahatı, tarafların haklılığından da evladır. Ümmetin maslahatı belirlenmeden haklı haksız ayrımı yapılmaz, yapılırsa esas kaçırılır, füruda hatalı bir tutum hasıl olur.
Niteliği ne olursa olsun Müslüman bir topluluk, küffarın saldırıları ile karşı karşıya kaldığında ise hiç tereddütsüz Müslümanlardan yana tavır koymak icap eder.
Dünyanın herhangi bir yerinde tek bir karış İslam toprağının istila altında olması tasvip edilemez, o istilaya karşı hiçbir mücadele yok sayılamaz. Şu veya bu sebeple, o mücadelenin karşısında yer almak düşünülemez.
Müslümanca tavır budur.
Pratiğe bakıldığında da bu esaslara bağlı kalanların hep yol aldıkları, buna karşı duranların daima kaybettikleri görülür.
Haçlı ve Moğol dönemlerinde yaşananlar bunun en sağlam dayanağıdır.
O savaşlarda başlarını verenler, kaybetmiş görünseler de eninde sonunda kazandılar. İslam düşmanları ile birlikte hareket edenler de belki o günlerde parladılar, bir konum elde ettiler ama asla bir eşiği aşamadılar.
Harzemşahlar, savaşlarda İslam fıkhını yok sayar; ele geçirdikleri yerlerde çoğu zaman Moğollar gibi davranırlardı. Onların tutumundan rahatsız olan Abbâsî Halifesi Nasır, henüz İslam dünyasını istilaya başlamayan Moğollara yakınlık duydu. Ama İslam dünyasını da torunlarını da Bağdat’ı da mahvetti.
Sonra Bağdat’ı yıkmalarına rağmen Moğollara yakın duranlar oldu, onlar da kendilerini mahvettiler.
Geciken bir anlayış, hep sorunludur ve aslında anlayışsızlıktır.
İslam dünyasının içinde bulunduğu mevcut sorunlara bu pencereden bakıldığında yarın kimin kazançlı çıkacağı bugünden malumdur.
Bugün herhangi bir kafir toplulukla işbirliğini savunanlar, yarın mutlaka pişman olacaklardır. Ancak kimi meseleleri yarın anlamak, sıralı bir şekilde hep “bugün”ün kaybına yol açar.