• DOLAR 34.626
  • EURO 36.376
  • ALTIN 2920.711
  • ...
1960`lı yıllarda Maraş`ın Alevi köylerine komşu, camili dağ köylerinde halka nasihat etme vazifesi bir Alevi dedesine düşüyordu. Köylerde ne fahri ne de kadrolu imam vardı. “Ramazan imamı” düzeyinde biri bulunsa birkaç kişilik cemaatin önünde namaz kılar. Ama aile içi sorunlar gibi, etkili nasihata ihtiyaç duyulan durumlarda çevre köylerden bir Alevi dedesi gelir, bildiği üzere nasihat ederdi. (1) Bu durum, Malatya yöresinden bir tasavvuf ehli, yöreye ulaşıncaya kadar böyle devam etti.

1980`li yılların başında Ege ve Akdeniz`in sarp dağlarında, şehre indiği günler dışında ezanı hiç duymamış köylüler vardı. Anadolu bin yıldır İslam yurdu olmasına rağmen, değişik nedenlerle o dağlara sığınmış kimi köylerde bazı toplum bilimcilerin tespitiyle “yarı Şaman” bir hayat yaşanıyordu. Gezgin Alevi abdalları dışında din adına oralara ulaşan kimse yoktu. Güvenilir kaynaklardan yüz yüze edindiğim bilgilere göre, düğünlerde kadınların dahi içki içmesi gelenekti; domuz yetiştiriciliği yapılmasa da yaban domuzu yeniliyordu. Köylerde cami yoktu, hatta Kur`an-ı Kerim bile yoktu.
Aynı yıllarda Doğu`nun kimi mezralarından nikahı kıyılsın diye Seyda huzuruna getirilen kimi gençlerin durumu nikahı kıyacak Seydayı hayrete düşürüyordu. Seyda nikahtan önce yöredeki yaygın usül gereği gence “Buyurun, söylediklerimi tekrarlayarak (Kelime-i) Şehadet getir, günahlarından tövbe et; ardından huzurumuzda beş vakit kaza namazı kıl ve bundan sonra namazlarını kılacağına dair söz ver.” diyordu. Ancak genç, Seydayı takip edebilecek kadar bile düzgün bir şekilde (Kelime-i) Şehadet getirmeyi bilmiyordu.

Bu istisnadır, denebilir. Ancak mezra köylerinin çoğu namaz kılmayı bilmiyordu; bir Müslüman için gerekli en temel bilgilerden habersizdi. (2)

Neden? Çünkü,

Hocalar, halkın sağladığı gelirle geçiniyordu.

Mezraların önemli bir bölümünün geliri bir hocayı köyde tutacak kadar geçindirmeye yetmiyordu.

Birbirine yakın mezralar, husumet ve haset yüzünden, birkaç mezraya öncülük edecek bir hoca bulmakta anlaşamıyordu. O mezralarda bir “Ramazan imamı” bile yoktu.

Hoca sayısı azdı; hocalar, geliri az yolu sarp, anlaşmazlığı çok köylere gitmek istemiyordu

Kimi büyük köylerde bile köy halkı anlaşamadığından ve aralarındaki husumeti hocaya yansıttıklarından köy hocasız kalıyordu. Köydeki huzursuzluktan rahatsız olan hocalar, köyü terk ediyor, bu yüzden köyde istikrarlı bir hizmet sağlanamıyordu.

90`lı yıllardaki büyük göçün ardından Doğu`dan gelenlerin kurduğu derme çatma gecekondu semtlerinin çoğunda (Sivil Toplum bulunmadığı için) cami yapılamıyordu. O semtlerin sakinleri, artık bir “Ramazan imamı” ile dahi karşılaşamıyordu.
“Bugün Maraş köylerinde de Ege-Akdeniz`in dağ doruklarında da, Mardin`in en ücra mezralarında da, göçle oluşan kenar semtlerde de Diyanet kadrosundan imamlar görev yapmaktadır. Her taarfta küçüklü büyüklü camiler yapılmış; onlarda beş vakit ezan okunuyor, çocuklara Kur`an-ı Kerim dersi veriliyor.

Tam bu süreçte yeni Anayasa çalışmaları devam ederken Diyanet`in varlığı bir sorun olarak yansıtılıyor; “Diyanet ortadan kaldırılsın” isteği farklı kesimlerce açıkça ifade ediliyor.

DİYANET`İN KURULUŞ AMACI FARKLIYDI
Hilafet`in kaldırılmasından sonra kurulan Diyanet`in kuruluş amacı, bin yıldır hoca görmeyen Anadolu köylerine imam göndermek; oralarda İslamî bir hizmet tesis etmek değildi elbette. Camileri kapatanların bu amaçta olmaları düşünülemez.
Diyanet`in kuruluş amacı, bütün araştırmacılarca Fransız İhtilali sonrasındaki Fransız devletinin dinle ilişkisi üzerine bina edilir:

Fransız İhtilali`ni yapan güçler, önce bütün kiliseleri kapattılar. Ancak hemen ardından Katolik din adamlarının kendilerine karşı örgütleneceği kaygısına düşüp “devlete bağlı” bir kilise teşkilatı oluşturdular.

O kilisenin görevi

1.” Din yok ediliyor” propagandasına son vermek

2. Dindar kitleleri yeni devletin denetimine almak

3. Yeni devletin uygulamalarının din düşmanlığı anlamına gelmediğini, lâikliğin ve diğer devrimlerin Fransa için gerekli olduğuna kitleleri ikna etmekti.

Bu, eski kilisenin rolüne tam ters bir roldü. Eski kilisede devlet, Katolik dini için vardı. Yeni kilisede ise “Kilise, Fransız İhtilâli`nin bekası için vardı.”

Kuruluş aşmasında dar bir kadroyla kurulan Diyanet`e devrimlere hizmet görevi yüklenildi. Diyanet, dini hizmetleri yerine getirme değil, bu hizmetleri kontrol altına alma işini üstlendi.

Diyanet, bu kuruluş amacı çerçevesinde,

Dine milli bir kimlik giydirme, dini bir kültür unsuru olarak tanıtma, dini “geleneklerimiz” düzeyine indirme görevi yaptı.
Şapka İhtilalinden sonra, İskilipli Atıf  Hocalar şehid edilirken Diyanet kimi iddialara göre “Şapka takmak cihaddır” propagandasında bile bulundu.

1930`lu yıllarda ezan yerine konan “Türkçe seslendirmeyi” reddeden müezzinlere ceza yağdırdı.

1960 İhtilalinden sonra sistemin sosyal bir zemin kazanmak için geliştirdiği proje çerçevesinde İslamî kimlikte “Erzurumlulaştırma” sürecinin içinde aktif olarak görev aldı. Bu süreç, 1960 İhtilali ile aynı mantığın ürünü olan 28 Şubat döneminde yeniden canlandırıldı.

“Erzurum Türk`ü dindarlığında samimidir. Bu samimi dindarlık onda karakter haline gelmiş. Ancak Erzurum yöresi, uzun dönem dışarıda Rus ve Acem (İran Şahlar dönemi) işgali; içeride Ermeni iddiaları tehdidi yaşamıştır.

Erzurum`un dindar halkının varlığını, İslamî kimliğini ya da mezhebî kimliğini tehlikeye düşüren bu tehditler, Erzurum Türk`ünü devleti her şeyin önünde gören bir anlayışa taşımış. Bu anlayış söz konusu olan din bile olsa devletin uygulamalarına karşı “esnek olmayı”, onun karşısında durmaktansa “ona itaat ederek onu geçiştirmeyi” seçiyor. Anadolu`daki yaygın söyleyişle “vaziyeti idare etmeyi” tercih ediyor.

60 İhtilali`ni yapanlar, bu “itaatkâr” anlayışı, (1950 öncesi tecrübesiyle dinin yok edinemeyeceği gerçeği karşısında) “katlanilabilir bir din anlayışı olarak gördüler; “Onaylanan dindarlık” kapsamı içinde devletin resmî anlayışı hâline getirmeye çalıştılar. Bu anlayış, sonraki iktidarlar tarafından da kabul gördü ve teşvik edildi.

Diyanet, 28 Şubat`tan sonra Bingöl`de, Batman`da, Diyarbakır`da en salih hocalarını, birileri emrediyor diye “Akidesi bozuk” gibi ağır bir ithamla görevden uzaklaştırdı. Yakın dönemde de Sol örgütlerden, sokaklardan kurtarılan Müslüman gençlerin evlerine gidip onları İslamî hizmetlerden uzaklaştırmak üzere kurulan özel  komisyonlara personel verdi.

DİYANET İÇ DİRENİŞ YAŞADI
Türkiye`de modernizme karşı üç direniş tipi öne çıktı: 1.Şeyh Said ve arkadaşlarının direniş tarzı 2.Üstad Bediüzzaman`ın sürgün hayatı sonrasında izlediği direniş tarzı 3.Elmalılı Hamdi Yazır`ın tefsirinde yaptığı gibi doğruları belli bir ortamda ifade etmekle yetinen direniş tarzı.

“Diyanet, bu direnişlerin hangisi içinde yer aldı?” sorusu anlamsızdır. Ancak Diyanet`in içinde bir direnişin geliştiğinden kuşku yok.

Diyanet`te görev alan salih insanlar, 1950`li yıllardan itibaren Diyanet`in kuruluş amacına karşı bir direniş geliştirdiler; bu kuruluşun imkânlarından dine hizmet için yararlandılar. onların bereketli “hizmeti, Anadolu`nun yeni bir sürece girmesinde çok önemli bir paya sahiptir.”

DİYANET SİSTEMDEN BAĞIMSIZLAŞMALI

Sorun ne? Diyanet`in varlığı mı? Yoksa uygulamalarında ilahi hükümleri esas alması gerekirken, ilahi hükümlere dayanmamayı ilke edinen bir yapının ilkelerini esas alması mıdır?

Bu kurumlar çağında günlük dini hizmetlerin bir kurum tarafından yürütülmesi bir sorun mudur, yoksa bir gereklilik midir? Kurumlaşma olmazsa şehir merkezlerinden ücra dağ doruklarına temel dini hizmetler nasıl götürülecek? Bu soru cevaplanırken Osmanlı günlerinde de temel dini hizmetlerin ücra yerlere ulaşmadığını bilmekte yarar yok mudur? Söz konusu İw slamî hizmetler olunca pek çok kurumun kuruluş amacına tam zıt yönde yol aldığı bir gerçek değil midir?
Türkiye`de MTTB (Milli Türk Talebeler Birliği) zamanla, kuruluşuna tam zıt yönde yol almadı mı? Bu durumda her kuruluşun varlığını, sadece kuruluş amacıyla değerlendirmek doğru mudur?

Diyanet`i kimler istemiyor?

Dinle ilgili en küçük bir işarete bile tahammül edemeyenler

Diyanet`in kuruluş amacından uzaklaşarak İslamî uyanışa hizmet ettiğini düşünenler

İslamî bir fikriyatta olsa da camiye gidip gelmeyenler, dolayısıyla bu konudaki toplum gerçeğinden habersiz olanlar

Sivil Toplumun, Diyanet`in işgal ettiği hizmetleri yürütebileceğini düşünenler.

Diyanetin son hâlinin uluslararası güçlere hizmet etmeyecek bir yapıda olduğunu düşünen bazı bağımlı liberaller ve onlarla birlikte hareket eden kimi yapılar: Bu yapıları denetleyen uluslararası güç, Diyanet`i kadro açısından topluma fazla açık buluyor. Onun yerine daha “kapalı devre”, kendi denetimlerinin daha çok geçtiği sözde sivil yapılar istiyor. İmam Hatip Liseleri meselesinde de aynı tutum dikkat çekmektedir. (İmam Hatipleri istemeyenler; din eğitimini kendi denetimlerine almak isteyen bu yapılardı.)

Dar katılımlı bir konferansta bizzat Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez Hoca`dan dinledim: Bir zamanlar merhum Nurettin Topçu`yu müftülere konferans için çağırmışlar. Topçu müftülere, “Siz, bu ülkenin hatta dünyanın en cesur insanlarısınız” deyince uzun uzun alkışlanmış. Ancak Topçu devam etmiş; “Çünkü, çünkü, çünkü siz Allah`ın dinini satıyorsunuz. Allah`ın dinini satmaya cüret edenden daha cesur kim olabilir?” Bunu duyan müftüler buz kesilmiş.
Diyanet, uzun bir dönem, Topçu gibi ılımlı muhafazakâr sınıfında olan bir aydının bile bu en sert tepkisine konu olacak kadar islamî çevrelerin tepkisini çekti.

İrdelenmesi gereken Diyanet`in varlığı veya yokluğu değil, Diyanet`in bu tepkinin sebeplerini ortadan kaldıracak özerk bir yapıya bu da yetmez, sistemden bağımsız bir yapıya, nasıl kavuşturulacağıdır.

Notlar:
Tokat yöresi Kürtlerinin Alevi değilken bu şekilde zamanla Alevileştiği iddia edilmektedir.
Hatta kimi mezralarda askere gidinceye kadar sünnet olmama hali bile yaygınlaşmıştı.
Her iki dönemde de Diyanet`in başına Erzurum`dan atama yapılmıştır.