• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...

Artık Kovid-19 adı kabul gören koronadan sonraki dünyanın koronadan önceki dünyadan farklı olacağı konusunda bir ittifak vardır.

Görünmeyen bir virüs, güçsüz veya güçlü bütün insanlığı aciz bıraktı. Bunun geleceğe yansıması ise doğrudan gücün büyüklüğü ile ilgilidir. Göründüğü kadarıyla ülkeler, güçleri oranında bu acizlikten zarar görecekler. Bir devlet veya uluslararası güç, ne kadar güçlü ise acziyet o ölçüde ona zarar verir, onu yıpratır. Herhâlde kimsenin Güney Sudan’dan korona için çözüm beklediği yok ya da Kosova’dan… Oysa ABD, Çin, Rusya, Japonya, Almanya gibi devletlerden beklenti büyük. Bu ülkelerin virüs karşısındaki çaresizlikleri, onların haşa yeryüzünde ilahlık taslama hâllerine zarar verir. Görünmeyen bir virüsün hakkından çıkamayan bir dünya gücünün havası artık kimi sarsacak ki?

Korona, fiyakayı çizdi, burunları yere sürttü, insanlığa “Kendine gel!”, dedi. Dünyadaki herhangi bir büyük güç, bunu yaşanmamış sayamaz.  

Avrupa’nın durumu ise daha farklı. Çünkü Avrupa, zaten bir süredir yıpratılıyordu. Korona ile başarısız bir mücadele, bunun üzerine geldi ki bundan sonra bir Avrupa devletinin herhangi bir hastalık için ülkesi dışında tedavi olmak isteyen bir dünya vatandaşına eskisi kadar çekici gelmesi hayal… Avrupa, artık yardıma muhtaç bir imaja sahip.

AVRUPA’YI KİM YIPRATIYOR?

Her şeyden önce Avrupa, kendi kendini yıprattı. Bunu analizimizin sonraki bölümlerinde kısmen anlatacağız. Ama Avrupa’nın o “self yıpratma” hâline bir de ABD’nin katkısı vardır. Avrupa’da Neo-Oryantalizm (Yeni Şarkiyatçılık) en azından Sovyet Rusya’nın çöküşünden bu yana, oklarını daha çok İslam dünyasına atarken yoldaki Hıristiyan yerleşim alanlarına zarar veren Haçlı misali, Avrupa’yı da ihmal etmiyor.

  1. yüzyılda oluşan ve 20. yüzyılda altın çağını yaşayan bir Avrupa özgüveni, bir “ben odaklı bakışı” vardı. Avrupa, bilimsel gelişmeyi tamamen kendi tarihi üzerinden açıklıyor, özetle “İnsanlık benim” diyerek kendisini dünyanın merkezine oturtuyordu.

ABD kaynaklı, ABD desteğindeki veya ABD etkisindeki yeni nesil Marshall Hodgson, John Hobson, Dimitri Gutas, Peter Burke hatta Edward Said gibi Oryantalist yazarlar, Avrupa’nın her şeyini kadim İslam dünyasına borçlu olduğu iddiasıyla fiyakasını çizerken İslam dünyasını yüceltiyor görünseler de hakikatte Avrupa’yı küçültüyorlar, buna karşı ABD’nin yeni dünyanın merkezine oturmasına katkıda bulunuyorlar.

Biz Müslüman araştırmacılar, söz konusu Neo-Oryantalistlerin Avrupa’daki son yüzyılların gelişimini İslam dünyasına bağlamalarının etkisinde kalarak bu gerçekliği kaçırdığımız gibi Avrupalılar da farklı sebeplerle kaçırıyorlar.

Neo-Oryantalistler, “İnsanlık, dünü ve bugünü ile benim” diyen bir Avrupa’ya “tarihselci bir yaklaşım”la “Hayır, sen insanlığın sadece bir sürecisin! Daha önce yaşamış medeniyetler gibi sonradan var oldun, dolayısıyla bitebilirsin hatta bitiyorsun!” diyorlar. Avrupa’nın ezelden ebede üstün olduğu iddiasını darmadağın ediyorlar.

Avrupa, şuurlu veya şuursuz, gönüllü veya ücretli bu kalemli silahşorlar karşısında İslam dünyasının 19. yüzyılda Oryantalizm karşısında yaşadığı hâlden daha beterini yaşıyor. Zira o yüzyılda İslam âleminin tamamına yakını Batı’yı düşman biliyordu. Batı’nın tezlerini kabul eden Müslümanlar da hâllerini İslam dünyasının geri kalması karşısında yüz yüze oldukları çaresizlikle açıklıyorlardı. Hâlbuki Avrupa bir kısmı biyolojik olarak da kendi evladı olan Neo-Oryantalistleri hep kendi tarafından biliyor, onlara bir “Ortaçağ” Avrupalısının bir rahibin samimiyetine inandığı gibi inanıyor. Onları, bilim adamı biliyor ve bilim adamlarının asla kendisini aldatmayacağını düşünüyor. Ya bilim adamı bizatihi kendisi de aldanmışsa? Bizdeki kimi 19. ve 20. yüzyıl yazarları gibi, ya bilim adamının kendisi de bizzat aldatılmışsa? Batı, bugün bunu düşünebilecek durumda değil.

Selâhaddîn-i Eyyûbî Hazretleri Mısır’ı ele geçirdikten sonra Mısır’ın en büyük işkencehânesi Darü’l-Mauna ile Nil’e nazır ve nice eğlenceye mekân olan en ünlü köşkünü medreseye çevirdi.

Yüksek bir şuura sahip Selâhaddîn, bu değişime simgesel bir anlam yüklemişti. Zira kendisinden önce Mısır’da insanlar ya işkence ile te’dip edilip hizaya getirilir ya da eğlence ile aldatılıp gerçekliğinden, dolayısıyla insanî arayışından uzaklaştırılırdı.

  1. Dünya Savaşı’na kadar eski Avrupa’da insanlar daha çok despotizm ile hizaya getirildi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise libarel zevkperizm ile uyuşturuldu ki bu tür uyuşturma, işkence ile hizaya getirilmekten çok daha felç edicidir. Geçmişin işkencesi bedeni vuruyordu. Zevkperizm, aklı ve kalbi vuruyor. Böyle bir felç hâlindeki Avrupa’nın ABD’nin kendisine karşı düşmanca tutumunu kısa sürede anlaması kolay görünmüyor.

AVRUPA, BUGÜNLERE NEREDEN GELDİ?

Avrupa, Katoliklik öncesinde birbiriyle çatışan, mühim bir bölümü barbar, farklı etnik yapılardan oluşuyordu. Katolikliğin Avrupa’ya herhalde en büyük katkısı, bu parçalı yapının yerine bizim çoğu zaman “Haçlı birliği” dediğimiz bir “Avrupa birliği” inşa etmesidir. Barbarlığa gelince Katoliklik onu imha etmek yerine dışarıya yöneltti. “Haçlı Seferleri” dediğimiz vaka, aslında Batı’daki vahşi barbarlığın mızraklarının Avrupa iç savaşından İslam dünyasına yöneltilmesidir. Bunu “Ve Kudüs Düştü, I. Haçlı Seferi” romanımsı, hakikatte tamamen kaynaklara dayalı kitabımda ana hatları ile anlattım. Anladığım kadarıyla Avrupa’nın Amerika’yı keşfi de Avrupa için sorun teşkil eden başıboş korsan ve diğer kimselerin dışarıya yöneltilmesiyle gerçekleşmiştir.

Katoliklik Avrupa’ya yaptığı hizmete rağmen, Haçlı Seferleri’nde İslam karşısında yenilince ve Osmanlı karşısında da bunu telafi edemeyince tarihinin ilk büyük darbesini reformcu Protestanlık, Yahudi kökenli elit ve yeni toplumsal sınıf burjuva koalisyonundan aldı. Amerika’yı keşfi bile Katolikliği bu darbenin etkisinden kurtaramadı. Fakat Avrupa da Katolikliğin bu yapı karşısında aldığı darbeden az zarar görmedi. Avrupa’nın birliği bozuldu, önce mezhep, prens savaşları, sonra ulus savaşları… II. Dünya Savaşı’na gelindiğinde Avrupa, Katoliklik sonrasında birliğinin bozulmasının yol açtığı savaşlarla nüfusunun büyük kısmını kaybetti. Katoliklik, bu savaş sonrasında Güney Amerika ve kısmen Güney Avrupa’da sosyalizmin elinden darbeler aldı ama en saklı ve kötü darbeleri ise beklediğinin aksine liberal zevkperizmden yedi.

Katoliklik, sekülerizmin bir din gibi oluşturulduğunu, ideolojilerin de onun mezhepleri gibi var olduğunu çözemedi. Sosyalizmin dinsizliğine karşı tutunabilmek için liberalist özgürlüğü tercih edilebilir buldu. Kendince dinin tamamen imha olacağı sosyalist bir dünya karşısında, herkesin özgür olacağı liberal bir dünyada, HA

yaşam alanı bulabileceğini düşündü.

Avrupa, liberal zevkperizmin nefsi coşturan aldatıcılığının Marks’ın kitaplarından daha yıpratıcı olabileceğini düşünemedi. En etkili papaz vaazının dahi, insanın aklını “özgürlük” adına başından alan zevkperizm karşısında hiçleşebileceğini bilemedi. Neticede İslam kılıcının Endülüs’te boyun eğdiremediği, Osmanlı’nın Viyana kapılarında hakkından gelemediği, 20. yüzyılda Marksist literatürün dinsizleştiremediği Katolik kişiliği, liberal zevkperestlik “çıldırttı”.

Katoliklik, bizim Yahudilik ve Protestanlığın elinden çektiğimizden az buçuk ders alsaydı bu kadar kolay yem olmazdı herhalde. Biz, zor günlerde Yahudilere kucak açtık, Protestanlığı da Kanuni Sultan Süleyman günlerinde Hıristiyanlığı bölsün diye Katolik dünya karşısında epey besledik. Ama en büyük darbeleri bu ikiliden aldık. Bu hainlerin dayanışması, Kudüs’ümüzü işgal ettirdi, Hicaz’ımız da tehlike altında… Katoliklik de liberalizmi, sosyalizm karşısında besledi ama ondan yediği darbelerle şimdi Vatikan’da bile zor tutunuyor.

AVRUPA’YI NE BEKLİYOR?

Herkesin kabul edeceği üzere II. Dünya Savaşı’nda kazananları ve kaybedenleri ile itibarı yerle bir olmuş Avrupa’yı saygın yapan “birliği” idi. O savaşta büyük bir nüfus kaybına uğrayan Avrupa’yı diri tutan birliktir. Bir zamanlar Cebelitarık’tan yola çıkmış bir Yahudi, Buhara’ya kadar, İslam toprakları içinde hiç takılmadan yol aldığında nasıl bir baş dönmesi yaşamışsa Berlin’den yola çıkıp pasaport incelemelerine takılmadan Cebelitarık kıyılarına ulaşan bir Müslümanın başı da öylesine döndü… Avrupa, onun gözünde bu birlikle büyüdü, saygınlık kazandı…

Ya şimdi? Önce İngiltere, Yahudilik ve Protestanlığın adeta resmi din hâline geldiği ABD tarafında yer alarak Avrupa Birliği’ni bozdu. Korona sürecinde ise ezici Katolik çoğunluğun ülkeleri İtalya ve İspanya yapayalnız bırakıldılar. İtalya, Katolikliğin başkentidir. İspanya ise Katolikliğin ve Avrupa’nın İslam fetihleri karşısında varlığını sürdürmesine yol açan, bunun yanında Protestan reformculuk yüzünden Avrupa’da güç kaybeden Katolikliği Güney Amerika’ya taşıyarak onu yaşatan ve dünyanın en büyük dini yapısı hâline getiren ülkedir. İşte bu iki ülke, korona karşısında Batı’dan tamamen umudunu kesmiş, Çin ve Rusya’dan yardım talep ediyorlar.

Dün, sosyalizm karşısında liberalizme sığınan Katoliklik, şimdi liberal dünyanın duyarsızlığı karşısında sosyalist Çin’e ve eski sosyalist Rusya’ya sığınıyor. Onlardan açıkça yardım dileniyor.

Bunun Katolik dünyada oluşturacağı travma pek ağır görünüyor. Son dönemde Güney Amerika Katolikliği, o kıtadaki Evanjelist operasyonlar karşısında alabildiğine öfkeli. Bugünün sosyalist de olsalar sosyal olarak Katolik Hıristiyan olan Venezuela gibi ülkelerin liderleri ABD’ye de israil’e de ağız dolusu küfürler ediyor ve başarabildikleri kadar meydan okuyorlar. Dünyanın en yeni Katoliklerinden Filipinler de hiç de onların gerisinde kalmıyor. Herhalde bugüne kadar Rus psikopat lider Boris Yeltsin dahi Filipin Devlet Başkanı Rodrigo’nun ABD devlet başkanına ettiği hakaretleri edemedi. ABD başkanı değişti ama Filipin Devlet Başkanı hâlâ ABD’yi ziyarette bulunmayı reddediyor.

Korona sonrasında Katolik dünya, Yahudi-Evanlejist Batı’ya meydan okur mu?

Bunun gerçekleşmemesi için, Polonya laboratuar olarak kullanılıyor. Oradan ABD’ye en yakın Katolik ülkeler Güney Amerika ülkelerine uzanılarak Katolik dünyanın Evanjelizm tarafından asimilasyonu için hummalı bir çalışma yürütülüyor. Buna karşı, Katolikliğin dini lideri papa tamamen etkisiz, Katolikliğin dindarlığı ile bağı kalmadığı hâlde sosyal olarak Katolik olan kesimler ise kimi sol kimi milliyetçi bir kimlik altında duyarlı görünüyorlar.

Bütün dünyanın dikkati, Medeniyetler Çatışması çerçevesinde Batı ile Çin, Batı ile İslam dünyası arasındaki gelişmelere odaklanmış. Oysa bir çekişme de Batı’nın kendi içinde yaşanıyor. Yahudi-Evanjelist koalisyon, bu çekişmenin bir çatışmaya dönüşmeden kendi lehine sonuçlanması için uğraşıyor. Koronanın bu uğraşı nasıl etkileyeceği, zamanla belli olacak.