• DOLAR 34.66
  • EURO 36.604
  • ALTIN 2957.66
  • ...

Bir süre önce HDP Eş Genel Başkanı Sezai Temelli, “Bugün Türkiye'nin en bereketli toprakları burası. Buralar vad edilmiş topraklar" diye bir söz sarf etti. Bir magazin haberi gibi ele alınan bu sözlerin arkasında ne vardı? Ateist bir Sosyalist, neden bir din olan Yahudi söyleme vurguda bulunuyordu. Gerçekte, Kur’an-ı Kerim’den kopan Türk okumuşlarının Tevrat’a ve Yahudi söylemlere sığınışlarına alışığız. Örneğin Cumhuriyetin kurucu aklının önemli isimlerinden Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun neredeyse bütün eserlerini Yahudilik söylemleriyle ördüğünü biliyoruz. Ama meselenin bu boyutta siyasi bir söyleme dönüşmesi, yeni bir vakadır ve üzerinde durulmayı gerektiriyor. 

Müslümanların 20. yüzyıldaki en büyük zayıflıklarından biri Sosyalizmi, sadece Allah’a iman açısından değerlendirmiş olmalarıdır.

Müslümanlar, o günün dünya koşullarında Sosyalizm hakkında eksik bilgiye sahip olunca en iyi bildikleri ve Sosyalizmi en zayıf gördükleri noktadan ele aldılar, Sosyalizmin ateistliği üzerinde durdular. Tümden yanlış mıydı? Asla! Ama yeterli değildi. Eksik teşhis, eksik sonuçlar getirir. Eksik teşhis, hastalığın kökten tedavi edilmesine engel olur.

Sosyalizm, daha başlangıçta Yahudilerin küresel dünya devleti fikrinin karşılığı olan beşeri ideolojilerin “Sol yanı” olarak doğdu. Fransa’daki ilk günler kapalı kalmışsa da hemen ardından gelen İngiltere günleri, gün gibi ortadadır. Çünkü Yahudilikle ilişkisini açıklayacak yeteri kadar veriyi piyasaya sunmuştur.

Sosyalizmin, kelime anlamı “toplumculuk”tur. Koca bir ideolojiyi kelime anlamı üzerinden almak ise ancak cehalettir. Sosyalizm, ideoloji olarak Karl Marks’ın esaslarını belirlediği bir ideolojidir. Karl Marks, bir Yahudidir. Yahudi olması tek başına yanlış işler yaptığı anlamına gelir mi? Kesinlikle hayır! Ama tarihsel geçmişle ilişkili olarak meseleye daha dikkatli bakmayı da zorunlu kılar. Üstelik Marks, normal bir Yahudi değil, Yahudiliğini gizlemiş bir babanın oğludur. Dolayısıyla onun Yahudi ideallerle ilişkisi, daha titizlikle ele alınmayı gerektiriyor.

Marks’ın annesi, bir hahamın kızıdır. Avukat olan babası da Yidiş Herschel adında bir Yahudidir. Yidiş, bizzat Yahudi kaynaklarına göre kendini gizlemek için Heinrich ismini aldı ve o sıralarda Almanya’da yaygın olan Protestanlığın Lütercilik mezhebine girmiş göründü.  

Marks’ın annesi, babasının aksine hiçbir zaman Yahudiliğini gizlemedi. Marks’ın dayıları da klasik birer Yahudi idiler ama sözde ateist olan Marks’ın en büyük destekçileri arasındaydılar. Philips şirketinin öz sahipleri olan bu aile, Marks’ın Londra’da iken komünizm adına yayınlar yaptığı günlerde onun en büyük para kaynaklarıydılar, meşhur ifade ile finansörü idiler.

Marksizmin devlet olarak ilk ve en büyük eseri Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kurucusu Lenin Yahudidir; Sovyetler Birliğini bir dünya gücü hâline getiren Stalin de Yahudidir.

Ama sözde ikisi de ateistti. Marks ne kadar ateistse onlar da o kadar ateisttiler. Gerçekte Marks, Lenin ve Stalin için ateizm, başka halkları özlerinden koparmak ve Yahudilerin dünya hakimiyetinin bir parçası haline getirmek için kullandıkları bir özden koparma, değerlerden soyutlandırma aracından başka bir şey değildir. Nitekim o eğilim üzerinden eskiden beri Yahudi karşıtı olan Avrupa bitti ve tarihteki yerini ABD Evanjelizmi üzerinden Yahudilere bıraktı. Bugün bunu anlayabilmiş çok az Avrupalı vardır. Çünkü diğer bir Yahudi Freud’un götürdüğü cepheden nefsanî arzulara kapılan Avrupa, ne yazık ki düşünmeyi unuttu.

Stalin, ateist diyorlar. Ateist olan, kutsal bir dava için çalışır mı? Stalin, Yahudilerin Mescid-i Aksa ve çevresini çekirdeği olarak gördükleri “vad edilmiş topraklar” davasının en büyük destekçilerinden biridir.   

İsrail’in kuruluşundan önce Filistin’de Yahudi nüfusun oluşması için en büyük desteği Sovyetler Birliği verdi. İsrail’in oluşumundan sonra ise Birleşmiş Milletler’de tanınma sürecini tamamen Stalin yönetti. ABD’nin çekimser yaklaşımına rağmen, Stalin’in Sosyalizm üzerinden dünyada kurduğu hegemonya, İsrail’in BM’de tanınmasına yetti.

Sosyalistler, Stalin’in bu tutumuna rağmen Filistin davasının bir de destekçisi göründüler. Hani derler ya “Vah! Toprak başımıza!” Sosyalizmin sinsi planlarından biri başta Filistin gençleri olmak üzere Arap gençlerin onun Filistin için bir kurtuluş ideolojisi olduğuna inanmasıdır.

Hem Stalin İsrail’in kurucuları arasında yer alacak hatta İsrail’in ilk kurtarıcıları Yahudi olacak ama Arap gençler, Filistin’i kurtarmak için “Marks… Lenin… Stalin…” diye slogan atacak, mitinglerinde, kamplarında Stalin posterleri taşıyacaklar, asacaklar… el-aman ya Rabbim! Mazlumun cehaleti, zalimin gücü ve sinsiliğiyle bir araya gelince mazlum nasıl da bir maskaraya dönüşüyor!

Maskaralık boyutundaki bu çelişki, 1990’lı yıllardan sonra yeni bir aşamaya geçti. Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve Avrupa’nın komünizm tehlikesini aşmasıyla Yahudiler, Sosyalistlerle yeni bir ittifak geliştirdiler.

Bu süreçte “küreselciliği” açıkça ifade etmeye başlayan Yahudi cephe, Sosyalistleri bu projenin sosyo-kültürel kanadının en önemli unsurlarından biri olarak değerlendirip Sosyalist gruplara büyük sermaye aktardı. Buna karşılık Sosyalistlerden toplumları son değerlerinden de soyutlamalarını ve ilk Sosyalistlerin aksine nefsanî arzuların her çeşidini “özgürlükler” kapsamında ele alarak “cinsiyetsizlik” noktasına kadar vardırmalarını istedi.

Ama bir kez daha, bu postmodern çağda meselenin sadece bu tarafına takılmak hatadır. Sosyalist faaliyetlerin yol açtığı ahlak sorunları, meselenin sadece bir parçasıdır. Sosyalistler, bütün insanlık bağlamında insanın fıtratından ve İslam âleminde olduğu gibi hem fıtratı hem inancından gelen “direniş kotları”nı bir bir yok etmek için küresel devlet peşindeki Yahudi yapı adına çalışıyorlar.

HDP’nin başına getirilen Sezai Temelli’nin “Bugün Türkiye'nin en bereketli toprakları burası. Buralar vaat edilmiş topraklar" sözleri bu bağlamda ele alınmalıdır.

Türkiye’de kurulan CHP liderliğindeki koalisyonun önemli bir figürü konumunda olduğu anlaşılan Temelli, kraldan fazla kralcı kesilerek Arz-ı Mevud sınırlarını genişletmiştir. Belli ki bir yerlere borç ödüyor, ulusalar arası sermayenin içinde bulunduğu koalisyona verdiği desteği bu şekilde karşılıyor.

Zira Arz-ı Mev’ud, bugün dünyayı kasıp kavuran Yahudi-Evanjelist sermayeye değil, Hz. Musa’nın kendilerine kurtuluş yolunu tebliği ettiği mazlumlara vad edilmiş. İkincisi Arz-ı Mev’ud Filistin’dir. Siyonist saptırma ile son zamanlarda, Yahudilerin tarihleri boyunca istila yoluyla ulaştıkları nihai sınırları olan Nil ve Fırat arası şeklinde gösterilmek istenmiştir.

Hz. Musa hiçbir zaman Diyarbakır’ı aramadı ve Diyarbakır, hiçbir zaman Arz-ı Mevu’d sınırları içinde görülmedi. Bu satılmış adamlar, değnekçi başı gibi memleket satma peşindeler. Keşke anlaşılabilseydi! Ama burada da kalmamak gerek:

Bugün başta Güney Amerika, Güney Asya ve Afrika olmak üzere Sosyalizme umut bağlayan insanlık, Sosyalizmin Yahudi denetimindeki küresel sermaye ile geliştirdiği ilişkiler karşısında büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor. Ancak uyanmak için hayal kırıklığı yaşamak yetmez. Bir çıkış yolu da gerekir. Bugün bu çıkış yolunu inşa etmek, kendilerini dünyanın kurtarıcısı olarak görmek zorunda olan Müslümanlara düşüyor. İslam dünyasında bunun fikrî temellerini atmak için, yeterli birikim fazlasıyla mevcuttur.