Sivil Toplumun Dünü Ve Bugünü
Asr-ı Saadetin hemen ardından idareci sınıfla ağır sorunlar yaşayan, ve halkın karşısına İslam kimliği ilen çıkan “ısırıcı melikler”le baş edemeyen müslümanlar, zengin bir sivil toplum mücadelesi tarihine sahiptir.
“Onaylanmayan” bir bünyeye karışmamak, o bünyeyle bütünleşmemek ama aynı zamanda toplumu temsil sorumluluğunu yerine getirebilmek… İslam tarihi boyunca takva ehlinin zihnini meşgul eden, duruşuna yön veren ve pratiğinde açıkça izlenebilen bir istek ve bir gerçektir bu.
Medine İslam toplumunda hayat bir bütündür. Devlet nerede bitiyor; toplum nerede başlıyor; Medine`de bunu belirlemek kolay değildir (belki mümkün de değildir). En sivil kuruluş olan aile bile, Medine`de İslam devletinin bir birimi, bir kurumudur. Oradaki aileyi bugünkü resmi kuruluşlardan ayıran belki sadece kapısında bir levhanın bulunmamasıdır. O kurumun yöneticisi (müdürü, amiri) ”aile reisi” sıfatıyla Medine İslam devletine karşı doğrudan sorumludur. Anne` de Medine İslam devleti için insan yetiştiren bir lojistik kuvvet çalışanıdır. Ailede yetişen herkes, Medine İslam devletinin bir resmi görev adayıdır.
Orada tevhide inanan toplum, bütün unsurlarıyla vahdete ulaşmış. Dünya bir bütün olmuş; ayrılık gayrılık ortadan kalkmış...
Asr-ı Saadet`in Medine`sinde “sivil toplum” diyebileceğimiz unsur, gerçek anlamda bir sivil toplum olmaktan öte, idari olarak arkada yer alanların, önde yer alanlara karşı konumudur, tutumudur. İslam ayrılığı ortadan kaldırdığından orada “önde olanlar, “arkada olanlar” diye (sabit) iki sınıf yoktur. Arkada olan herkes, önde olmaya adaydır. Dolayısıyla hiç kimse bugünkü anlamda “sivil” değildir.
“İslam tarihinde gerçek sivillik nerede ve kiminle başladı? Bu konuda üzerinde ittifak edilecek bir görüşe varmak kolay değildir. (Sivillik tercihi bir sorunun neticesidir. İşte o sorun nerede başlıyor ve kim ona karşı sivillik tercihini çıkarıyor, bunu ayan beyan seçmek… zorluk buradadır.) Hz. Ebuzer (r.a) hayatının son yıllarında bugünkü anlamda bir sivil miydi? Yoksa onun tutumu, Medine İslam devletinde hoş karşılamadığı bir durum gördüğünde ona “hayır!” diyen bir parlamenterin karşı koyuşu muydu? Bu bile üzerinde düşünülmesi güç bir vaziyettir. (Gerçekte en zor gününde bile o büyük sahabeyi Medine İslam devleti hiyerarşisinin dışına çıkarıp ona sivil bir konum biçmek çok da doğru bir tespit değildir. O, nihayetinde aktif vazifeye uzak kalmış bir büyük şahsiyettir.)
Sivil toplumun başlangıcı
Bügünkü anlamda sivil toplumun oluşması için devletle toplumun belirgin sınırlarda ayrışması gerekiyor. Sizin eski Batı`da yaygın olduğu üzere “şu devlettir” ,“şu toplumdur” diye ayrı ayrı işaret yapabilmeniz icap ediyor.
İslam tarihinde bu anlamda bir svil toplumun başlangıcı, Emevi idaresine karşı konumlanan Medine ehlinin; Resulullah`ın terbiyesinde büyüyen, Ona komşu olma vesilesiyle bir takva kitlesi teşkil eden o güzide topluluğun, namuslu, onurlu, şerefli tutumudur.
O tutum lanetli Yezid`in emriyle Harre Günü`nde yok edilmeye çalışıldı. Resullullah`ın (s.a.s.) “Kim Medine halkına korku salarsa yüce Allah da onların içine korku salar. Allah`ın melekleri ve tüm insanların laneti onları korkutanların üzerine olsun. Allah (cc) kıyamet gününde onların hiçbir iyiliğini ve yardımını kabul etmeyecektir” uyarısına rağmen Şam diktalığı, Medine ehlini “korku” maharetiyle kendi dünyasına katmak istedi. Ama Resullullahın (a.s.a) komşuları, o mahareti imanla bertaraf etti; o isteği hiçbir zaman yerine getirmedi ona karşı büyük bir sivil direniş geliştirdi.
Emevi dönemi Medine`sinde İmam Malik hazretleri resmiyetle ilişkisini kesmiş, gerçek bir toplum önderidir. Ehli Beyt direnişinin yanı sıra, bu toplum önderliğinin belirgin özellikleri;
1. Dinini devletin müdahalesinden korumak
2. Müslüman yaşamının, toplumsal ve bireysel sorunlar karşısında Müslüman davranışının vahiyle bağını sürdürmek
3. O davranışın saraylarda biçimlenmesine izin vermemek.
4.Saraylardaki davranış tarzının ona benzese de o olmadığını göstermek, beşeri arzularla iç içe geçmiş o yaşam tarzının ve davranış biçiminin Müslüman`ca davranış yerine ikame olmasına engel olmak.
5.Bu yönde toplumu aldatanlardan uzak durarak onları teşhir etmek, böylece toplumu onlardan uzaklaştırmaktır.
Aynı yolu imam Ebu Hanife Hazretleri Irak`ta sürmüşdür. (İki imamın Hadis ve Rey konusunda farklı akımlara mensup oldukları düşünülürse tutumda ittifak oluşmuştur.) İmam Şafii Hazretleri, günün koşulları içinde bu yolun teorisini yazan, onun kitabını meydana getiren rehberdir. İmam Ahmed Bin Hanbel de aynı yol üzerinde yaşamıştır.
O çizginin önderi, dini devletin hizmetine veren, kimi zaman devlet sopasıyla dine şekil vermek isteyen Abbasi idaresine karşı toplumun büyük yol göstericilerindendir. Gerek Halife gerek valiler ama en çok da kadılar üzerinde sivil bir etkinlik ve baskı kurarak adaletsizliğin önüne geçmek için çalışır. Yönetici sınıfta samimi ve istikrarlı bir olumlu tutum ortaya çıksa onu görür; onlarda bir kötülük görse ona karşı çıkar. O kötülük ehlinin, toplumun hayatına el koymasına engel olur.
Rivayete göre İmam Malik hazretleri, kendisiyle resmiyet arasındaki sınırı korumak için, resmi bir görevde olan oğlunun evinden gelen yemeği bile yemiyor.
İman Ebu Hanife Hazretleri, kendisini kadılaştırarak resmi alanın içine çekmek isteyenlere karşı zindanı tercih etti ve o direniş içinde can verdi.
İmam Şafii Hazretleri, zekâtla devletin arasındaki bağı kopardı. Ki bu, gerçek anlamda bir “mali isyan”dır; İslami terimlemeyle bir “mali kıyam”dır. Bu mali kıyam sayesinde İslami sivil toplum, kendi ilim kurumları için mali kaynak elde etti ve aynı zamanda kendi sosyal yardımlaşmasını inşa etti.
Birkaç yüz yıl sonra Şeyh Abdulkadir-i Geylani Bağdatında sivil toplumun binlerce feqiyi (medrese öğrencisi) okutacak mali gücü de aynı zamanda çarşıya çıkıp “Aç olan var mı? Dergâhımıza gelip yemeği yesin!”diyecek mali gücü de vardır.
SİVİL TOPLUMUN ÖLÜMÜ
İslam tarihinde toplum ve devletin bütünleşmesi, Asr-ı Saadet ölçüsünde olmasa bile onun yoluna girmesi (kimi kısa dönemler Kuzey Afrika`daki kimi sufi devletlerinde olduğu gibi kimi lokal deyimler dışında ) Zengi ve Eyyubibiler`de gerçekleşti.
O dönemde Şam`da, Kahire ‘de, Diyarbakır`da İman Gazali fikriyatı içerisinde yetişen yöneticilerle Medine ehlinin, İslami sivil toplum çizgisine yaklaştı. İdareciler, bir yandan İslami ilim kurumları (medreseler), öte yandan tasavvuf dergâhları inşa etti. Sivil girişimler de hanedan kadınları ve kimi zaman erkeklerin eliyle “vakıf “olarak şekil buldu. Büyük hizmetleri üstlenen bu vakıflar yüzde yüz sivil olan bir girişim için gereklilik bırakmadı ve o kadar güçlü bir konuma ulaştı ki tam sivil bir girişim, İslam coğrafyasının genelinde bir daha büyük bir yer tutamadı. 1
Zengi Eyyubi mirasını devralan Osmanlı`da da, ya eyalet bağlamında ya da İstanbul ‘la ilişkili olarak sivil toplumla devlet iç içedir, tasavvuf dergâhları dahi Zengin Eyyubi geleneği üzerinden devletten büyük yardımlar alır ve devlete hizmet eder. Bu dönemde gerçek bir sivil toplum, bozulma sürecinde oluşur; Şeyh Said`in dedelerinden Şeyh Mahmud ‘un Diyarbakır yöresinde IV. Murat yönetime karşı tutumu, bu oluşumun en güzel örneğidir. Ancak böyle tam bağımsız bir sivil oluşuma alışkın olmayan Osmanlı, Şeyh Mahmud`u IV. Murad ‘ın emriyle katleder.
Durum bu olunca İstanbul çevresinde bir sivil toplum oluşmaz. Zaman zaman toplum sözcülüğünü üstlenen medrese öğrencileri bile harçlığını devletten alır. İstanbul çevresindeki tasavvuf dergâhlarının postinşinleri (halifeleri) de bizzat devlet onayıyla atanır.
Böylece İslam dünyası ilk kez devletle sivil toplum birlikte ölür. (Osmanlı sadece devlet olarak tükenmemiş, sivil toplum olarak ta İstanbul çevresinde çökmüştür) 2
“LEVHALI” SİVİL TOPLUM DÖNEMİ
Makyavel`in “Tanrı devlet” anlayışının esas alan ulus devlet sürecinde İslam dünyasında İslam topluma sadece iktidar olmak değil, muhalefet olmak da yasaklanır. Devlet “Benden başka güç yok” anlayışıyla bütün hayata el koyar. Mahalle bakkaliyelerinin bile levhayla bilindiği modern çağda İslami kesimlerin bir kurum oluşturmasına, dolayısıyla bir levha asmasına asla izin verilmez. Neticede İslami sivil toplum adeta levhanın bulunduğu her yeri kendi dışında bir dünyanın kapısı olarak görmeye başlar, o kapıdan uzak durur ancak ne Harre Günü felaketine yakın sindirme girişimleri ne de başka baskılar İslami direnişi yok etmez.
Öte yandan yenidünyada ulus devlet mantığı çözüldü. 1930, 40, 50, 60, 70, 80 hatta 90`lı yıllarda devletler herkesi asker yapmak isterken bugün bu tutumdan taviz verme noktasına geldi. İslami sivil toplum, yaygın bir “levha”lı kurumlaşma sürecine girdi. İhvan-ı Müslim`inle başlayan kurumlaşma süreci bugün Sünni-Şii, az muhalif çok muhalif herkes için bir ümmet girişimi haline dönüştü.
20-30 yıl önce ulus devletlerde insanların bir bakkal olarak bile sivilliği tartışırken bugün ülkelerin seçimle belirlenen en üst kurumlarına kadar gidip sivilliğini koruyabilme, kendisini o kurumlarda bile resmi duruşun dışında tutma, kendisini orada bile resmi yapıya muhalif konumlandırma, hatta toplumun maddi -manevi haklarını savunma imkanı oluşur.
1 Moğol işgali sonrası kimi girişimlerde bilinenin aksine daha çok bir Kadılar Hareketi`dir. Çoğu Kadılık yapan veya resmi vaiz -müderris görevinde bulunan âlimlerin; Kimi zaman sağlıklı da olmayan ve öfke yanı ağır bastığından kurum oluşturma gücüne de ulaşmayan tutumlardır)
2 Osmanlı sivil kurumlarıyla birlikte çökerken 19. yüzyılda Şeyh Halid-i Bağdadi levhasız bir hareket başlattı. 20. yüzyılın başında İmam Hasan El -Benna levhalı sürecin öncülüğünü üstlendi. Aynı sürecin içinde İran ulaması medreseler üzerinde kendini ifade etti. Sonraki dönemde Lübnan Müslümanları da İmam Musa Sadr`ın öncülüğünde hem medrese hem levhalı kurumlar çevresinde de başarılı bir sivil toplum inşa etti. Filistinli Müslümanlar da hem bağımsız olarak hem de birbirini tamamlayan yapılar olarak çok önemlidir