• DOLAR 34.667
  • EURO 36.4
  • ALTIN 2950.71
  • ...

İslam dünyası, son iki yüzyılda bir kaos yaşıyor. Hepimiz, yaşanan bu kaosun farkındayız:

Kaosun ilk evresinde dışarıdan içeriye doğru bir saldırı yaşandı. İslam dünyası, bu saldırıyla dış istilaya uğradı. Kaosun ikinci evresinde ise 20. yüzyılın henüz ilk çeyreğinden başlanarak İslam tarihinde ilk kez örgütlü ve dışarıyla bağlantılı bir iç ihanet görüldü.

İslam dünyası, dış istilaya genellikle başarıyla karşı koydu. Ama iç ihanete karşı direnişine son vermediyse de bu direnişte yeterli düzeyde başarılı olamadı.

İslam âlemi, bu iç ihanetle adeta baştan başa bir idam sehpasına, koca bir zindana dönüştü. Dış saldırıya karşı cihada alimler, doğrudan veya dolaylı öncülük etmişlerdi. Çok manidar bir şekilde özellikle o âlimler idam sehpalarına gönderildi ya da zindanlara atıldı. Vaka, henüz 1950’li yıllarda Mısır gibi Arap ülkelerinde öyle bir dehşet hâl aldı ki sıradan bir genç Müslüman, sadece Müslüman bir mütefekkirin eserlerini okuyor diye ağır işkencelere tabi tutuldu.

İnanan insanlar, böyle bir zulmü ancak Uhdud Ashabı zamanında ve Roma sürecinde yaşamışlardı. Hz. Peygamber ve ashabına yapılan işkenceler bile 20. yüzyıl fitnesinde Müslüman gençliğe yapılan işkencelerin yanında daha az şiddetli bulunmuştur.

Buradaki asıl sorun, Müslümanların neden bu süreci fark etmedikleri, fark etmişlerse neden engelleyemedikleridir.

Geçen hafta BAAS partisiyle ilgili analizimizin de devamı niteliğinde olan analizimizde bu konuyu ele alacağız.

SORUNLARIMIZIN ALTINDAKİ ÜÇ ETKEN

İslam âlimleri birbirleriyle iletişim hâlinde veya birbirlerinden habersiz bir şekilde, İslam dünyasının son iki yüzyılda yaşadığı felaketi neredeyse ittifak hâlinde cehalet, yoksulluk ve tefrika ile ilişkilendirmişlerdir.

Bu noktada cehalet aslî sebeptir. Yoksulluk ve tefrika onun sonuçlarıdır. Dolayısıyla cehalet meselesinin anlaşılması, diğer iki etkenin de anlaşılmasını sağlayacaktır.

KİM CAHİL? İDARE EDENLER Mİ, EDİLENLER Mİ?

İslam dünyasında cahil olan kimdi, idare edenler mi, edilenler mi? Bunun anlaşılması için öncelikle cehaletin anlaşılması gerekiyor.

“Kişi veya toplumların faydalarına olanı bilmemeleri” anlamındaki cehaletin yüzeysel olanı ve derinlere varanı olmak üzere iki türü vardır. Yüzeysel cehalet, bilgi eksikliğidir; derin cehalet ise şuur eksikliği.

Şuur eksikliği, idare eden veya edilen, avam (sıradan halk, idare edilenler) veya havas (seçkinler, idareciler) bütün kesimlerle ilgilidir. Bilgi eksikliği ise genel olarak havasla ilgilidir.

İslam dünyasının geçmişine dair iyi bir araştırma yapılsın. Görülecektir ki ümmet, hiçbir zaman şuurdan uzak kalmamıştır. Ümmet, her zaman sorunlarını hissedecek ve çözümünü bilecek bir şuura sahip olmuştur.

Kimi zaman “ümmet vicdanı” olarak ifade edilen ümmet şuuru, her zaman dışarıdaki düşmanı kapıya yaklaştığında da olsa fark etmiş ve ona karşı direnmiş; içerideki zalimi de az çok tanımıştır. Ümmet, hiçbir zaman, düşmanlarına karşı tamamen duyarsız olmamıştır.

Daha doğrusu, geçmişte ümmetin avam kesimi ve avama yakın uleması, hiçbir zaman şuurdan tamamen yoksun kalmamıştır. İdarecilerin dış güçlerle iletişime geçmek için yarıştıkları süreçlerde ümmetin avamı ve avama yakın uleması “Gavurdan dost olmaz!” diyerek onları uyarmıştır. Ki bu uyarıcı ve doğruya yöneltici yüksek şuura aynı zamanda “ümmet irfanı” da denmektedir. Kimi hocaların özellikle son dönemde “Biz okudukça cahilleştik!” ifadeleri de bu gerçeği anlatmaktadır. Bizim okumamışlarımız ya da az okumuşlarımız, yakın geçmişte, dost ve düşmanı tanımakta havasın önünde olmuşlardır.

Ümmetin şuur eksikliği sorunu, yakın geçmiş açısından bir havas sorunudur. Ne yazık ki bu şuur eksikliğine özellikle son iki yüzyıl için bilgi eksikliği sebep olmuş, bilgi eksikliğinden kaynaklanan yüzeysel cehalet, zamanla derinleşip derin cehalete dönüşmüştür.  

Bilgi üretmekle mükellef ulema, bilgi üretmekte eksik kalınca idareciler bilgiyi başka yerde aradılar. Bu arayış, İslam âlemini düşman güdümüne koydu. Bilgi serüvenimize baktığımızda bu gerçeği kolaylıkla anlamamız mümkündür.

BİLGİDE NEREDEN NEREYE GELDİK? 

İslam’ın ilk günden sosyolojik “öteki”si, yani düşmanı, “cahiliye” olarak bildirilmiştir. Hz. Peygamberin mücadelesi, cahiliye ile mücadeledir.

Hz. Peygamber ve Dört Halife Devri’nde Müslümanlar, cahiliye ile mücadele çerçevesinde, Kur’an ve Sünnet’i anlama ile sınırlı kalan ilmî bir faaliyet yaptılar. O dönemde öğrenilen ilimler, ya doğrudan Kur’an ve Sünnet’in manası idi ya da onların anlaşılmasına dönük sarf ve nahiv gibi henüz teşekkülü tamamlanmamış yardımcı ilimlerdi.

Emevîler Devri’nde bu ilimlere Arap kabilelerinin edebiyatı, folkloru ve tarihi de eklendi. Devlet, o günlerde kendisi için henüz kadro arıyordu. Emevîlerin bu çalışmaları, edebiyat kısım ile Kur’an ve Sünnet’in daha iyi anlaşılmasını sağladı. Ama sosyoloji ve tarih alanına giren kısımları da devletin ilk kadrolarını oluşturan Arapların İslamlaşma sürecinin tamamlanması açısından son derece kıymetlidir. Bu kıymetli sürecin Abbasî Dönemi’nde sekteye uğraması, Arap dünyasının özellikle Bedevî kısımlarının hep sorunlu kalmasına yol açtı.  

Abbâsîler Devri’nde İran ve Eski Yunan’dan çeviriler yapıldı. Dünya, ilmî geçmişiyle Müslümanların ayağına getirildi. O dönemde İslam fetihleri, merkezi Abbâsî idaresi açısından durmuş; İslam’a davet faaliyetleri ise yoğunlaşmıştı. Bu çerçevede, Hz. Ebûbekir’in kabileleri Hz. Peygamber’e tanıtmasına denk gelen, büyük değere sahip sosyoloji ve tarih araştırmaları da yapıldı.  

O dönemde yazılan Kaşgarlı Mahmud’un Divanü Lügati’t-Türk ve Birunî’nin Taḥḳīḳu mâ li’l-Hind adlı eserleri bu alandaki eserlerdendir. Kaşgarlı’nın eseri, henüz Müslümanlaşma süreci devam eden Türkler, Birunî’nin eseri ise Müslümanlaşma süreci başlama noktasında olan Hintliler açısından çok değerlidir. Her iki eser de İslam’a kazandırılacak ve İslam içinde yetiştirilecek toplumların, davet yöntemine uygun olarak tanınmasını sağlamıştır.

Gazzâlî’nin etkisinde oluşmuş Zengî ve Eyyûbî çağı, Müslümanlar açısından ilmin Gazzâli çizgisi üzerinde gözden geçirilip ihya edildiği bir devirdir. Bu devirde bir yandan hadis kaynakları başta olmak üzere ilmî eserler toplumun istifade edeceği noktaya getirildi, bir yandan da İslam dünyasını tanımaya dönük devasa eseler yazıldı. İbnü’l-Asakîr’in Dımaşk Tarihi’nin 80 cilt olduğu, yani ünlü muhaddisin sadece Dımaşk’ı anlatmak için bile 80 cilt yazdığı düşünülürse bu ihya hareketinin ne ölçüde kıymetli olduğu anlaşılır.

Ne var ki Eyyûbîlerden hemen sonra İslam âleminde öze dönüş adı altında ortaya çıkan bir akım, ilmî gelişmeyi adeta sonlandırdı.  

Osmanlılar da zamanla o akımın etkisinde kaldılar. Osmanlı Devri’nde Rumların Müslümanlaştırılmaları hedeflenmiştir. Ama Rum sosyolojisi üzerine bilindiği kadar tek eser yazılmadı. Batı’daki gelişmelere rağmen, seyahat kitapları dışında Batı’yla da ilgili hiçbir eser kaleme alınmadı. Bir İngiliz veya Fransız hatta yanı başımızdaki Rus, ne yer ne içer, o hususlar hiç araştırılmadı. Diğer İslam ülkeleri ise bu hususlarda Osmanlı’nın da gerisinde kalmışlardır. 

Nihayet, Müslümanların havasları önce bilgisiz kaldı, sonra bilgi eksiklerini gidermek için Batı’dan beslenmeye başladılar. Birinci hâl, yüzeysel cehalete yol açtı. İkinci hâl, şuuru da götürdüğünden aynı zamanda derin cehalete yol açtı. Müslümanların idarecileri, o şuursuzluk içinde Batı’ya yönelip kurtuluşu orada aradılar, başka bir ifade ile düşmanlarından medet umdular.   

Müslümanların avamı, şuuruyla, idarecileri uyardı ancak bilgi düzeyleri onlara hitap etmeyi engellediği gibi “cahillik” ithamıyla hakarete de uğradı.

Yıllar geçip tahribat görüldükçe Müslümanların avamının irfanının, okumuş kesimin ön görüsünden daha ileride olduğu anlaşıldı. Ama yaşanan zaman kaybı, İslam âleminin adeta darmadağın olmasına yetti.

Avam-havas çatışması ya da aydın-halk çatışması olarak anlatılan bu ayrışma, İslam dünyasının tarih boyunca yaşadığı en yıkıcı çatışmalardan biridir.

Bu arada havasın bir kısmı geç de olsa şuurlandı; Batı’yı tanıdı, Batı’nın projelerinin farkına vardı. Ama havas bu noktaya gelinceye kadar bu kez avamın önemli bir kısmı, yanlış ve kirli bilgilerle şuurunu kaybetti.  İslam aleminin önemli bir kısmı, 1970’li yıllardan bu yana bu ters yöndeki avam-havas, aydın-halk çatışması sürecini yaşıyor. Bu süreç durdurulmaz ise İslam alemi kendi yolunu asla bulamayacaktır.

Avam ve havas, bir toplumun iki yakasıdır; bu iki kesim bir araya gelmeyince İslam dünyasının iki yakası bir araya gelmez.

Haftaya: İnşaallah… İslam aleminde dayanışması gereken çözüm önerilerinin çatışması…