Teferruâta takılırken aslı göz ardı etmek
Hatırlarsanız 29 Ekim etkinlikleri kapsamında, Türkiye`nin Uganda kadın büyükelçisi, Yunan mitolojik tanrılarından Helen, yardımcısı da Zeus kostümüyle görünmüştü.
Büyükelçinin gösterisine 10 Kasım`da yaşananlar eklendi, Emine Şahin, Uğur Koç vakaları… Yargının bir kısmında “Modern kutsalımız hakkında kendi kendine konuşanı, imada bulunanı bile tutuklarız” gibi bir hava var.
Bunun üzerine haklı olarak 28 Şubat uygulamaları gündeme geldi, 15 Temmuz`un üzerinden henüz üç yıl geçmeden dolaylı olarak darbe tehlikesi imaları yapılıyor.
Aslında bunların tamamı “kelime manasıyla” birer teferruâttır, aslın görünen dalları budaklarıdır. Bu dal ve budaklar, bir kökün, gövdenin uzantılarıdır.
Onlarca yıl önce Yön Hareketi`nin önderlerinden Doğan Avcıoğlu, hareketlerini BAAS partisine benzetmişti. Konuyu bilenler, buna bir de Mısır`da Nasırcılığı, Tunus`ta Burgibacılığı eklerler.
Kimdi bunlar? İslam dünyasının ulusalcı sosyalistleri… Kökleri, 1950 öncesinde İslam dünyasındaki Batıcı faaliyetlere dayanıyordu. Daha da ötesi bunlar aslında 19. yüzyıldan bu yana İslam dünyasında görünen Batıcılığın uzantısıydılar. Tamamına yakını ise 1960 sonrasında darbeci yapılar görünür olmuştu.
Ulusalcılık veya anılan yapılarıyla ulusalcı sosyalizm, I. Dünya Savaşı`nda kurtuluş hareketlerini aşamayan Batı`nın İslam dünyasında geleceğin istilasını kolaylaştırmak üzere gittiği bir örgütlenmedir.
Ulusalcı sosyalist örgütlenme, Batı emperyalizmine karşı kurtuluş hareketlerini besleyen bütün değerleri törpülemek, böylece I. Dünya Savaşı`nda yapılamayanı günü gelince yapmak üzere varlık bulmuştur.
Halka açılabilmeleri için ellerine sahte bir milliyetçilik verilmiş, onu Truva atı olarak kullanıp toplumun damarlarına giriyorlar. Başarısı muhakkak olan kurtuluş hareketlerinin önüne geçirdikleri şeflerin öncülüğünde halkların kahramanlık hikâyelerinin üzerine konuyorlar.
Özlerine yabancıdırlar, Tevfik Fikret`in “Gökten dehâ-yi narı çalan kahramânını/ Varsın bulunmasın bilecek nâm ü şânını!” dizeleriyle coşar, Yunan tanrısı Promete gibi göklerden ateşi çalma hayaliyle yaşar, Zeus gibi giyinirler. Kur`an`dan uzaklaşıp eserlerini Yakup Kadri misali Tevrat`tan cümlelerle doldururlar. Fransız gibi düğün yapar, Yahudi Chopin`in cenaze marşını tekbirlere tercih ederler.
Cesurdurlar zira gücünden emin oldukları Batı`nın kendilerini büyük sorunlardan koruyacağına inanırlar.
Fütursuzdurlar zira kendilerini her tür yasa karşısında ayrıcalıklı görürler.
Ekâbirdirler zira halkın zavallılığı karşısında hep tepede yaşamışlardır.
Müsriftirler zira ülkenin en güzel nimetlerini hesap sorulmadan, sınırsızca yiyip tüketmişlerdir.
İslam dünyasında son devirde çok ağır darbeler aldılar ama Mısır ve Tunus`ta hükümet ortağı kalabildiler, Suriye`yi BAAS ve YPG kanatlarıyla ellerinde tuttular, Irak`ta Celal Talabani`nin siyasi uzantıları üzerinden Süleymaniye bölgesini ellerinde tuttukları gibi bir kez daha Cumhurbaşkanı olabildiler. Yemen`de katliamlar içinde Mansur Hadi liderliğinde ayaktalar.
Avrupa uygarlığı dünya ile vedalaşmak üzere iken ABD`nin emperyalist emelleri projeleri ile varlıklarını sürdürüyorlar, umutlarını koruyorlar.
Bu küresel ve bölgesel hava içinde Türkiye`deki versiyonları da umuda kapılmış görünüyor. Zira hâlâ sivil ve askeri bürokraside güçlüler, yargıda söz sahibiler, kültür, sanat etkinliklerinin baş aktörleridirler, medyada köşeleri ellerinde tutuyorlar, kabul görüyorlar, ödüllendiriliyorlar, ülkenin resmi ideolojik yapısını kendileri için zıplama zemini buluyorlar ve günlerinin asla geçmediğini düşünerek kindarca bir tutum içinde fırsat buldukça toplumu geriyorlar. En büyük dezavantajları, Türkiye`nin sosyalist olmayan, geleneksel milliyetçilerini tam olarak yanlarında bulmamalarıdır. “Andımız” meselesiyle bu yönde bir umut görüp coştular. Sıkıntının son hâli biraz da buradan kaynaklanıyor.
Bugün Türkiye`yi yeniden büyük devlet yapmak isteyenlerin konuşması gereken, bu yapının nasıl aşılacağıdır aksi hâlde teferruâta takılırken asıl unutulmuş olur.