ABD neye karşı, neyden yana?
ABD, İngiltere’nin henüz Batı’nın kaptan gemisi olduğu günlerde, I. Dünya Savaşı’nın ardından İslam dünyası ile yakından ilgilenmeye başladı.
II. Dünya Savaşı’nın ardından ise İngiltere zayıfladı, yerini ABD’ye bıraktı. ABD de bu çerçevede İslam dünyasının bizzat içine girdi.
II. Dünya Savaşı’ndan en çok kârlı çıkan iki ülkeden biri olan Sovyetlerin tehdidi büyüdü. İsrail, İngilizlerin ardından Stalin’in de büyük desteğiyle varlık buldu. Körfez ülkeleri ve İran, ABD’ye bağlandı. Türkiye, NATO’ya girdi. Ancak Sovyetlerin varlığının oluşturduğu denge, ABD’nin İslam âleminde dilediği gibi at koşturmasına izin vermedi.
Sovyetlerin yıkılmasından sonra Bernard Lewis’in büyük saha çalışması ve yönlendirmesi ile ABD, İslam dünyasındaki yerini İsrail’in çıkarlarını gözeterek revize etti ve İslam dünyasına karşı net bir strateji belirledi.
Bu stratejinin anlaşılması için yakın geçmişe dikkatlice bakmak gerekir:
Bush Doktrini
Bush Doktrini, 2001-2009 yılları arasında ABD’ye başkanlık eden George W. Bush, diğer adıyla II. Bush’un ortaya koyduğu ABD stratejisidir.
II. Bush, bu doktrinle 11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırıyı öne sürerek
ABD’nin İslam karşısında yeni bir tutum takınmasını öneriyor. Hatta daha da haddini aşarak ABD’nin İslam karşıtı alacağı tutumu, bütün dünyaya dayatması gerektiğini öne sürüyor. Dolayısıyla neticede İslam’a karşı küresel bir düşmanlığı ön görüyor.
Bush, bu doğrultuda doktrinini Kyoto Protokolü gibi düşünüyor. Söz konusu protokol, dünyadaki iklim değişikliğine karşı küresel bir strateji öneriyor. Bush’a göre yer küre nasıl ki iklim değişikliği tehdidi altında ise küresel sistem de İslam tehdidi ile karşı karşıyadır. Dolayısıyla uluslar arası güçler, iklim değişikliğine karşı nasıl bir küresel işbirliği yapıyorlarsa İslam’a karşı da küresel bir işbirliği yapmalılar.
Doktrin, ilk kez Bush’un danışmanlarından Charles Krauthammer tarafından dillendirilmiştir. Krauthammer ise her yerde demokrasiyi destekleyeceğiz ancak kan ve gözyaşını yalnızca stratejik bir zorunluluk olduğu yerlerde ilişkilerimizin odağına koyacağız, diyordu.
Bu sözün tercümesi gayet basitti: Bush’a akıl veren Krauthammer, bütün dünyada demokrasinin desteklenmesini ama İslam dünyası ile ilişkilerin kan ve gözyaşı üzerinden sürdürülmesini öneriyordu. Zira ABD için stratejik ortaklar bulunduğu gibi stratejik bir düşman da vardı ve o düşman bizzat İslam’dı.
Bush Doktrini, 11 Eylül vakasının birinci yıl dönümünden birkaç gün sonra, 20 Eylül 2002’de “ABD Milli Güvenlik Stratejisi Belgesi” olarak Bush’un imzasıyla bütün dünyaya ilan edildi.
Belge, potansiyel tehdit oluşturduğu ya da ileride problem çıkarabileceği düşünülen her oluşum ya da ülkeye karşı "vurulmadan önce vurma" önlemine başvurmayı öneriyordu. Bush Doktrini’ne göre şekillenen “ABD Milli Güvenlik Stratejisi Belgesi” ile herhangi bir İslam ülkesi, ABD için sorun oluştursun veya oluşturmasın ABD’nin hedefi hâline geliyordu.
Ulus devlet bölünmüşlüğüne mahkûm olan İslam ülkeleri, Bush’un bu tutumunu hiçbir zaman anlamadılar veya anlamak istemediler. Bush’un Afganistan ve Irak’a saldırılarında bir hikmet, bir makul sebep aradılar. Oysa Bush için böyle bir hikmet, makul sebep söz konusu değildi. Bush, Müslümanları sadece Müslüman oldukları için vurmayı meşru görüyordu. Zira Müslümanları ayrım yapmaksızın stratejik düşman görüyordu, İslam dünyasını sürekli kan ve gözyaşı içinde tutmayı genel ABD politikası hâline getiriyordu.
Bush, 2010’da yaptığı açıklamada doktrinin üçü pratik, bir idealist olmak üzere dört ayağa dayandığını söylüyordu. Bush, bu çerçevede,
- Teröristler ve onları barındıran milletler arasında ayrım yapmayın ve her ikisini de aynı hesapta görün,
2. Bize tekrar evde saldırmalarını engellemek için savaşı onların ayağına götürün,
3. Tehdit, olgunlaşma imkânı bulmadan siz, tehditle yüzleşin,
4. Düşmanın baskı ve korku ideolojisine alternatif olarak özgürlük ve umut geliştirin, diyordu.
Bush’un bu maddelerinin çevirisi şuydu:
1. Şiddete başvurup başvurmadığına bakmaksızın bütün Müslümanları hedefiniz bilin.
2. Müslüman ülkeleri kan ve gözyaşı içinde bırakın.
3. İslam’ın Batı’ya karşı direnişi olgunlaşmadan İslam dünyasına müdahale edin.
4. İslam dünyasının halklarına İslam’ı “baskı ve korku ideolojisi”, Batı’ya teslim olmayı ise “özgürlük ve kurtuluş” umudu olarak tanıtın.
Anlaşılacağı üzere, Bush, İslam dünyasına karşı ABD’ye yakın-ABD’ye uzak farkı gözetmeksizin topyekûn bir mücadele öngörüyor. Oluşturduğu savaş stratejisinde tarafını İslam’dan yana seçen herkesin zarar göreceği şekilde planlamalar yapıyor. Ki bu strateji, henüz 1980’li yılların başında Sovyetlerin yıkılma işaretlerinin ancak istihbarat örgütleri tarafından görüldüğü günlerde Ermeni Pentagon stratejisti R. Hrair Dökmeciyan tarafından “Arap Dünyasında Köktencilik (Devrimci İslam)” adlı kitapta ana hatları ile ifade edilmişti. Dökmeciyan “En ılımlısı, en radikalini doğurur” diyerek Müslümanlarla mücadelede ılımlı-radikal ayrımının yapılmasını yanlış buluyordu. Bu görüşler Medeniyetler Çatışması tezi olarak vücut bulduk ki tezin isim babası bizzat Bernad Lewis’ti. Lewis ise İslam’ın Batı’ya karşı mutlak yenilgisinin ancak İslam dünyasının kendi içinde çatışmasıyla mümkün olduğuna inanmıştır.
Bu bağlamda, Lewis’in gözdeleri, oranları ne olursa olsun İslam dünyasında ana akımdan ayrılan mezhepsel yapılardır.
Obama Dönemi
Obama ve Demokrat Parti, Bush Doktrini’ne yeni bir şey eklemedi. ABD için yeni bir strateji geliştirmedi. Aksine o doktrin ve dolayısıyla o stratejinin işlemesi için gerekli taktikleri uyguladı. Bu taktiklerin ana yapısını ise İslam dünyasında mezhepsel azınlığın desteklenmesi oluşturuyordu. Obama yönetimi, buna etnik (ırksal) azınlıkları da ekledi hatta ahlaken çökmüş marjinal grupları da azınlık statüsüne alarak Bush’un “baskı ve korku ideolojisi” dediği İslam’a karşı onlara özgürlük ve kurtuluş umudu vaat edip bu grupları İslam dünyasının ahlaken tahribinde birer savaşçı yapı konumuna çıkardı.
Bu taktiklerin uygulanması ile İslam dünyasında savaş daha geniş bir alana yayıldı, daha önce var olduğu yerlerde ise daha çok kızıştı. İslam dünyasındaki “bölünme fay hatları” derinleşti.
Trump Dönemi
Trump ekibi henüz iş başına gelmeden İslam dünyasında azınlık gruplarının yeteri kadar kışkırtıldığına ve ABD’nin hâkim toplumları destekleme politikalarına geri dönmesi gerektiğini dillendiriyordu. Grup, bununla birlikte azınlıkların elde tutulmasını da elzem görüyor.
Lewis’in azınlıkları özgürleştirme gibi bir derdi yoktu. Onun amacı azınlıkların kışkırtılarak hâkim mezhepsel ve ulusal yapıların daha fazla etkisizleştirilmesi ve teslim alınmasıydı. Trump, ABD’nin Lewis’in bu hedefine yaklaştığına inanıyor. İslam dünyasında hiçbir hâkim yapıya izin vermeme hedefi doğrultusunda eski azınlıkların yeni hâkim toplumu oluşturmamaları için tekrar eski hâkim toplumları desteklemeyi ön görüyor. Bu yaklaşım, eski hâkim toplumları yaşatarak İslam dünyasında savaşı daim kılmaya dayanıyor. Başka bir ifadeyle çatışan yapılar arasında güç dengesi oluşturarak savaşı kalıcılaştırmayı hedefliyor.
Sonuç Olarak;
İslam dünyasında mezhepsel veya ırksal fay hatlarını derinleştirecek ve İslam dünyasında 20. Yüzyılda başlayan çatışmaları taraflar arasındaki sürekli savaşlara dönüştürecek her tür girişimi ABD destekliyor.
ABD’nin bu hedefine hizmet edecek her girişim de bizzat ABD karşıtı gibi görünse dahi doğrudan veya dolaylı olarak ABD’nin desteğini alıyor. Zira ABD’nin BÜYÜK İSTEĞİ, İslam dünyasının daha fazla parçalanmasıdır. ABD, bu parçalanmayı derinleştirecek her adımı stratejisine katkı olarak görüyor.
İslam dünyasının büyük devletlere ihtiyaç vardır. Ancak o devletler, mezhepsel ve ırksal fay hatlarını daha fazla derinleştirerek değil, o fay hatlarını etkisizleştirerek ortaya çıkacaklardır.
Bunu anlamayanlar, attıkları her adımın eninde sonunda ABD’nin işine yaradığını, kendilerini büyütmediği gibi ABD’ye daha çok bağımlı kıldığını göreceklerdir.
İslam dünyası, ABD politikalarına, stratejilerine mahkûm değildir; bu stratejilere teslim olmamalıdır.