• DOLAR 34.547
  • EURO 36.015
  • ALTIN 3005.461
  • ...

Bizde aileye düşmanlık, Batılılaşma ile aynı süreçte başladı. Sürecin anlaşılması, Batılılaşmanın mahiyetine özetle de olsa değinmeyi gerektiriyor.

Osmanlı’nın fen-teknoloji arayışı, Batılılaşmadan ayrı görülmelidir. Fen-teknoloji arayışı, Osmanlı’da büyük ölçüde askeri bir arayıştır. Batılılaşma ise siyasi ve sosyal bir arayıştır.

Fen-teknoloji arayışı, Osmanlı’yı kurtarmayı hedefleyen bir arayıştır. Batılılaşma ise, buna alternatif olarak geliştirilmiş ve Osmanlı’yı yıkma arayışıdır.

Başka bir ifadeyle Osmanlı’yı kurtarmak isteyenlerin fen ve teknolojiye ulaşma çabasına Batı; Batılılaşmayı Osmanlı’ya ihraç ederek, dayatarak karşı koymuştur. Batı, Osmanlı’yı kurtaracak fen ve teknoloji arayışını Batılılaşma ile etkisizleştirmiştir.

19. yüzyılda Osmanlı’nın siyasi ve sosyal sorunları vardı ama önceliği sosyal ve siyasi sorunlar değildi. Osmanlı’nın acilen bir fen-teknoloji devrimi yaşaması, siyasi ve sosyal nizamını ise bir süreç içinde ama kendi mecrasında tecdit etmesi (yenilemesi) gerekiyordu.

Batılılaşma, Osmanlı’nın yönünü fen-teknoloji acil gereksiniminden ikincil bir soruna yöneltme, üstelik bunu Osmanlı’yı mecrasına tam zıt yöne sürükleyerek yaptırma operasyonudur. Bu, günlerce aç ve susuz kalmış birine su vermek yerine, boğazına yemek tıkamak gibi bir hâldir. Duruma vakıf olmayan, o kişinin doyurulduğunu zanneder, gerçekte ise öldürülüyordur.

Fen-teknoloji arayışı, şuurlu ulema ve Müslüman aydınların; Batılılaşma ise Batı hesabına çalışanlar ve onların etkisinde kalan cahillerin arayışıydı.

Fen-teknoloji arayışı, düşülen durumdan kurtulmak için araç arayışı; Batılılaşma ise Amerikan kıtasına dayatılan Hıristiyanlığa karşı Osmanlı’ya dayatılan bir ihtida projesiydi. Osmanlı’nın asla Hıristiyanlaşmayacağı gerçeğine karşı bulunmuş bir ara yoldu.

Batılılaşma, özetle “Silah bulup Batı’ya karşı koyalım ki ebed müddet (kıyamete kadar) yaşayalım” diyen Osmanlı’yı ona bu sözü söyleten, onu bu niyete götüren inançtan soyutlama, böylece ondan ilelebet kurtulma projesiydi. 

Batılılaşmanın iki ayağı vardı. Birinci ayağı, Osmanlı siyasetine, ikinci ayağı Osmanlı toplumuna yönelmiştir.

Mason localarında örgütlenmiş Batılılaşma planlamacıları, Osmanlı’nın arkasındaki toplum gücünün “devlet” gücünden dahi büyük olduğunu fark etmişler veya en azından Osmanlı toplum gücünü devlet gücü kadar önemsemişlerdir.

Siyasetin temsilcileri bellidir. O temsilciler üzerinden iletişim kurmak ve onları farklı yollarla etkilemek mümkündür.

Siyaset, anlaşmalarda yer bulan maddeler, lobi faaliyetleri ve kapı artlarındaki diğer görüşmelerle yönlendirilir.

Toplumun ise özellikle modernizm öncesinde bu ölçüde belirgin temsilcileri yoktur. Dolayısıyla geçmişte toplumla iletişim kurmak, siyasetle iletişim kurmaktan kat kat zordur.

Toplumun çekirdeği ailedir. Aile, Batılılaşmanın önündeki en büyük engeldi. Başka bir ifadeyle Batılılaşmanın başarısı ailenin ele geçirilmesine bağlıydı.

Batılılaşma planlamacıları, Güney Amerika’nın Hıristiyanlaştırılması projesini örnek almışlardır. O projede önce Katolik bir elit yetiştirilmiş, o elit üzerinden toplum Hıristiyanlaştırılmış ve Batı’nın Güney Amerika hakimiyeti kalıcılaştırılmıştır.

Dolayısıyla Osmanlı’daki Batılılaşma planlamacıları da Osmanlı’da Batı yanlısı elit bir sınıf yetiştirerek amaçlarına ulaşmaya çalışmışlardır. Böyle bir elit sınıf, hiç şüphesiz insan kaynağı demekti, insan kaynağı ise ailedir.

Batılılaşma planlamacıları, bu elit sınıfı ders verdikleri modern devlet okullarında, azınlık ve yabancı okullarında ya da yurt dışına gönderilen burslu öğrenciler arasında yetiştireceklerdi. Buralara insan kaynağının sağlanması ise ancak ailenin ikna edilmesi ya da bireyin aileye karşı isyan ettirilerek aileyi aşmasını sağlamamasıyla mümkün olacaktı. 

Batılılaşma planlamacıları, aileyi Osmanlı’nın en sağlam ve girilmesi en zor kalesi olarak görmüşlerdir. Çünkü Osmanlı ailesi, gelenekler, aile büyüklerinin öğretileri, camideki vaaz, cami veya medresedeki ders, dergâhtaki veya mahalledeki dinî sohbetle sıkı bir koruma altına alınmıştır.

Sözü edilen unsurların her biri aile için birer zırhtır, aileye sirayet için o zırhların delinmesi gerekirdi. O unsurların her biri birer surdur, aile kalesinin zapt edilmesi için o surların aşılması icap ederdi.

Batılılaşma planlamacıları, o zırhlara karşı, çağın toplumla iletişim kurmadaki en etkili ve belki de tek aracı edebiyatı işletmişlerdir.

Osmanlı Devleti savaştaydı, ordusu Batı ile çatışma hâlindeydi. Ordunun stratejisi Osmanlı’nın varlığını korumaktı. Normal koşullarda ülkenin bütün imkânlarının o strateji doğrultusunda yönlendirilmesi gerekirdi. Oysa Osmanlı orduları cephede Batı’yı yenmeye çalışırken modern Osmanlı edebiyatı, Osmanlı ailesini Batı istilasına uğratmak için çalışmıştır. Ordu cephede Batı’yı durdurmaya çalışırken edebiyat, Batı taklitçileri yetiştirmek için uğraşmıştır.

Böyle bir şey mümkün mü? Ne yazık ki mümkün olmuştur.

Modern dönem Osmanlı edebiyatçıları, iş sahalarında üçüncü derecede çalışan konumundaydılar. Yazarlar, eserlerini yayımlamak ve satmak için matbaa sahibi azınlık mensuplarıyla uyumlu çalışmalıydılar. Çoğu zaman bir Müslümana ait görünse bile arkasında Yahudi-Rum-Ermeni sermaye vardı. Onlarsa Batı’nın büyük şirketleri sayesinde zengin olmuş ve sermayelerine sermaye katmışlardı.

Batı, işgal için ordu, sermaye ve kültürel güçleri aynı çatı altında birleştirmişti. Dolayısıyla bu azınlık sermayecilerinin Batı sermayesi ile ilişkisi, doğrudan Batı istilası ile ilişkisi anlamına geliyordu.

19. yüzyıl Osmanlısında edebiyat; genel anlamda şiir, roman/hikaye ve tiyatrodan oluşmuştur. Şiir popüler değildir, kimi zaman yayımlanma ve genellikle çok satma amacı yoktur. Roman/hikaye ve tiyatro ise popülerdir, yayımlanmak üzere yazılır ve ancak desteklenirse basılıp yayılır, okunur.

Nasıl ki Ortaçağ Avrupa yazarı, eserini yayımlamak için kiliseye onaylatmak; kiliseye onaylatmak için ise eserine İslam karşıtı bir şeyler katmak zorunda ise Osmanlı romancısı da eserini yayımlamak için adeta aile düşmanlığı yapmak zorunda kalmıştır.

Osmanlı edebiyatında ilk roman 1872’den itibaren Hâdika gazetesinde yayımlanan Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’tır. O romandan Osmanlı izlerinin iyice belirsizleştiği yaklaşık yüz yıl sonrasına kadar romancılığımızın ortak söylemi aile düşmanlığıdır.

Ortak söylem, diyorum. Çünkü söylem, bireysel değil, sosyaldir, bir cemaate, toplumsal yapıya aittir.

Romancılarımız hem genellikle aynı sosyal çevreye ait olduklarından hem de genellikle aynı düşünce dünyasına sahip olduklarından geleneksel ve modern anlamda da bir cemaat, bir toplumsal yapı kabul edilmeliler.

Ne yazık bu “romancı toplumsal yapısı” ya da “romancı cemaati”nin bireyleri hangi konuyu işlerlerse işlesinler bir şekilde Batı planlamacılarının aileyi yıkma hedefine hizmet edecek temalara yer vermişlerdir. Bu tema, yaygın olduğu kadar planlıdır, bir ortak stratejiye hizmet edecek şekilde örgütlenmiş ve aynı kaleyi, aynı surları vuran bir kültürel istila topu olarak iş görmüştür.

Romancı,

- Kimi zaman sözde görücü tarzı evliliği aşağılayarak

-Kimi zaman genç kızlara evlilik karşıtı fikirler aşılayarak

-Kimi zaman baba otoritesini eleştirerek

-Kimi zaman zevkin karı-koca ilişkisi dışında aranmasını teşvik ederek

-Kimi zaman ise aileyi bir çatışma, kaos ortamı olarak tasvir ederek

o ortak söyleme katkıda bulunmuştur.

20. yüzyılın başından itibaren ise romancılar, karı-kocayı sürekli birbirlerini aldatmak için uğraşan iki rakip olarak tanımlamışlar, hayal dünyalarındaki ve toplumun düşük kesimlerindeki kirli ilişkileri saray ve köşklerin normal vakası gibi göstermeye çalışmışlardır.

Sû-i emsâl misal olmaz, bilinen bir kuraldır. Osmanlı eğitiminden geçen romancılarımız bu kuraldan habersiz değillerdi, buna rağmen toplumdaki istisna durumları, ailenin normal hâli gibi gösterip nerede bir olumsuz hâl varsa onu aileye yükleyerek işlemişlerdir.

Bugün aynı söylem, dizilerde yer almaktadır. Dizilerin önemli bir kısmı aileyi adeta aldatma ve hile sahası olarak tarif etmektedir.

Üzücü olan 19. yüzyıl romancılarımızın aile karşıtı söylemlerinin günün gerçekliğinden kaynaklanan doğal bir söylem olduğuna inanılmasıdır.

Bugün bazı neo-liberal tipler de aileye karşı yapılan saldırıların arkasında örgütlü bir gücün bulunduğu ile ilgili görüşleri kasıtla alaya almakta, bizi bunun doğal bir süreç olduğuna inandırmaya çalışmaktadır.