• DOLAR 34.657
  • EURO 36.458
  • ALTIN 2951.697
  • ...

İslamcılık, Batı’nın İslam dünyasını istila çabasına karşı bir direniş hareketidir. Bunun yanında İslamcılık, İslam dünyasında muhafazakârlaşan siyasi nizamı dönüştürmeye dönük özünde inkılâbî; uygulamada ıslahatçı bir tekliftir.

İslamcılık, uluslaştırma adına parçalanan İslam dünyasının birliği fikriyatıdır; Müslüman bütünlüğünden yana bir duruştur.  

İslamcılar, bu duruşları ile dış düşmanları karşılarına aldıkları gibi içeride de tepkilerle karşılaştılar. İslamcılığa muhalefet edenler sadece Batıcılar değildi. Gelenekçi çevreler de İslamcılığa karşı çıktılar.

Bunun için İslamcılık, 20. yüzyılda büyük acılarla yüz yüze kaldı. 20. yüzyılın başında, İslam dünyasında ikame edilen Batıcı rejimler, İslamcıları en büyük iç düşman olarak gördüler. İslamcılar, o rejimlerin elinden işkence gördüler, hapislere atıldılar, sürüldüler; buna rağmen hatlarını korudular.

İslamcı liderler, hatlarını koruma konusunda solcu ve milliyetçilerle kıyaslanmayacak kadar kararlı durdular. Bütün İslam âleminde, hattını değiştirip solcu olmuş ya da yolsuzluk ve rüşvete karıştığı kanıtlanmış bir İslamcı mütefekkir önder yoktur. Oysa İslam dünyasının bütün işkencehâneleri, hapishaneleri İslamcı mütefekkir liderlerle eskimiştir.  Nice İslamcı lider, davası uğruna ipe gitmiş, nicesi de işkence ve hapishanelerde şehid olmuştur.

1990’lı yıllara geldiğimizde Müslüman toplumlar, İslamcılığın bu şerefli direnişini; solculuk ve milliyetçilik karşısındaki açık üstünlüğünü gördüler, takdir ettiler ve kitleler hâlinde desteklemeye başladılar. Bu, İslam dünyası açısından büyük bir dönüşümün müjdesiydi. Ne var ki daha sonra kendimizi o dönüşümü tersine çevirme projeleri ile karşı karşıya bulduk.  

2000’li yılların başından bu yana İslamcılık, DAEŞ tarzı örgütler üzerinden vuruldu. Bu tür örgütlerin sözünü ettikleri nizam, İslamcıların getirmek istedikleri nizamla kasıtlı olarak karıştırıldı. Ama İslamcılığa yönelik saldırı bununla sınırlı değildir. O süreç biraz olsun hafiflediğinde bu sefer gelenekçi çevreler üzerinden İslamcılık vurulmaya başlandı. Biri aşırı keskin, diğeri fazlasıyla yassı bu iki yapı arasında İslamcılık boğulmak, öldürülmek isteniyor. İslamcılar ise birincisi ile ilgili tutumlarını genellikle netleştirmekle birlikte, ikincisi etrafında oluşturulan umutsuzluk dalgası karşısında şaşkınlık içindeler. Oysa şaşkınlığa ayıracak vaktimiz yoktur.

İSLAMCILAR VE GELENEKÇİLİK

İslam dünyasının her yüzyılda bir, kendini müceddidlerle yenilemesi beklenirdi. Bu ihmal edilince, daha doğrusu müceddidler seslerini yeteri kadar yönetimlere ulaştıramayınca İslam dünyası durgunlaştı. Müslümanlar, İslam’ın özüne aykırı olarak muhafazakârlaşıp gelenekçileşti.

İslamcılığın doğuşunun bir yanı İslam dünyasının istilası girişimlerine karşı direnişe; diğer yanı geleneksel dindarlığın bu istila karşısındaki yetersizliğine bakıyor. İslamcılık, bu iki hâl arasında istilaya ve istila destekçisi iç yapılara karşı çıkış kapısıdır; geleneksel dindar kitleler açısından ise üst şuur hareketidir.

İslamcılık, dış istila ve destekçilerine karşı, geleneksel dünya içinde doğmuş; dışarı açısından sömürge karşıtı, içeri açısından ise bir ihya ve kalkınma hareketidir. Kökleri geleneksel dindarlığa dayanır ama üst şuuru ve aksiyonerliğiyle ondan ayrışmıştır, onu da dönüştürmek isteyen bir öncü güç olarak vücut bulmuştur. İslamcılığın bu duruşuna karşı gelenekçilik, farklı boyutlarla İslamcılığa muhalefet etmiş veya onun idealleri karşısında çekimser hatta ürkek durmuştur.

İslamcılar, gelenekçilerin bu çekimser ve ürkekliğini, bazı Vahhabî yorumlar dışında itham etmek yerine geçici bir hâl olarak görmüşler; kendilerini gelenekçilerden ayrı tutmakla birlikte onlara düşmanlık etmeyi de ağır bir hata ve kendi insan kaynakları açısından tehlikeli bir duruş olarak görmüşlerdir. Sudan İslamî Hareketi lideri Hasan Turabî rahmetullahi aleyh’in ifadesiyle İslamî hareketin bu mutedil duruşu, gelenekçi ve Selefçi yapılara karşı hem farkı hem her iki kesime de hitap etme imkânıdır.

İSLAMCILIĞA KARŞI YENİ MÜCADELE DÖNEMİ

İslamcılık, 1980’li yıllara kadar kendi seyrinde devam etti. Ne var ki o yıllarda İslamcıların iktidar adaylığının güçlenmesi üzerine yeni bir durumla karşı karşıya kaldı.

Sol ve milliyetçi söylemin İslam dünyası açısından çıkış kapısı olmadığı anlaşılınca İslamcılık, İslam dünyasının büyük ve bir anlamda çatı hareketine dönüştü.  Bunun üzerine hem şehirli gelenekçilikten hem kırsal alan gelenekçiliğinden İslamcılığa kitlesel bir geçiş yaşandı.

Bu, teşbihte hata olmasın, Hz. Peygamber salallahü aleyhi vesellem’in Mekke’yi fethinden sonra Arap kabileleri ve Mekke, Taif gibi şehirlerin eşrafının ani ve toplu bir şekilde İslam’a geçişine benzemektedir. Nasıl ki İslam’a dönük o büyük geçiş, bir “eritme” sorunu oluşturmuşsa 1990’lı yılların İslam dünyasına yayılan İslamcılığa geçişi de bir eritme sorunu oluşturdu.

Bir farkla: İslamcılığın 1990’lı yıllarda bu şekilde cazibe hâline gelmesi uluslar arası güçlerin de dikkatini çekmiş ve uluslar arası güçler, İslamcıların bu büyük insan kaynağı kitleleri eritip dönüştürmemeleri için İslamcılığa karşı yeni bir mücadele dönemi başlatmışlardır. İslamcılar, gördükleri şiddetli baskı ve yüz yüze kaldıkları sinsi planlar karşısında kendilerine teveccüh eden şehirli ve kırsal kitleleri yeteri kadar dönüştürme imkânı bulamadılar.

Aradan geçen yıllarda bu kitleler, İslamcılık için bir güç oluşturduysa da aynı zamanda onun için bir yük oluşturdu. İşte bugün o yük üzerinden İslamcılar umutsuzlaştırılmak ve kendilerine bağlanan umut dalgası tamamen kırılmak isteniyor.

Konunun özü şudur:

Şehirli gelenekçi çevreler, yeni süreçte İslamcılara katıldılar ama onlar içinde erimeyince eski alışkanlıklarını sürdürdüler. Örneğin kadınları tam bir İslamî tesettüre bürünmek yerine İslamî tesettürü modernleştirmeye, modaya uyarlamaya kalkıştılar.

Şehirli gelenekçiler, sermaye sahipleri ise bazı hayırlı işlere yönelmekle birlikte işçi-işveren ilişkisinde ve para kazanma hırsında kapitalist kimliklerini korudular, lüks yaşamlarından da ödün vermediler. Üstelik parasal bakımdan ve kimi zaman medya güçleri ile destekledikleri İslamcı siyasetçileri de kendilerine benzetmekte ısrarcı oldular.

Şehirli gelenekçiler, bürokrat iseler devleti topluma tercih eden geleneksel tutumlarını sürdürdüler; muhafazakâr tutuculuklarını koruyarak, İslamcıların yapmak istedikleri yeniliklerin önüne geçtiler ve ülkede kadroları İslamcı isimlerden oluşan fiili bir siyasal muhafazakârlık doğurdular. Üstelik geçmişte sağ partilerle özdeşleşen bir kesimi; rüşvet, yolsuzluk, devletin imkânlarını kişisel çıkarı için kullanma gibi alışkanlıklarını sürdürdüler hatta tertemiz ve gencecik ama tecrübesiz kimi İslamcı siyasetçileri de yaptıklarına bulaştırdılar.

Kırsal alan gelenekçiliğinin İslamcılık içinde erimemesi ise İslamcılar açısından bambaşka bir sorun doğurdu:

Kırsal alan gelenekçileri, sosyal bilimcileri hayrette bırakan bir hızla kendilerini şeklen İslamcılara benzettiler hatta şekil bakımından onların en dindarı olarak görünmelerine yol açacak bir değişime yöneldiler. Erkekleri uzun sakal bırakıp sarık sardılar; kadınları da İslamcı kadınlardan daha kamil görünen bir tesettüre büründüler.

Ne var ki öze iniş, bu şekilsel dönüşümün gerisinde kaldı. Şeklen tam bir İslamcı hatta İslamcı lider görünümündeki gelenekçi şahıslar, toplumla ilişkilerinde katı ve cahil olabildiler. Kıyafetleri ile örtüşmeyen davranışlar sergileyebildiler.

İstanbul Fatih sokaklarında bir İslamcının asla yapmayacağı şekilde hanımı ile sarmaş dolaş gezen ve şeklen İslamcılığın en ön safında görünen kişiler böyle ortaya çıktı. Ya da dıştan bakıldığında klasik bir mütesettir kadın olarak göründüğü hâlde erkeklerle, Taksim’deki “aşmışların” dahi “fazla görgüsüzce” bulacakları şekilde, ulu orta yerde davranan genç kızlar ve hatta yaşını almış kadınlar böyle peydahlandı.

Ortada garip bir manzara söz konusu: Üniforma İslamî; selam ve Bismillah gibi sözlü şiarlar da var ama tutum tam İslam karşıtı…

İşte bu resim, kasıtla bize yanlış okutuluyor:

Çoğumuz, bu hâli görünce “Halk bozuldu!” diyoruz. Oysa yaşanan, halkın bozulması değil, “halkın düzelmemesi”dir.

Dün köy ve kasabasında karşı cinsle gizlice buluşan, bugün şehirde bunu ulu orta yerde yapan kişilerle karşı karşıyayız. Bu gelenek dünyasına ait ama aslında “aşmış kişiler” şehre gelince geleneksel kıyafetini İslamcılığın saygın üniformasıyla değiştirmişlerdir. Ama şehirde geleneği aşan bir İslamî terbiye ve talime tabi tutulmadığı ya da o talim ve terbiyeyi özümsemediği için, tutumlarını değiştirmemişlerdir.  

Gelenekçi yapıların zayıf kesimleri, uluslar arası sistem ve uzantılarının İslam karşıtı propagandalarına da yenilebilmekte ve zaman zaman İslamî üniforma üzerinde iken seküler partilere destek de verebilmektedirler.

Bununla beraber post modern dünyada İslam karşıtlığı, çok yönlü bir strateji olarak geliştirilmiştir. İslam’ın en çok muhalefet ettiği ne ise günümüzde o hususlar İslam’a karşı kullanılabilmektedir. İslamî kıyafetler içinde olmayan kimi kadınların, televizyonlarda değişik suçlarla ilişkili olarak, İslamî kıyafetler içinde teşhir edilmesi, sadece tesettürü yıpratmaya yönelik bir plan değildir, aynı zamanda İslamcılığı düş kırıklığına uğratma ve geriletme amaçlı bir plandır. Bu yönde yapılan ve hiçbir tedbire takılmayan internet yayınları ise İslam’a karşı tam bir savaşa dönüşmüştür.

 Öte yandan İslamî kesimler tabii olduğu üzere kendi içlerinde de bazı fireler verdiler, veriyorlar ve verecekler.

Uluslar arası İslam karşıtı güçler; burada sözü edilen bu bütün unsuları bir araya getiriyorlar ve bu bütünleştirilmiş sahte resmi, “İslamcılık geriliyor, toplum bozuluyor” diye bizlere yorumlatmak, bizi bunun üzerinden umutsuzluğa sevk edip ruhen çökertmek istiyorlar.

Bu şeytani yaklaşım karşısında olması gereken ise umutsuzluğa kapılmak değil, yeni bir duruma karşı yeni bir atak geliştirmektir. İslam’ın özü de Müslümanların İslam’la bağı da bu atağı geliştirmek için yeteri kadar verimli ve dinçtir.

Bunun böyle olduğu çok yakında anlaşılacak ve umutsuzluğa kapılanlar elbette şeytan ve dostları ve onlara kanan zavallılar olacaktır.

“Ancak iman edip dünya ve ahiret için yararlı işler yapanlar, Allah’ı çokça ananlar ve haksızlığa uğratıldıktan sonra kendilerini savunanlar başkadır. Zalimler, yakında nasıl bir inkılaba uğradıklarını göreceklerdir.” (Şuara 227)