Suudi Arabistan’da Rejim Değişikliği
Suudi Arabistan, henüz bir iki hafta önce, bilinen şahsiyetlerden Dr. Aid el-Karnî’nin başına gelenlerle İslam dünyasının gündemindeydi.
Aid el-Karnî, ekranlar önünde, Suudi yönetiminden özür dilemekle kalmıyor, aynı zamanda kendilerinin SAHVE hareketi olarak geçmişte hata yaptığını, Muhammed b. Selman’nın önerdiği yolun vasat İslam’la daha uyumlu olduğunu ifade ediyordu.
Bu rencide edici hâli, Selman el-Avde, Avad el-Karnî ve Ali el-Ömerî adlarındaki üç vaiz alimin idam edileceği haberi izledi.
Suudi Arabistan’da ne yaşanıyor?
Suudi Arabistan, bugüne kadar pek çok değişim geçirdi. Fakat Suudi’nin 2017’den bu yana geçirdiği değişim, büyük farklılıklar arz ediyor.
Suudi Arabistan’ın kuruluşu, Vehhabiliğin kurucusu Muhammed b. Abdülvehhâb ile Necd Çölü emiri Muhammed İbn Suud arasında gerçekleşen 1744’teki Dirʿiye İttifakı’na dayanır.
İbn Abdülvehhâb, bu ittifakta İbn Suud’u destekleme sözü verirken aynı zamanda ona Müslümanların topraklarında “fetih yapma” yetkisi de verir. Böylece günahı kutsallaştırır; İbn Suud’a o güne kadar kabilecilik zihniyetiyle icra ettiği yağma ve öldürme vakalarını takdis etme şansı tanır. İbn Abdülvehhab’ın fetvası İbn Suud’u kendince günahtan kurtardığı gibi, günahını sevap olarak görmesine de imkân verir ki Suud rejimi o günden bugüne bu esas üzerine işler.
İbn Suud, bu zihniyet içinde diğer kabileler ve Osmanlı’ya karşı savaşmayı, müşriklere karşı savaş gibi görür, kabile gençlerini “Allah yolunda cihad” adı altında diğer kabileler ve Osmanlı’ya karşı motive eder. Ama aynı İbn Suud, İngilizlerle işbirliği yapmayı ehl-i kitapla sulh içinde olma maskesiyle örter.
Dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir Müslüman, emperyalist güçlere karşı olmakla övünür. Yakın dönem tarih kitaplarımız da bu mahiyetteki kahramanlık sayfaları ile doludur. Ama Suudi’deki milli tarih kitapları, her bir emirin İngilizlerle kurduğu ilişkiyi iftiharla aktarır, İngilizlerle kurulan ilişkiyi bir diplomasi mahareti olarak verir. Bu konuda Emin Said’in Tarihu’d-Devleti’s-Suudiyye adlı üç ciltlik Suudi milli tarihi hayret verici bir örneklik teşkil eder.
Bu bağlamda Suudi’de yaşananlar, hiçbir zaman Anglo Sakson dünyada yaşananlardan bağımsız değildir. Çünkü Hicaz’ı kapsaması dolayısıyla ifade etmek bizi mutsuz etse de Suudi, hiçbir zaman Anglo Sakson dünyadan bağımsız bir ülke olmadı. Suudi, kendini hep o dünyanın bir parçası olarak gördü, iç ve dış siyasetini o dünyanın stratejileri doğrultusunda belirledi.
Bu tespitte bulunduktan sonra, Suudi’nin bizi sürüklediği gündemi anlayabilmek için İbn Suud ailesinin İslamî hareketlerle ilişkisine göz atmamızda fayda vardır:
Suudi Arabistan’ın İslamî hareketlerle ilişkisi ana hatları ile üç döneme ayrılabilir: İzleme dönemi, olumlu görünen olumsuz müdahale dönemi ve açık olumsuz müdahale dönemi. Biz, bu dönemleri, duyarsızlık görünümlü takip dönemi, suiistimal ve ihanet dönemi ve açık düşmanlık dönemi diye de ifade edebiliriz.
Suudi, İngilizlerin genel siyaseti doğrultusunda II. Dünya Savaşı yıllarına kadar, İslam dünyasındaki İslamî hareketleri genel manada izlemekle yetindi.
İhvan-ı Müslimin önderi, İmam Hasan el-Benna 1936’da Hac vecibesini yerine getirmek için Suudi’ye gittiğinde, ülkenin kurucusu Kral Abdülaziz onunla görüşmekte bir sakınca görmedi. Ama İbn Suud, İmam el-Benna’nın Suudi'de İhvan şubesi kurma önerisini “Hepimiz İhvan-ı Müsliminiz” diyerek nazikçe reddetti. Suudi kraliyeti, ondan sonra da hiçbir zaman İhvan’ın bir teşkilat olarak Suudi’de faaliyet göstermesine izin vermedi. Üstelik o dönemde başbakan, sonrasının kralı Faysal’ıydı.
- Dünya Savaşı’ndan sonra Anglo Sakson dünya, komünizm tehdidiyle yüz yüze kaldı. Aynı dönemde Suudi Arabistan’da Mısır, Suriye ve Irak’ta örgütlenen, Fransız sosyalizmi olarak niteleyebileceğimiz ulusalcı sosyalizm tehdidini hissetti ve bu dönemde Suudi yönetimine üç vazife düştü:
- Anglo Sakson dünya ile uyum içinde komünizmle mücadele
- Arapları Cemal Abdünnasır ve BAAS’çıların öncülük ettiği ulusalcı sosyalizmden koruma
- İflası muhtemel ulusalcı sosyalizme karşı, zaferi kesin görünen İslamî hareketleri kontrol altına alma ve hedefinden saptırma
Faysal, bu doğrultuda henüz kral olmadan, ilk adımda Mısır, Suriye ve Irak’tan kaçan İhvan-ı Müslimin’e yakın İslam alimlerini Suudi’ye kabul etti. İkinci adım olarak 1962’de Râbıtatü’l-Âlemi’l-İslâmî (Dünya İslam Birliği) teşkilatını kurarak o alimleri kontrol altına alacak ve Suudi’nin siyaseti doğrultusunda yönlendirecek mekanizmayı oluşturdu.
Faysal, üçüncü adımı ise 1964’te kral olduktan sonra attı; Suudi’de İhvan-ı Müslimin fikriyatı ile Vehhabiliği buluşturan yeni bir zemin oluşturdu ki bu, İhvan-ı Müslimin’e tarihi boyunca vurulmuş en ağır darbe girişimidir.
Cemal Abdunnasır, İhvan mensuplarının sadece bedenlerini ortadan kaldırıyordu; Faysal’ın Suudi’de kurduğu mekanizma ise İhvan’ın fikriyatını imha etmeyi hedefliyordu.
Suudi’nin bu olumlu görünen, hakikatte olumsuz müdahalesi, açık sözlülükle ifade edecek olursak ihaneti, saptırma operasyonu, Faysal’dan sonra 1979’daki Cuheyman el-Uteybî önderliğindeki Kâbe baskını ile daha ileri bir safhaya taşındı.
Suudi, kendince el-Uteybî türü radikallere karşı İhvan’dan daha radikal ama Suudi yönetimine karşı itaatkâr bir hareket tipi projesi geliştirdi.
Kral Fahd’ın öncülük ettiği bu proje ile Suudi’de SAHVE ve Sürurî hareketleri olmak üzere iki hareket özellikle eğitim kurumlarında güç kazandı. Her ikisi de İhvan-ı Müslimin kökenliydi. Her ikisi de Vehhabilikle İhvan fikriyatını buluşturuyor, İmam el-Benna’nın tasavvuf yönüne karşı İbn Teymiye’yi öne çıkarıyorlardı. Neticede bunlar, Hanbelî, İbn Teymiye fırkasından ve aslında Vehhabî, dolayısıyla Suudi’ye ait olan; kökeni İhvan ama aslında İhvan olmayan hareketlerdi.
Burada emperyalist güçlerin kazancı nedir? diye sorabilirsiniz. İslam aleminin tamamını etkileyen İhvan-ı Müslimin fikriyatını saptırmaktan büyük kazanç mı olur?
Sovyetler tamamen yıkılıp komünizm tehlikesi bertaraf olduktan sora ise Suudi yönetimi bir kez daha Anglo Sakson dünya ile uyum içinde yeni bir adım atarak ihanetini bir adım daha ileri götürdü:
Suudi yönetimi CIA prensi de denen İç İşleri Bakanı Naif öncülüğünde sözde terör enstitüleri kurdu. Naif, İslamî fikriyatı daha da saptırmak, neticede İslam dünyasının “küresel laik dünya”nın bir parçası hâline getirmek için pazar yerlerine bomba koymayı, mezhebinden olmayanı bıçaklamayı cihad zanneden sözde “vatansız mücahit” tipin üretilmesinde rol aldı.
Bu da İslam tarihi boyunca İslam’a yönelik en büyük ihanet adımlarından biridir.
Suudi yönetimi böylece olumlu görünen bu olumsuz müdahalenin tepe noktasına çıktı. Suudi sonra, 2005’te başlayan Kral Abdullah dönemiyle birlikte yine Anglo Sakson dünya ile uyum içinde Medeniyetler Çatışması tezi ve onun pratiği Bush Teorisi doğrultusunda İslamî hareketlere karşı açık bir düşmanlık devresine geçti. Suudi, bu süreçte Anglo Sakson dünyanın talepleri doğrultusunda, kendi ülkesi dışında, İslam dünyasındaki zoraki sekülerizmin (laikliğin) hamisi kesildi.
Kral Abdullah, 2011’deki sözde Arap Baharı’nda açıkça Hüsnü Mübarek, Zeynelabidin bin Ali, Ali Abdullah Salih gibi eski ulusalcı sosyalist İslam düşmanlarının yanında yer aldı. Obama’yı da Müslümanlara onlarca yıldır işkence eden o despotlara saygı duymaya çağırdı. Abdullah, sonra İhvan-ı Müslimin iktidarının devrilmesine öncülük etti, 2014’te ise İhvan-ı Müslimin’i terör örgütleri listesine aldı.
Abdullah’ın ölümüyle 2015’te kral olan Selman, bu süreci değiştirme işaretleri verdi ama 2017’de tam zıt yönde bir tavırla, oğlu Selman’ı veliahtlığa tayin ederek Suudi’de radikal bir değişim gerçekleştirdi:
Herkes, bu radikal değişimin sadece kraliyetin, oğlu Selman’la kendi alt soyuna geçmesinden ibaret olduğunu zannediyordu. Oysa Suudi’de yaşanan, gerçek anlamda bir rejim değişikliğidir.
Muhammed b. Selman, 2030 Vizyonu belgesi ile bu rejim değişikliğini daha çok ekonomik temeller üzerine oturtur göründü, arkasından yolsuzluk iddiasıyla büyük iş adamlarını ve prensleri hapse atarak kendince bir temiz dönem başlattı. Ama aslında o perde altında artık herhangi bir İslamî camiaya değil, bizzat İslam’a karşı savaş başlattı.
Suudi basını başta Şarku’l Avsat ve Sahifetü’l-Mekke olmak üzere bugünlerde bu rejim değişikliğini anlatan sayfalarla dolup taşıyor. Bizdeki 28 Şubat kalemlerini andıran köşe yazarları, Suudi’nin artık İslamiliği geride bıraktığını ve yeni Suudi’nin “milliyetçi (vatanî) ve uygar (medeni)” olduğunu açıkça ilan ediyorlar, ulusal sağ olarak ifade edilebilecek yeni rejimin esaslarını, kendilerince liberalleşme çerçevesinde açıklıyorlar, herkesi bu yeni rejime tabi olmaya çağırıyorlar. Bu yeni rejim için en büyük tehdit olarak gördükleri İhvan-ı Müslimin’e her tür iftirayı atıyorlar, Suudi’nin geçmişindeki bütün günahları SAHVE hareketine yüklüyorlar ve o hareketin mensuplarının her tür cezayı hakkettiğini söylüyorlar.
Suudi’deki bu değişime bir kısım alim, henüz Abdullah döneminde, Vehhabilikle bağını pek de koparmadan Karadavî liderliğinde Katar’a hicret ederek tepki gösterdi. Onlar İhvan’a en yakın alimlerdi. Suudi’deki zeminin özgünlüğü gerekçesiyle İhvan’la daha mesafeli olan SAHVE mensupları ise Suudi’de kalıp eleştirilerini sürdürmeyi tercih ettiler.
Ne var ki Bin Selman yönetimi, İslamî hareketlere karşı tutumlarında bir zamanların Cemal Abdünnasır, bugünün es-Sisî ve Bangladeş’te el-Hasine yönetimlerine denk geliyor. Bin Selman, rejime mutlak itaat etmeyen bütün alimleri gözünü kırpmadan işkenceye tabi tutuyor ve idamla yüz yüze bırakıyor.
Suudi’de yakın bir zamana kadar vaazları Ka’be ve Mescid-i Nebevî’de yankılanan âlimlerden, Abdünnasır’ın Seyyid Kutup’tan istediği özür gibi özür isteniyor. Onurlu âlimler bunu reddettikleri için, tekli hücrelerde elleri ve ayakları zincirlere vurulmuş hâlde tutuluyor. Ramazan günlerinde dahi kapaklarını ancak dişleri ile açabildikleri kumanyalar dışında gıda almalarına müsaade edilmiyor, kendileri ve aileleri sürekli bir şekilde idamla tehdit ediliyor.
Suudi, bir tür Guantanamo’sunu kurmuş; ABD’nin İslam karşıtı siyasetinin tek bir ayrıntısını kaçırmadan harf harf İslam dünyasına taşıyor.