Ilim Havzamiz-Ramazan Imamliği Ve Diyanet -I
Bir toplum düşünün, kadınları bile Hadis alimesi olmuş; ünlü fakihlere icazet vermiş. İşte o toplumun evlatları bir dönem “Ramazan imamı” bulduklarına şükrediyordu. Bugün o dönem de geride kaldı, bu hizmetler Diyanet`e kaldı
İlim kurumları alanındaki durumumuz, dilenerek geçinmek durumunda kalan birine, dedelerinin altın dolu kasalarından söz etmek gibidir. Bu alanda geçmişte çıktığımız yerle bugün bulunduğumuz yer arasındaki mesafe o kadar büyük ki bugünün insanını yaşadığımız sürece inandırmak kolay değil.
İnsan bir noktadan uzaklaştıkça o noktayı küçük görüyor, hatta o noktanın varlığından bile kuşkuya düşüyor. İslam toplumu olarak, ümmet olarak, geçmişte yaşadıklarımız bir efsane değil, gerçeğin ta kendisi. O gün bulunduğumuz kale ile bugün tutsak tutulduğumuz yer arasındaki mesafe de bizim kendi eserimizdir. Kendimize gelip de basamakları çıkmaya karar vermediğimiz sürece bulunduğumuz her basamak düne göre bir alt basamak olacaktır. Buna asla mahkûm değiliz. Değişim, bir karar işidir, o kararı verene Allah (cc) yardım eder.
ACI DÜŞÜŞ
İlim kurumları,
- Ait olduğu toplumun eldeki kazanımlarını korumalı.
- Ait olduğu toplum için ilerleme ortamını canlı tutmalı.
- Ait olduğu toplumun gelecekte, bugün olduğu yerden daha iyi bir yerde olmasını sağlayacak bir donanımda olmalı.
- (İslam özelinde) Dünyanın bütününe hakim olma hedefini sürekli gündemde tutmalı ve o hedefe hizmet etmelidir.
Miladî 19.yüzyılın sonlarında İslamî ilim kurumları, ilerleme ortamını canlı tutmaktan, İslam`ın dünyaya hakim olma hedefine hizmet etmekten uzaktı. Sadece eldeki kazanımları korumak üzerine odaklanmıştı; daha fazlasını elde etmek bir yana kaybedilenlere ağıt yakmaya bile yetişemiyordu.
Mevcut Müslüman toplumun günlük ihtiyaçlarını karşılayacak, bugün “din adamı” denen hocalar yetiştirmek, o hocalar üzerinden İslamî şuuru, daha çok yöneticiler nezdinde, canlı tutmak, o günkü İslam topraklarını korumaya çalışmak için onlara cesaret vermek... Hepsi bu kadar...
Hindistan ve Afrika`da Müslümanların başına musallat olan İngiltere, Fransa, İtalya gibi güçleri başkentlerinde vurmak; Kırım, Balkanlar, Orta Asya ve Kafkasya`da İslam`ın şiarlarını imha eden Rusya`yı yenip Kuzey Kutbu`na ulaşmak... Bu, artık bir hayal bile değildi.
20.yüzyılın başında ise birbirini aralıksız takip eden ve sanayi ürünü silahlarla yüz binlerin ölümüne yol açan savaşlar... Batı`nın güdümüne giren Osmanlı`nın 1867`den sonra İslamî eğitim kurumlarına karşı Fransız eğitim sisteminden alternatif arayışı ve medreseleri gizlice etkisizleştirme girişimi... İslamî eğitimi bitirme noktasına getirdi.
Öyle ki Anadolu`da Yunan ordusuna karşı yürütülen Kurtuluş Savaşı sırasında, Mart 1922`de, Meclis`in Milli Eğitim Bakanı Vehbi Efendi, yayınladığı genelgede şu tarihî tespiti yapıyordu: “Bazı köylerde öğretmenler, hem öğretmenlik hem imamlık yapıyor. Bu, şayan-ı arzudur.” Hakikat şuydu ki “Geçmişte imamlar hem imamlık hem öğretmenlik yaparken (imam sayısının gittikçe azalmasıyla) artık öğretmenler, imamlık yapmaktaydılar.”1
Vehbi Efendi, İslamî bir kimliğe sahipti, iyi niyetliydi. Ama 1867`den itibaren kendilerine Müslüman halkın eğitimi teslim edilen Fransızların isteği de onların elinde yetişen öğretmenlerin, imamların rolünü ele geçirmesi ve toplumun önüne geçmesiydi.
BİR İLİM HAVZASI ÇÖLE DÖNDÜ
Anadolu gibi, bizim yöremizden de geçmişte Osmanlı`nın doğrudan etki alanında olan topraklarda (örneğin Antep ve Urfa`da) İslamî eğitim kurumları köylere yeterli sayıda “imam” yetiştirecek kapasiteden bile yoksundu.
Geçmişte Osmanlı`nın doğrudan yönetiminde olmayan ancak Mirliklerin yıkılmasıyla ağır bir değişim geçiren ilim havzasında da verilen sayısız şehit ve sürgünler, ilim havzasını çöl kumluğuna dönüştürdü.
1925`ten sonraki ilim kurumları manzarası, mamur bir şehrin savaştan sonraki harabesini andırıyordu: Şeyh Ubeydullah Kıyamı`na, Bitlis Kıyamı`na, Şeyh Said Kıyamı`na mekân olan topraklarda İslamî eğitim hizmeti neredeyse sıfıra düşmüştü. O dev alimlerin yetiştirdiği havzada toprak adeta alim kanlarıyla kurumuştu.
Halktan aktarılan şu tarihi olay, bunu ne acı özetliyor: Bitlis Kıyamı`nın ardından Seyyid Şeyh Şahabeddin ve Seyyid Şeyh Ali genç alim kardeşler dar ağacına yürütülürken Seyyid Ali, ağlamaya başlıyor, Şeyh Şahabeddin, onun şehadete giderken ağlamasından rahatsız oluyor ve kızgınlıkla soruyor: Ali`yo ma key tı dıtırse (Ali, yoksa sen korkuyor musun?)
Şehid Seyyid Ali, ona yeni dönemin ilim manzarasının işaretlerini veren şu tarihi cevabı veriyor: “Hayır, Vallahi korkmuyorum. Fakat ümmet, senin gibi bir alimi kaybedecek, ondan istifade edemeyecek diye üzülüyorum, gözyaşlarımı ondan tutamıyorum.”
Şeyh Şahabeddin o devrin şehid edilmiş en genç alimlerinden biriydi. Ya onun seydalarının şehadetiyle ümmet ne kaybetmişti..? Onların ardından nasıl bir ortam kalacaktı?
ÇÖLDE BİRKAÇ VAHA
1930`larda o dev ilim havzasından geriye Tağ`dan (Norşin`den) Suriye`nin Kamışlo kasabası çevresine uzanan dar bir geçit ve onun dikine kestiği ince bir şerit kalmıştı. Yalnızca ucu Tağ`da (Norşin-Bitlis) olan Cizre`de sağa kırılıp Kamışlo`da alt çizgisiyle birleşen, Latin alfabesiyle bir büyük ters (T) biçiminde ama kesik kesik bir alan.
Öyle ki bir zamanlar dört bir yanı medrese olan Bitlis`in bile büyük aşiretleri özellikle koçer (yörük) aşiretleri seydasız bir yana, imamsız (melesiz, hocasız) kalmışlardı. Ramazan ayı için bile Siirt, Cizre yöresinden geçici imam getirtiyorlardı.
1950`lerden sonra kadrolarını genişleten Diyanet de İç Anadolu ve Marmara şehirlerine odaklanmıştı. Geçmişte Osmanlı`nın doğrudan yönetimindeki Urfa, Antep yöresi köyleri ilimden tamamen mahrum kalmıştı. Oralarda da Kürt, Arap, Türk köyleri Ramazan ayında İmam ihtiyacını Dicle nehri havzasından Cizre`den Kamışlo`ya doğru kırılan dar geçitten karşılıyordu. Böylece Bölgede “Ramazan imamlığı”bir meslek dalı olarak doğdu. Kaynağı bu dar alan olan, çalışma alanı ise Şeyh Ubeydullah Kıyamı, Bitlis Kıyamı zozanları (yaylaları) ile Mardin Ovası`nın batısından Antep`in batısına ve kuzeyine uzanan bir meslek... İstisnalar bir yana bu mesleği icra edenlerin durumu ilimde nereden nereye düştüğümüzün canlı bir resmiydi adeta.
KİMDİ RAMAZAN İMAMLARI?
Çoğu imanında samimi, günlük ibadetinde düzgün, insan ilişkilerinde dürüst ancak istisnaları dışında ilimden mahrum... Kur`an-ı Kerim`i yüzünden okuyorlardı, Mevlid de okumuşlardı. Bir ilmihal kitabını baştan sona ya okumuşlarda ya okumamışlardı. Değişik sebeplerle medreseyi terk etmişlerdi. Köyünde uzun yıllar sıradan bir kişi olarak yaşadıktan sonra yöreyi saran işsizlikten Ramazan imamlığı yapmaya karar vermişlerdi. Van-Bitlis yaylaları onları bile bulduğuna şükrediyordu. (Medrese kalıntıları sayılı sayıda alim yetiştiriyor, ama onlar şehir, kasaba ve köylere ancak yetiyordu.)
Koçerler, onlara koyun zekâtından bolca vererek 7-8 aylık geçimlerini temin ediyordu. Bir de kışlağa “ziyaret” adı altında uğradılar mı geçim dertleri bitiyor, gidip yaylaya yerleşmeleri için bir sebep kalmıyordu.
Urfa Antep`e gidenlere gelince, inanılması güç ama hiç Arapça bilmeden Urfa`nın Arap köylerinde, hiç Türkçe bilmeden Antep`in Türk köylerinde görev yapanlar vardı. Onlarla halk arasındaki tek, ortak dil ibadetti. O köylerin çoğunda cami yoktu, teravih “Ağa Odası`nda kılınırdı. Biraz eli iş tutanları iftardan sonra “kahve pişirme” görevi de üstlenir, ağanın yanında daha kalıcı bir yer edinirdi. Çoluk çocuğunu “o havası farklı yere” ikna eden çok azı, oraya yerleşir; böylece “Ağanın Hocası” olurdu; o, geçimlik elde eder, ağa da artık “Hocalı Ağa” olduğundan daha bir görkeme sahip sayılırdı.
Tek tük koçer yaylalarına yerleşen de olur; “ilmi az, dili güzel” kinayesiyle “Mele Koçere” diye bilinir; Koçer obası da bir hocaya bakıyor olmaktan iftihar ederdi.
Onlardan Mardin-Derik, Urfa-Suruç`ta görev yapanlardan bazıları 12 Eylül öncesinde Sola kaydı, Kürtçü Solun militan kadrosuna dahil oldu. Koçer hocalarının çoğu ise başında şapkaları, önlerinde katırlarıyla sıradan bir koçerden farksız oldular.
Bir toplum düşünün kadınları bile tarihe Hadis alimesi diye geçmiş. On kıraat bilen kadınlar yetişmiş o toplumda... Kaynak olmuş alimlere... Onların evlatları bir Ramazan imamı bulduğuna şükrediyordu. Cuveyriye Ahme ê Hekkari`nin evlatları... Cuveyriye ki büyük Şafii alimi İbn-i Hacer El Esqalani şöyle der onun hakkında “Meşayihlerimiz (büyük alimlerimiz) ondan Hadis külliyatları dinlediler.” 2
Şems-ül Milüke Eyyûbiye`nin evlatları... O alime ki İmam İbn-i Teymiye`ye hadis ilminden icazet vermiştir.3 Şehde Deynuri`nin evlatları... Şehde ki “Kadınların iftiharı” diye nam salmış, Şeyhülislam İbn-i Kayyım El Cevzi ona talebe olmuş.4 Mükslü Miranete Hanım`ın evlatları... Miranete Hanım ki Müks`ten Norşin`e gelin gittiğinde baba evi Müks`teki Mir Hasan Medresesi`nin bir benzerini Tağ`da inşa ediyor da o medrese bizim çöl zamanında bir ırmağın başı oluyor. O ırmak, Cizre`den kamışlı`ya kadar yol alıp Kuzey Suriye`ye yayılıyor. Üstad Bediüzzaman ondan teberrük dersi alıyor. Şeyh Ahmedi Haznevi oralardan aldığı ilhamla kuzey Suriye çölünü suluyor. 5
İşte onun baba evi Müks yaylalarında, o feqisi bile Feqiyê Teyra, diye tarihe geçen Müks`te bir Ramazan imamı bulunduğuna şükrediliyor. Nereden nereye? Bu, ne acı bir düşüş! Bu, ne felaket!
Yok mu geçmişimize ağıt yakacak olan? Yok mu bu Ramazan-ı Şerif`te geleceğimiz için dua edecek olan?
- I.TBMM`nin Düşünce Yapısı – Prof. İhsan Güneş
- Kelhaamed Dergisi 2011-2012 Zivistan Sayısı
- Kelhaamed Dergisi 2012 Havin sayısı
- Kürtlerde İslamî kimliğin gelişmesi – Abdulkadir Turan, Dua Yay.