• DOLAR 34.66
  • EURO 36.604
  • ALTIN 2957.66
  • ...

Miladi 19. yüzyıldan bu yana dünya, İslam’a ihanet çağını yaşıyor. Bu büyük ihaneti, değişenleri ve değişmeyenleri ile Batı organize ediyor, Batı’yla işbirliğine giren değişken yerel yapılar icra ediyor.

Batı’nın İslam dünyasına yönelik en büyük stratejisi, İslam dünyasının Batı’nın çıkarına hizmet edecek kadar bölünmesidir. Batı için bölünme, İslam dünyasını zayıf tutacak sihirli değnektir. Buna karşı, Batı’nın İslam dünyası ile ilgili büyük fobisi, Müslümanların asgari müştereklerde dahi olsa bütünleşmesidir.

Batı’nın İslam dünyasına yönelik stratejisini icra etmede 19. yüzyılın ortalarından bu yana değişmez aracı ise milliyetçiliktir.

Mezhepçilik dahil, Batı bugüne kadar İslam dünyasını kontrol altında tutmak için milliyetçilikten daha etkili bir malzeme bulamadı.

Bu ana bağlam içinde İslam dünyasına yönelik ihanet çağını günümüz öncesi için iki döneme ayırabiliriz:  

  1. Salt Batıcı milliyetçilik dönemi
  2. Ulusalcı sosyalist milliyetçilik dönemi

1850’li yıllardan hemen sonra başlayan salt Batıcı milliyetçilik döneminin ana hedefi, milliyetçi sekülerizm üzerinden İslam dünyasında modernist yapılar inşa etmekti. Batı, o dönemde modernizmi, gençleri İslam’dan koparıp kendisine bağlayan araç olarak gördü. Ancak salt modernlikle Müslümanları etkilemek sorunlu olduğu için Batı hedefleri için milliyetçiliği kamuflaj olarak seçti. Batı, milliyetçi söylem üzerinden Müslüman gençlere ulaştı, onları milliyetçilikle kendi eksenine çekti, ardından modernleştirerek özünden kopardı, İslam’ın gençlerini İslam dünyasını istila stratejilerinin hizmetine aldı. Bunun için yerel aktörler olarak salt Batıcı bazı Türk ve Arap milliyetçilerini kullandı.  

Ulusalcı sosyalist milliyetçilik döneminde ise Batı, modernizmin sosyalist alt yapısını stratejisi için araçsallaştırdı ve yine milliyetçilik kamuflajını kullandı. Batı, Müslüman gençleri bir kez daha milliyetçilik üzerinden kendi eksenine çekti ama ulusalcı sosyalizmle özünden koparıp İslam dünyasını elde tutma stratejilerinin hizmetine aldı. Ulusalcı sosyalist milliyetçi dönemin ünlü yerel aktörleri ise CHP, BAAS, Nasırcılık, Burgiba ve Kaddafi gibi akım ve kişilerdi.

Ulusalcı sosyalist milliyetçi dönem, sona erdi. Biz, bugün özellikle Arap İslam açısından yeni bir ihanet dönemiyle karşı karşıyayız.

Haklı olarak önceki dönemin CHP, Tunus solu, Mısır solu, Suriye BAAS’ı gibi aktörleri hâlâ sahadalar, o dönemin nasıl sona erdiğini söyleyebiliriz ki, diye itiraz edeceksiniz.

Mesele şu:

Modern çağı değil, post modern çağı yaşıyoruz. Ne farkı var? Modern çağın, minyatürü moda idi. Modern çağda yeni bir şey gelince bir öncekisi eskimemişse dahi eskiymiş gibi kabul edilir ve terk edilirdi. Bunun için hiç giymediğiniz bir pantolonu dahi modası geçince çöpe atmak zorundaydınız, bizden önceki neslin İspanyol paça pantolonları eskisinler veya eskimesinler çöpe atmaları gibi. Zira modernlik tekçiydi, tek seçenek sunardı.

Postmodernlik, modernlikten farklı olarak çok seçeneklidir. Postmodernlikte yeni bir şeyin gelmesi, eskinin terk edilmesini gerektirmez, çıkarlar ve zevklere uygun düştüğünde eski ve hatta birden çok eski, yeni ile birlikte sürdürülebilir. Dolayısıyla Batı’nın İslam dünyasına yönelik yeni bir ihanet dönemine geçmesi, eski iki dönemi tamamen terk ettiği anlamına gelmez.

Batı’nın son ihanet projesinde kamuflaj bir kez daha milliyetçiliktir. Milliyetçilik, İslam aleminde can çekişirken maalesef, CIA’cı Graham Fuller gibi son dönemin müsteşrikleri, Batı’nın onsuz İslam dünyasında var olmayacağını gördüler ve kapsamlı “azınlık politikaları” doğrultusunda ona yeniden can verdiler.

Bu yeni dönemde ihanet çağının sabiti Batı yerinde duruyor, değişken yerel aktörlüğünde ise sıra Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudi Arabistan prenslerindedir.

Batı, ulusalcı sosyalist milliyetçi dönemde, işlerini daha çok Suudi Arabistan’a gördürüyordu. O dönemde Suudi Arabistan hem ulusalcı sosyalist rejimleri destekliyor, ihtiyaç varsa finanse ediyor hem onlardan kaçan Müslüman hareket adamlarını kontrolü atlana alıyor, hedefinden uzaklaştırıyordu.

Zamanla Suudi fazla büyüdü ve Suudi’de işler karıştı. Batı da onun yerine daha küçük ve büyüme hırsı daha büyük bir yerel aktör buldu, stratejisinin yerel aktörlüğünü BAE’ye bıraktı.

İslam dünyası, mezhepçilik dalgasına rağmen, 2010 yılına kadar yeni bir bütünleşme dalgası yaşıyordu. İçeriden bakıldığında pek fark edilmeyen bu dalga, başta ABD olmak üzere Batı’da bir canavar gibi tarif edildi. ABD, buna o kadar kapılmıştı ki İslam dünyası ile ilgili kendi projelerini dahi bütünlük yaklaşımıyla hazırladı. Örneğin bu süreçte ABD, İslam NATO’su gibi öneriler sunabildi.

Sonra, anlatıldığı üzere Fuller gibilerinin özel çabalarıyla her şey değişti. Arap Baharı’nda İslamî kesimler değil, ekonomik sorunlardan şikayet eden, siyasi olarak kimliksiz Arap gençleri öne çıkarıldı ve sözde bahar bittiğinde o gençler sahada bırakılırken İslamî kesimler şiddetli bir şekilde cezalandırıldı. Ardından o gençler, BAE’nin öncülüğünde, Suudi ve el-Sisi Mısır’ı desteğinde yeni Arap milliyetçiliği (neo-Arap nasyonalizmi) içine çekildi, milliyetçilikle aldatıldı ve bir kez daha Batı’nın kontrolüne alındı.

BAE’nin başaktörlüğünü üstlendiği bu son süreçte bir kez daha milliyetçiliğin kullanmasının çok yönlü işlevi vardır. Yeni Arap milliyetçiliği söylemi, eski salt Batıcı veya ulusalcı sosyalist Arap milliyetçilerini sürecin hizmetine çekiyor, siyasi olarak kimliksiz gençlerin de faaliyetlerini seküler anlamda takdis ediyor. Öte yandan milliyetçilik bir kez daha sekülerleştirme işlevi de görüyor. Nitekim, sürecin yardımcı aktörü Suudi Arabistan, sürece katıldıktan sonra “Önce Suudi Arabistan” sloganıyla, İslamîliği geçmişi; milliyetçiliği ise bugünü olarak belirledi. Suudi Arabistan, futbolu dahi hem milliyetçi hem sekülerleştirici bir araç olarak kullanmaya başladı.

Ulusalcı sosyalist Arap milliyetçiliğinin mücadele simgesi, göstermelik de olsa, Filistin’di, dolayısıyla Kudüs’tü. Yeni dönem, Kudüs’ü Arap milliyetçiliği içinde yok sayıyor, Arapların “var olma” mücadelesinde verilmesi zorunlu bir ödün olarak görüyor.

Yeni ihanet döneminde de önceki dönem gibi hiçbir mukaddesat tanınmıyor. Bunun ilk simgesel tutumu, olarak BAE’nin süreci, Ocak 2018’de Medine Mudafii Fahrettin Paşa’yı hedef alarak yeni bir aşamaya taşımasıdır.

Yeni ihanet döneminde dış düşman Türkiye ve İran, iç düşman İhvan-ı Müslimin olarak belirlenmiş. Bu dış düşman yaklaşımı, Batı’nın İslam dünyasında bölgesel güçlerin oluşmasına muhalefeti ile örtüşüyor. İç düşman yaklaşımı ise Batı’nın İslam dünyasında kontrol dışı değişime muhalefetine hizmet ediyor.

Yeni dönemin en önemli demeci ise BAE’nin Dışişlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Enver Muhammed Gargaş’ın Mart 2018’de Türkiye'nin Arap ülkelerinin bağımsızlığına saygı duymadığı beyanıdır. 15 Temmuz’un “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” sloganı ile de örtüşen bu demeçle BAE, Batı hesabına yürüttüğü köleliği açık bir şekilde bir hürriyet ve bağımsızlık davasına büründürüyor.

Buna Suudi’nin İran vurgusu da eklendiğinde yeni dönem, Batı ve İsrail’le her tür kirli ilişkiyi bağımsızlık davası için zorunlu bir ödün olarak lanse edilmesi gibi bir karaktersizliğe sürükleniyor. BAE ve Suudi, İsrail’e hangi ödünü verirlerse versinler, o ödünleri halklarına, bağımsızlık davası ile açıklıyorlar. Biz, İsrail’in isteklerini kabul etmezsek dünya Yahudileri bize sırtlarını dönerler, Türkiye ve İran da Arap Yarımadası’nı işgal ederler, hepimiz köleleşiriz, diyorlar.

Yeni dönemin aktörlerinin büyük imkânları ekonomik güçleri ve Batı desteğidir. Ekonomik güç, onlara hareket alanı tanırken Batı desteği, hareket alanlarındaki kirli faaliyetlerini meşrulaştırma işlevi görüyor.

Bu aktörler, Mısır ve Libya’nın büyük çoğunluğunu böyle ele geçirdiler, Yemen’de böyle varlar, Sudan ve Cezayir üzerinde böyle hakimiyet kurma çabasındalar. Ancak niyetleri orada durmak değil, İslam dünyasındaki emperyalizm karşıtı bütün direniş noktalarını tek tek para ve Batı meşruiyeti üzerinden ele geçirmektir.  

Dolayısıyla İslam dünyası 19. Yüzyılın başlarından bu yana en büyük ihanet dalgalarından biriyle karşı karşıyadır ve karşımızdaki, klasik söylemle “birkaç hain” değil, büyük bir ihanet şebekesidir. Karşı karşıya olduğumuz durum, güncel bir sorundan dolayı kendiliğinden oluşmuş değil, geçmişten kopuk bir politika veya bugüne ait bir taktik değil, Batı’nın İslam dünyasını istila etme, elde tutma ve kontrol altında bulundurma stratejisinin devamıdır. BAE prensi Bin Zayed ve Suudi Prensi Bin Selman, bu süreci oluşturmuş değillerdir. Bin Zayed ve Bin Selman, bizim SDAM’daki ilgili analizimizde anlatıldığı üzere, bu süreç için siyasi şahsiyet olarak var edilmişler ve örgütlenerek bir ihanet şebekesine dönüştürülmüşlerdir.  Dolayısıyla karşımızda aniden ortaya çıkmış, birkaç hain söz konusu değildir. Yüz yüze olduğumuz ihanet çağının son ihanetidir bizi bugün sıkboğaz eden.
Bu ihanet şebekesi, her şeyi milliyetçi bir söylemle, Arap bağımsızlığı ve İran içlerinden Büyük Okyanus’a, Türkiye’nin güneyinden Yemen’e Arap dayanışması gibi sunsa da gerçekte yapmaya çalıştığı, bütün Müslümanları emperyalizmin kölesi hâline getirmektir.

Bu şebekenin en büyük dezavantajı ise İslam dünyasının Kudüs hassasiyetidir:

İslam dünyası, her ne sebeple olursa olsun Kudüs’e ilgisiz kalan hiçbir yapıyı kabullenmiyor.

 Kudüs davasına ihanet eden hiçbir yapı, İslam dünyasının öfkesinden kurtulamıyor.

İslam dünyasında Kudüs davasına ihanet eden her yapı, eninde sonunda tükenip tarih çöplüğüne gidiyor.

Son ihanet şebekesi muhtemelen bunu biliyor ve Kudüs’e yaptığı ihaneti kamufle etmek istiyor. Ama

Trmup ve Natenyahu ikilisinin doyumsuz kapitalist iştahı, buna müsaade etmiyor, hainleri teşhir ediyor.

Bunun için hainler, Mısır ve Libya gibi kazanımlara ulaştıkları hâlde hâlâ mutsuzlar ve panik hâlindeler.