• DOLAR 34.667
  • EURO 36.38
  • ALTIN 2950.012
  • ...

Bizim kuşağımızdan sosyal meselelere ilgi duyanların çoğunun zihin dünyasında “Şu yaşlıları sabun fabrikasına gönderelim!” diyen ergen yaştaki solcu gençlerin hep bir yeri vardır.

Bu gençler, geleneğin ve onun etkisindeki toplumsal yapının kabullenmediği Marksist düşünce dünyasına sapmışlardı.

Tabii olarak en büyük tepkiyi geleneğin ve toplumsal yapının koruyucuları yaşlılardan alıyorlardı. Dolayısıyla onların bu sözleri, kendilerine gösterilen tepkiye, kendilerine yönelik baskıya, şiddete varan tutuma bir karşı tepkiydi, denebilir.

Ama meselenin bir de şu yanı var: Onların gördüğü baskıyı genç İslamcılar da özellikle “vehhabilik, mezhepsizlik” ithamına maruz kaldıklarında yaşlı kuşaktan gördüler. Buna rağmen hiçbir İslamcı genç, yaşlılara saygısızlığı bile hoş görecek sözler söylemedi.

Bu durumda solcu gençleri o uç söyleme iten neydi?

Henüz lise dönemimin ilk yılında büyük bir merakla Marksistleri okuduğumda belki de cevabını aradığım sorulardan biri buydu.

Ne yazık ki o günlerde tanınmış Türkiye solcularından okuduğum sol metinlerin sosyal zeminimize indiğinde “Yaşlıları sabun fabrikasına gönderelim” diyecek uca varabileceğini gördüm.

Sol zihin dünyası ve ön gördüğü yaşam tarzı, gencin zihin dünyasında yaşlılığa yer bırakmıyordu. Genç, “İnsan, üreten varlıktır” diye özetlenebilecek bir zihin dünyasının karşısında yaşlıyı gördüğünde onun yaşam hakkına çok da anlam vermiyordu.

Ahmet Altan’ın Nokta dergisi yazılarını hatırlıyorum, toplumsal havsalamızda yerleri olmayan yazılardı. Onu sol bir beğeniyle okuyan gençlerin bir süre sonra “Namus ne ki? Geleneğin bir uyduruğu!” demeye başladıklarına hep birlikte tanıklık ediyorduk.

Batı’da henüz erken dönemde Sol için imaj değişikliği yapıldı. Batı, Stalinist sola karşı, kendisi için, hümanist mirasa konmuş, dine duyarsız ise de diğer insani meselelere duyarlı, geleneğin ana formunu terk etmiş ama merhamet, iyilik gibi yanlarını devralmış bir sol üretti. Onu gençliğine “Vahşi kapitalizmimizi protesto ediyorsanız alın size ideoloji” der gibi sundu.

Bizde de Sovyetlerin yıkılmasından ve İslamî yapıların iktidar adayı olarak yükselişe geçmesinden sonra bu imaj, “görünen lüzum üzerine” hızlıca ithal edildi.

Geçmişin despotizme yatkın nice solcusu bir anda insanseverliğe büründü. Muhtemelen toplumsal birliği sağlamakla “görevli” kimi radikal dindar tipler de bu imajı adeta gençliğe dayattı. Gençlerin zihinlerindeki sol imajı silmeleri için adeta baskı yaptılar.

Oysa 28 Şubat günlerine girildiğinde Türkiye’de çok az sol ismin o hümanist solu benimsedikleri, dolayısıyla imajın gerçeği hiç de yansıtmadığı anlaşıldı.

2000’li yıllardan sonra o çok az dediğimiz isim de bir bir eski söyleme geri döndü. Artık doğrudan dine olmasa da “İslamcılık” diye saldırılarına meşruiyet zemini oluşturarak hücum etti.

Onları okudukça nasıl da aslına dönmüş dediğim oluyor ama asıl dikkatimi çeken ekranlara taşınan “dinozor” solculardır. Kimi jeolog, kimi biyolog, kimi tıp profesörü…

Hani “Çocuktan al haberi” demişler ve insan yaşlanınca “hurma salkımının (ağaçta kalan) yıllanmış sapı”nın eğrildiği gibi dairesel bir dönüşümle çocukluğuna yaklaşır ya…

Bu dinozorlar da ekranlarda sol imajı unutur, bizdeki sol gerçeği olduğu gibi açığa vururlar. Bunun için, başörtüsüne “baştaki bez”, hurmaya “Arapların yediği o şey” diyebiliyorlar. Hac ile umreyi karıştırıp Korona virüsünün yayılmasında Avrupa seyahatinden dönenlerin en büyük paya sahip olduğunu bizzat Bilim Kurulu tescil ettiği hâlde “insanları bile bile hacca gönderdiler” diye saçmalayabiliyorlar. “Ben olsam virüsü ilk yakalananları bir adaya götürür, öldürürdüm, bilim işte budur” diye de konuşabiliyorlar.

Solun özüne bakınca buna şaşırmak yerinde değil, şaşırtıcı olan bizim buna şaşmamızdır.  

Bizim sol imaj ile sol gerçeklik arasındaki farkı artık tercüme eserlerden değil, bizzat kendi çalışmalarımızla ortaya koyup topluma taşıyacak bir dille ifade etmemiz gerekir. Aksi hâlde nice sorunla yüz yüze kalırız.