• DOLAR 34.657
  • EURO 36.598
  • ALTIN 2954.323
  • ...

Türkiye ile Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) arasındaki ilişkiler bugünlerde tarihinin en kötü sürecini yaşıyor. Suudi Arabistan ve BAE basını, bugüne kadar olmadığı kadar Türkiye aleyhine haberler yapıyor.

Böyle bir ortamda merak edip de Suudi-BAE basınının amiral gemisi el-Arabiya’ya bakanların gözlerine Türkiye ile ilgili pek çok güncel haberin yanında İttihat ve Terakki ile ilgili haberler çarpar. Ne yapmaya çalışıyor Suudi-BAE basını? Bunu anlamak için galiba önce İttihat ve Terakki’yi tanımak, sonra güncel sürece gelmek gerek.

NEDİR İTTİHAT VE TERAKKİ?

Osmanlı’nın Batı’ya açılması ile 1860’lı yıllarda “Yeni Osmanlılar” denen ilk Batıcı tipler yetişti. Batı, “Jön Türkler (Genç Türkler)” dediği o tipleri kazanç bildi ve ilk kez Osmanlı’nın Müslüman tebası içinde örgütlenmek için sömürge şirketlerini onlara yönlendirdi. Batılı güçler, bu doğrultuda Masonlar ve gayri Müslim azınlık acentelerini harekete geçirerek 1889’da İttihat ve Terakki Cemiyeti diye bir cemiyet kurdurdu.

Cemiyet, görünüşte Osmanlı’yı kurtarmaya azmeden bir talebe örgütleşmesiydi. Zira cemiyetin temeli, dört Mekteb-i Tıbbiyye-i Şâhâne (Tıp Fakültesi) öğrencisi tarafından atılmıştı. İbrâhim Temo, Abdullah Cevdet, İshak Sükûtî ve Mehmed Reşid diye dört genç…  

Farklı etnik köklerden gelen gençler, “İttihad-ı Osmanî” söylemiyle arkadaşlarına sesleniyorlardı. Osmanlı Birliği, o günlerde sadece Osmanlı idarecilerinin veya Osmanlı tebasının değil, bütün dünya Müslümanlarının özlemiydi. Zira Müslümanlar, sorunlarını çözecek yegane gücün, birliğini koruması durumunda Osmanlı olduğuna inanıyorlardı.

Fakat her nedense cemiyetin kurucuları, fikir çaylarını İngiltere’nin dünya hâkimiyeti ve küresel Yahudi devleti için çalışan Mason localarında içiyorlardı!

Hakeza cemiyet,  görülmemiş bir şekilde Mason Locaları ve onun uzantısı Karbonari Cemiyeti tarzında örgütleniyordu, gelecek vaat eden gençler arasına hafiyece sızıyor, onlardan “vatan ve milleti kurtarma” adına, ancak Haşhaşîlerde görülmüş fedailer yetiştiriyordu.

Örgütün merkezi, görünüşte İstanbul Şubesi’ydi ama 1896’dan itibaren merkez, filhakika Paris Şubesi olmuştu. Osmanlı’nın birliğini, İslam dünyasının bir kısmını istila etmiş ve diğer kısmını da istila etmek için gün kollayan Fransa’nın başkentinden sağlamayı talep etmek!

Ne yazık ki o günlerde şuur ehli Müslüman aydınların imkânları, bu hileyi özgüveni sağlam, kulağı ulemadan olmayanlara tıkalı İstanbul ulemasına anlatacak kadar güçlü değildi!

Cemiyet, gün geçtikçe bir yandan Selanik Yahudileri, Arnavutlar, Bulgar gençleri arasında örgütlenirken öte yandan Sultan Abdülhamid’in İstanbul’a Osmanlı birliğini sağlamak için getirdiği Arap gençleri arasında da epey kök saldı.

Bir yandan Filistin’i istila gayesi güden Yahudiler öte yandan Arap gençleri… Bir yandan “Yaşasın Türk milleti!” diye ünlenen Ömer Seyfettin gibi düşük rütbeli subaylar öte yandan onun bizzat kendilerine karşı savaştığı Bulgarların gençleri… Hepsi aynı çatı altında… Daha da ötesi, İttihad-i Osmanî’yi de aşıp “İttihad-ı İslam” diyen ve böylece Osmanlı ulemasını şeditçe cezp eden ama katıksız bir zevkperest ateist olan Abdullah Cevdet’in kurucuları arasında yer aldığı bir cemiyet…

Akıl almaz bir tenakuz? “Denize düşen yılana sarılır” sözü, bu hâli ifadeye yetmez.

İttihat ve Terakkî, henüz iş başına gelmeden Bulgar, Arnavut, Arap milliyetçiliklerine, dolayısıyla ayrılıklarına malzeme üzerine malzeme sağladı, Batı’nın İslam dünyasında yakmak istediği ateşe “Söndürmek için su taşıyorum” diye diye benzin taşıdı.

Cemiyet, 1908’de Sultan Abdülhamid’i devirip iktidar oldu. Hemen ardından Libya elden çıktı, Doğu Trakya bile elden çıktı, dün kurulmuş Balkan devletleri Edirne’yi bile istila etti. Osmanlı’nın en mühim yapı taşlarından Arnavutlar ayrıldı ve peş peşe Arap ayrılık cemiyetleri kuruldu.

Cemiyet, bizzat kendisinin yol açtığı bu ortamı yine kendisi yorumlayarak “Osmanlı Birliği”, “İslam Birliği” hayal deyip Türk birliği Turancılıktan söz etti ve bu yeni söylemin sahipleri Enver Paşa’nın etrafından buluştu. Ziya Gökalp’ın fikir babalığını yaptığı başka bir grup ise bize Türk birliği çok gelir deyip “Türkiye Türkçülüğü”nü gündeme getirdi ve Misak-ı Milli sınırlarına çekilmeyi dikte etti.

Cemiyetin çelişkileri anlatılır gibi değil: Osmanlı topraklarını istila eden ve etmek isteyen Batı’ydı ama cemiyet, “müstemleke milliyetçiliği”ne yönelerek milliyetçilikle ümmet içi düşmanlığı körükledi. Osmanlı’nın birliği neye muhtaç ise tam zıt yönde davranıp Osmanlı’yı en kısa sürede bölmek için ne yapabiliyorsa onu yaptı.

Balkanlar ve Kuzey Afrika’nın elden çıkmasından sonra Osmanlı’yı imparatorluk kılan, belirgin bir coğrafyada yerleşik yalnız iki kavim kalmıştı: Kürtler ve Araplar.

Osmanlı, o güne kadar Kürtlerin her tür itirazına soğukkanlılıkla yaklaşmış, mirlerin büyük isyanlarını bile idamla cezalandırmamıştı. Cemiyet, iş başına gelince güneyde Barzanilerin, kuzeyde Bitlis’in şeyhlerini astı.

Osmanlı, “kan davası”na yol açmasın diye sıradan bir Kürdü velev ki isyan bile etse idam etmezken Cemiyet, Kürtlerin seyyid ve şeyhlerini asma cüretinde bulundu.

Cemiyetin Araplara karşı tutumu ise daha da kötüydü. Cemiyet, Arap Yarımadası’nda bulduğu her bahanede adam astı, kurşuna dizdi, atların ayakları altında çiğnedi.

Cemiyet bu koşullara müteakip, birliğini İngiltere, Fransa ve Rusya bağlamında yüzde seksen sağlamış ama Alman ırkının itirazı ile karşılaşıp savaşa sürüklenmiş Avrupa’nın karşısına I. Dünya Savaşı ile çıktı. Bu savaşla yıllardır Osmanlı’nın boynuna dayadığı kör bıçağı “Jön Türk”  hırsıyla kullanarak Osmanlı’nın kafasını kesti ve Avrupa’nın önüne attı.

İTTİHAT VE TERAKKİ’Yİ CANLANDIRMA GAYRETİ

İttihat ve Terakki, bu kötü siciliyle İslam dünyasının başına gelmiş, büyük felaketlerden biri bilinmiştir. Müslümanlar yüzyılı aşkındır o teşkilatı, hep menfi anmışlar, bugün yaşadıkları pek çok ıstırabın kaynağında onu aramışlardır. Oysa birkaç yıl önce Türkiye’nin tam da İslam dünyasına açılmak için uğraştığı günlerde, devletin içinden bir grup, İttihat ve Terakki güzellemelerine kapıldı.

İttihat ve Terakki’yi canlandırma eğilimi gösteren grup, cemiyetin kirli sicilinden dolayı adını anmıyor ama Osmanlı’nın kafasını Batı’nın önüne attıktan sonra Orta Asya’da Ruslardan kurtuluş naraları atan Enver Paşa’yı resmen “idol” ilan ediyordu.

Kısa sürede öylesine bir Envercilik zuhur etti ki bazı üniversite gençleri az kalsın yakalarına Enver Paşa rozetleri takacaklardı. İşin esrarengiz yanı, dönemin Dışişleri, sonrasının Başbakanı da işin içindeydi. Aklı başında akademisyen bir stratejist olarak bilinen, bununla birlikte 28 Şubat boyunca (1988-2002) Silahlı Kuvvetler Akademisi ve Harp Akademilerinde misafir öğretim görevlisi olarak ders veren bu şahsiyet, aniden Osmanlı’nın 1911 öncesi sınırlarından söz etmeye başlamıştı. 1911 öncesi demek, Kuzey Afrika ve Arap Yarımadası demekti. Ama nedense bakanın hedefinde Kuzey Afrika ve Arap Yarımadası’nda etkinliği Suriye BAAS rejimi ile sınırlı olan Rusya vardı. Bakan, bir tekme de İran’a atıyor, buna karşı Almanya’nın liderliğinde Ukrayna gibi ülkeleri kapsayan Rusya’yı Batı’dan hilale alacak yeni bir birliği ima ediyordu.

Yaşanan, Enverciliğin canlandırılmasından başka bir şey değildi ama alttan alta da İslam birliğinden söz ediliyordu.

O günlerde “Yapmayın, Türkiye henüz yolun başında. Arap aleminde Türkiye’nin hata yapmasını bekleyen güçlü bir Batı lobisi var. İttihatçı söyleminiz, o lobiyi harekete geçirir” dendiğinde çılgınca tepki gösteriyorlar, kendilerine karşı çıkanları neredeyse “vatan haini” ilan ediyorlardı.

Suudi ve BAE’nin İttihat ve Terakki Malzemesi

Türkiye, kısa bir süre içinde Rusya ve İran karşıtı söylemi aştı ama kendisini Arap Yarımadası’ndan uzak tutmak isteyen ABD öncülüğündeki büyük gücü aşamadı. BAE’nin değirmeninin suyu para, silahlı gücü ise ancak zamanla anlaşılacak olan prensi Bin Zayed, ABD hesabına “Türkiye, Arap Yarımadası’nı işgal etmek istiyor” propagandası yaptı. Bu propagandayı geleneksel olarak İngilizlerle birlikte hareket eden bütün Batı acentesi Arap lobisi, mezhep ve bölge farkı olmaksızın, kısa sürede satın aldı. Buna karşı duranlar, özellikle İhvan mensupları Arap Yarımadası’nın Osmanlı günlerinde yaşadığı sulh sürecini -ki Arap tarihinin en uzun sulh sürecidir- hatırlatarak, lobinin propagandasını kırmaya çalışıyorlar.  

Buna karşı, Bin Zayed ve ekibi, yanlarına Suudi Veliaht Prensi Bin Selman’ı da alarak basınları üzerinden durmaksızın İttihat ve Terakki dönemi Osmanlı’sında Arapların yaşadıklarını anlatıyorlar, medyalarını İttihat ve Terakki’nin Arap Yarımadası’nda faaliyet gösteren lideri Cemal Paşa’nın resimleri ile süslüyorlar.
Ne Bin Zayed ne Bin Selman Arap milliyetçisidir. İkisi de Batı’nın İslam dünyasını bölüp öldürmek için kullandığı en tesirli zehir olan milliyetçiliği kullanan birer piyondurlar. Ne yazık ki o piyonlar, aynen yüzyıl önceki İngiliz piyonları gibi yakıtlarını İttihat ve Terakki’den alıyorlar. İttihat ve Terakki üzerinden vuruşup İslam dünyasını birbirine düşürmeye ve daha da parçalamaya çalışıyorlar.