• DOLAR 34.459
  • EURO 36.367
  • ALTIN 2864.83
  • ...

Yeni bir eğitim-öğretim yılına başlarken ortak kaygımız, gençliğin nereye gittiğidir. Bu yönde ailelerden alınan haberler, medya ve izlenimlerle buluştuğunda kaygımız, derin bir endişeye dönüşüyor.

Toplumun geleneksel kesimleri, çocuklarını koruyamamaktan; geleneği aşacak bir düzeyde İslamî bir şuur sahibi olanlar ise duyarlılıklarını çocuklarında görememekten şikayet ediyorlar. Sosyal medyaya bakıldığında ise gençlik fenomenlere teslim gibi…  

Gençlik “Umutsuz Vaka” mı?

Sosyal sorunlar, bireysel örneklere bakılarak tespit edilmez, meseleye yekûn bakmayı gerektirir. Bu geniş açıdan bakıldığında gençliğin durumu geçmişe göre umutsuz vaka olmak bir yana umut vericidir.

Geçmişin Türkiye’sinde kendisini şuur sahibi olarak gören gençlerin sayısı her şehirde bir elin parmaklarını geçmezdi. Nitekim, 1970’li-80’li yıllarda İstanbul’da İslamî ortamlarda bulunmuş neredeyse herkesin kendisini Recep Tayyip Erdoğan’ın arkadaşı olarak tanıtması bunun açık bir kanıtıdır. Zira koca İstanbul’da bile kendisini o günlerde “Müslüman Gençlik”ten tarif edenler birbirlerini yakından tanıyacak sayıda idiler.

Bugün ilçeler bir yana her mahallede onlarca şuurlu genç grubu vardır. Kendi koşullarında buluşup dünyalarını inşa etmeye çalışıyorlar.

Buna karşılık, geçmişin Türkiye’sinde her mahallenin bir veya birkaç solcu grubu vardı. Oysa bugünün Türkiye’sinde özel bir sosyolojiye sahip bazı noktalar dışında her şehrin solcuları küçük bir “elit”tirler; pek çok yerde ise birbirlerini tanımayacak kadar da yabancılaşmışlardır. Öyleyse ortada bizi gençliğin umutsuz vaka olduğu kanaatine götürecek bir tablo yok. Oysa gençliğin geleceği ile ilgili karamsarlık da her an yanı başımızda.

Gençlikle İlgili Karamsarlığı Kim Yayıyor?

Gençlikle ilgili karamsarlığı yayanların bir kısmı gençlik hakkında gerçekten kaygılı olanlar ve bu kaygılarına karşılık bulamayanlardır. Diğer bir kısmı ise dindarlaşma programlarına rağmen gençliğin dine ilgi duymadığı iddiasındaki dış güçlerle de bağlantılı çevrelerdir. Biri iyi niyetle var olmuş, diğeri tamamen umutsuzluk aşılamak üzere üretilmiş bu iki söylem buluştuğunda hepimizi sarsan o derin karamsarlık ile yüz yüze kalıyoruz.  

Değişimi Fark Edebilmek

Türkiye’de henüz Osmanlı’nın son yıllarında nefsani arzuları coşturan sanatsal ürünlerle desteklenmiş bir inançsızlık (ateizm) dalgası oluşturuldu.

  1. yüzyılın başlarında dünyadaki inançsızlık dalgası ile de uyumlu bir şekilde üzerimize gelen bu dalga, özellikle 1940’lı yıllarda hem nefsani arzuları coşturan hem sosyal kaygılarla da desteklenen bir projeye dönüştü.

Türkiye’nin sol yazarları ne Nazım Hikmet gibi şairler ne Kemal Tahir gibi romancılar salt bir fikir adamı oldular. Okuyucu kitlelerini şiir ve romanlarının arasına serpiştirdikleri cinsel ifadelerle kendilerine bağladılar, bunun yanında o kitlelerin sosyal tabakalaşma yönündeki farkındalıklarını harekete geçirdiler. Ama onların kulvarına giren genç, nihayetinde inançsızlığa yönelirdi. Daha açık bir ifadeyle bu yazarlar, cinsel ifadeler ve yoksulluk eleştirisiyle gençleri avlar ama inançsızlık dünyasına hapsederlerdi.

Bu solcu sanatçılar, yaptıklarından dolayı hapislere atılsalar da onların inançsızlık yönündeki söylemleri resmi eğitim kurumları tarafından güçlü bir şekilde desteklenirdi. Onlar, gençleri geleneksel dünyadan koparıp kendi dünyalarında işlemek için onlara Darwin teorisini öğretirken okullarda biyoloji öğretmenleri de Darwin’i sözde “çağdaş eğitim” adına dikte ederlerdi. Diğer dersler açısından da durum farklı değildi. Rakip görünseler de aslında birbirini destekleyen bu informal (gayriresmi) ve formal (resmi) iki yapı, gençliği aldatma ve baskıyla inançsızlığa iterdi. Hatta bu tezgaha bir de Türk ve Kürt ulusalcılığı da katılmıştı; gençler iyi bir ulusalcı olma adına kendilerini zoraki bir inançsızlık dünyasında bulurlardı.

Devrin dindar fikir adamları ve toplumu bu baskıya, dezavantajlı olsa da karşı koyuyordu. Elinde çok sayıda İslamî eser yoktu. Şule Yüksel Şenler gibi neredeyse siyasetsiz bir dindarlığı anlatanlar dahi 163’ten yargılanıyor, hapislere atılıyordu. Üstelik, onların bir kısmı aynı zamanda basında olmadık iftiralara maruz kalıyordu. Buna rağmen, dindar kesim, inançsızlık furyasını durdurabildi. O güçlü dalgayı büyük bir zaferle kırıp herkesin “Ben de inanıyorum aslında!” dediği bir ortam hasıl ettirdi.   

Ne var ki biz 1990’lı yılların sonlarından itibaren dünya ile de uyumlu olarak yeni bir sürece geçtik. Geçmişin inançsızlıkla toplumları gelenek ve özlerinden koparan Marksist ideoloji, yerini herkesi nefsani arzuları coşturup tatminsizliğe iterek, sürekli bir ihtiyaç psikolojisiyle tüketerek itaat altına almayı tasarlayan ve bunu bir strateji hâline getiren liberalizme bıraktı.

Biz, Marksist süreçte daha çok yanlış bir akılla karşı karşıyaydık. Halbuki liberal süreçte doğrudan coşturularak denetim dışına çıkarılan nefsani arzularla karşı karşıyayız.

Müslüman aklı, Marksist akla karşı pek de zorlanmadı, Marksist aklı gayet kolay alt etti. Ne var ki biz liberalizmin arzuculuğuna karşı da yine salt akılla mücadele etmeye çalışıyoruz. Bu da neticeler konusunda sorunlara yol açıyor. Bir değişim söz konusu ise o değişimin fark edilmesi ve ona uygun önlemlerin alınması gerekir.

Oysa liberal zevkperizm bütün olanakları ile gençliğin üzerine gelirken ona karşı akılla dahi tam bir mücadele verdiğimiz söylenemez. Gazzâlî’nin “azimde kararlılık” diye bir ifadesi vardır. Gazzâlî, azmi bir işe yeltenmek olarak ifade ederken azimde kararlılığı, o işe her gün, ilk gün başlandığı gibi başlamak olarak ifade eder. Dolayısıyla sürekli bir ihya, bir yenilenmeyi önerir.  

Gençliğe dönük elimizdeki malzeme epey eskidi. Hâlâ Ali Fuat Başgil’in “Gençlerle Başbaşa” kitabını  bir klasik gibi gençlerin eline tutuşturuyoruz. Klasik kitaplar olamaz mı, olabilir. Ama Başgil’in söz konusu kitabı ancak kitapsızlıktan bugünün gencinin eline ilk kitap diye tutuşturulabilir. Bugün Emine Şenlikoğlu’nun “Gençliğin İmanını Sorularla Çaldılar” ayarında bir kitap dahi yazılmıyor. Yazılan kitaplarda da o kitaptaki coşku ve ikna gücü yakalanamıyor.  

Anlatımdaki Sorun Ne?

Her şeyden önce gençliğe hitapta yaygın bir hakim toplum söylemi görülüyor. Yıllar yılı iktidar olmanın getirdiği bu “erken” hakim toplum söylemi, ikna için söylem geliştirme gayretimizi zayıflatıyor. Post-modern bir dünyada yaşadığımız hâlde, geleneksel bir toplumun diliyle gençlerden sadece iyi olmalarını bekliyoruz, onları iyiliğe ikna etmek için onlara yalvarmayı adeta kendimize yakıştırmıyoruz. Hataları karşısında ise onları yine hakim toplum diliyle sertçe eleştiriyoruz. Oysa İslam Peygamberinin Medine’de Müslüman gençleri İslam’ın hizmetine alma çabası, Mekke’deki müşrik gençleri Müslümanlaştırma çabasından çok farklı değildir. Her iki devirde de diline ikna çabası hakimdir.

Bu hakim dil meselesi, bizim güçlü edebi eserler üretmemizi engellediği gibi ikna edici müzik eserleri üretmemizi de engelliyor.

 

İkinci bir husus olarak gençliğin yetişmesini kurumlara devretmeyle karşı karşıyayız. İktidarın niteliğine bakarak eğitim kurumlarının gençleri bir atölye gibi ölçüler içinde işleyip önümüze koymasını bekliyoruz.

Bu hem gençlere haksızlıktır hem eğitim kurumlarına… Gençler, bu kadar sağlam eğitim kurumları ile karşı karşıya değiller. Eğitim kurumları sağlam bile olsa belli sayıda kişiyi bu nitelikte yetiştirir ama asla herkesin eğitim kurumlarına kaydolduğu bir çağda her bireyi o niteliğe taşıyamaz.

Kaldı ki iktidar değişikliğine rağmen eğitim kurumlarında ne kadrolar ne eğitim müfredatı tasfiye edilmiştir. Kadrolar, sadece dindar eğitimcilerin artmasıyla renklenmiştir, müfredat ise yerinde duruyor. Sistem, bütün olarak ele alındığında ise eğitim kurumları her şeyden önce “çağdaş olmayı” hedefliyor, dolayısıyla “çağdaş bir insan” tipi üretiyor.

Eğitim sisteminin, devlet nizamı ve dünya nizamının bütün unsurları ile desteklenen bu çağdaş insan yetiştirme hedefine karşı “inanmış ve inancının gereğini yaşayan bir insan” yetiştirme neticesini, tek başına İmam Hatip Liseleri, okul müdürleri ya da salt Siyer ve Kur’an-ı Kerim derslerinden beklemek rasyonel değildir, akıl ötesi bir beklentidir. Bu unsurlar, bazı farklı bireyleri yetiştirebilir ama onların uyum içinde çalışan yerel ve uluslar arası liberal yapıyla tek başlarına baş etmesini beklemek hayaldir.

Bu unsurlar bütün gençliği ıslah etmiyor diye, gençliğin artık dine ilgi duymadığını ( ve duymayacağını) öne sürmek ise büyük bir isabetsizliktir, haksızlıktır, dine zulümdür, gençliğe zulümdür.

Bu arada özel okulları da anmak gerekir. Liberal politikalarla artan özel okulların önemli bir kısmı kelimenin tam anlamıyla bir zevk-gençlik oluşturuyor. Bu okullarda dini her tür söylem, tamamen geçiştiriliyor, tam anlamıyla laik değil, din karşıtı bir eğitim veriliyor. Oralarda yetişen gençler, ekonomik imkânları ile uyumlu olarak da anahtar konumlara geliyorlar. 

Üçüncü bir unsur olarak ise, bizim geleneksel toplumumuzda zikir vardı, fikir ise sorunluydu. İslamî çevrelerden beklenen, zikre fikir katmaktı. Oysa zikir bırakıldı, salt fikre hitap edildi.

Marksizme fikirle karşı koymak mümkündü. Fikirle liberal ahlaksızlığa karşı durmak ise mümkün değil. Liberal zevkperizme karşı fikrin yanında zikir ve zühde de ihtiyaç vardır. Bazen denir ya: Şimdi konuşma zamanı değil, yaşama zamanı. Liberal süreç tam da bunu gerektiriyor.

Oysa varlık nedenleri zühd olan tarikatlarımız dahi, kendilerini dindar insanın karnının yeni doymaya başladığı bir dünyada dünya nimetlerinden yararlanma safhasında görüyorlar. Lüks mekanlarda toplanmayı, pahalı araçlara sahip olmayı güç ve başarılarının birer simgesi olarak benimsiyorlar.

Böyle bir ortamda gençler, kedilerine dindarlaşırsanız dünyadan çok şey kaçırırsınız diyen liberal “rahipler” konumundaki fenomenlere kanıyorlar. Zira gençler, hepimizi nihayetinde açık veya gizli bir zevkperizm yarışında görüyorlar.  

Ne Yapılmalı?

Her şeyden önce, İslam’ın anlatılmasında sünnete aykırı olan hakim toplum anlatımı derhal terk edilmelidir. Eğitim kurumları açısından da gerçekliğimizin farkına vararak hakim toplum psikolojisinden çıkmalıyız. Gençleri bastırarak yönlendirme dilinden ikna diline dönmeli; gençlerin imanını eğitim kurumlarına teslim etme kolaycılığından vazgeçmeli, bu yönde vazife yüklenmeliyiz.  

Bu hakim toplum psikolojisini terk ediş, bizde çok yönlü bir değişim getirecektir, diye inanıyorum. Buna bir de zühd ortamı katılmalıdır. Zira mü’min için zenginlik, zühdle beraber değilse imkân değil, felakete götüren araçtır.