• DOLAR 34.587
  • EURO 36.407
  • ALTIN 2917.972
  • ...

Nobel Ödülleri 1901`den bu yana Alfred Bernard Nobel`in vasiyetiyle ve onun adına veriliyor.

Nobel, barut üretiminde yenilikler yapan bir patlayıcı kaşifidir. Nobel`in ailesi de silah satarak zenginleşmiş; 1850`li yılların başındaki Kırım Savaşı`nda Osmanlı`ya karşı Ruslar için silah üreterek çok para kazanmıştır.

Nobel, silah üretmeyi iş edinen bir ailenin çocuğu olarak daha çok para kazanmak için daha öldürücü patlayıcılar üretmeye hayatını adadı. Onun arayış ve buluşları, “insanoğlunun yıkım gücünü artırdı”. Nitekim 1896`da öldüğünde bir gazete “Ölüm tüccarı öldü!” diye başlık atmış.

Ödüllerin sponsoru, İsveç Kraliyet ailesidir. Ödülleri Kraliyet ailesi adına İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi, İsveç Akademisi, Karolinska Enstitüsü ve Norveç Nobel Komitesi veriyor. Ödül, fizik, kimya, fizyoloji ve tıbbın yanında barış ve alanlarında da veriliyor.

Neden böyle bir silah üreticisinin adına bir barış ödülü? Böyle bir çelişki neyle izah edilir? Herhalde Nobel`in azabı azalsın diye vermiyorlardır?

Bilinen şu ki devletlerin verdikleri hiçbir ödül siyasî amaçlardan bağımsız değildir. Bilim Nobel Ödülleri vardır, bir de edebiyat ve “barış” adı altlarında tamamen siyasi olanı.

Nobel Bilim Ödülleri, siyasetten bağımsız mı? Değil herhâlde. Nobel Edebiyat Ödülü ve Nobel Barış Ödülü`ne gelince onların her yanı siyasi, hem de dünyayı yöneten güçler adına en tepeden siyasîdir.

Bunun için Nobel Bilim Ödülü, genel anlamda sessiz sedasız karşılanırken Nobel Barış Ödülü her tören öncesi ve sonrasında bir dizi tartışmaya yol açar.

Nobel Barış Ödülü`nü alanlar arasında en başta Roosevelt ve en sonda Obama olmak üzere bir dizi ABD Başkanı vardır. Hangi ABD başkanı barışa nasıl hizmet etmiş? Sadece onlara verilen ödüller bile aslında Nobel Barış Ödülü`nün nasıl küresel sistemin Sağ yanının bir siyaset aracına dönüştüğü çok rahat anlaşılır.

İslam dünyasına gelince Nobel Barış Ödülü İslam dünyasından ilk kez 1978`de Enver Sedat`a verildi. Camp David anlaşmasına karşılık ödül onunla Menahem Begin arasında paylaştırıldı. 1994`te ise ödülü Yaser Arafat alır ama yine İsrail`den Şimon Perez ve İzak Rabin ile paylaşır.

Gülmek mi gerek, ağlamak mı?

Ödül, barış için ama para kazanmak üzere patlayıcı merakı olan birine verilince ortada şaşılacak bir hâl yok. Ama dünya toplumlarının bu korkunç propaganda çağında bu ödülün gerçekten bir “barış ödülü” olduğuna inandırılmış olmaları insanı hem güldürüyor hem ağlatıyor. Gülünç yanı, bu büyük çelişkidir. Ağlanacak yanı, dünya toplumlarının Batı tarafından böylesine kandırılabilmiş olmasıdır.

Nobel Barış Ödülü bu hâl üzerine, bu yıl Denis Mukwege ve Nadia Murad arasında paylaştırıldı. Denis, Siyahî bir doktor. Nadia Murad ise, ilgili haberlere göre DAEŞ`in Musul ve çevresini ele geçirmesinden sonra esir alınmış ve sonra kaçabilmiş bir Yezidi kadın…

Ödül DAEŞ`le mücadeleye mi verildi? DAEŞ üzerinden İslam karşıtlarına mı? Yoksa Nadia üzerinden Yezidîlere mi? Ya da bambaşka bir amaçla mı?

Bir kere ödül için, bir Siyahî ve bir Yezidî`nin seçilmiş olması manidardır. Her ikisi de azınlık mensubudur.  Batı, Trump`la “azınlık” siyasetini bırakmadı, yeni bir boyuta taşıdı. Siyahîler bir dünya azınlığıdır. Yezidîler ise İslam dünyasının bir azınlığı. Biz, söze onlarla devam edelim.

Yezidîlerin hikayesi Şeyh Adî b. Müsâfir ile başlar. Bugünkü Suriye-Lübnan sınırındaki Ba‘lebek`te muhtemelen H. 467/ M. 1074`te dünyaya gelir, 557/1162`de Hâkkari çevresinde vefat eder ve Musul`un 65 km. kuzeyindeki Lâliş Dağı`nda bulunan zaviyesine gömülür. Şeyh Adî;  Şeyh Abdülkadir-i Geylânî, Ebû Necîb Sühreverdî, Ebü`l-Vefâ el-Hulvânî, Hammâd ed-Debbâs, Ahmed er-Rifâî, Ahmed ez-Za‘ferânî ve Akıl el-Menbicî gibi devrinin tanınmış şeyhleri ile görüştü, kalabalık bir kafile ile hacca gidip Kâbe`yi ziyaret ettikten sonra dört sene Medine`de kalıp Bağdat, Şam, Halep gibi şehirleri dolaştı. Katı bir Hanbelî mezhebi mensubudur. Öncelikle Hanbelîler olmak üzere devrin uleması tarafından çokça övülmüştür. Şeyh Adî`ye birçok kerametler isnat edilir.  Öyle ki çağdaşı Şeyh Abdülkadir-i Geylânî onu  devrinin manevi sultanı olarak kabul etmiş ve “Şayet peygamberlik çile çekilerek kazanılan bir şey olsaydı, onu Adî elde ederdi” demiştir. Sonraki şahsiyetlerden İbn Teymiyye de Şeyh Adî ve ona tâbi olanların İslâm`a bağlı sâlih ve takvâ sahibi kişiler olduğunu belirtmiştir.

Şeyh Adî`ye sıkıca bağlı müritleri tarafından pek çok şey atfedilmiştir ama onu ana çizgiden ayıran Emevî ailesine duyduğu şiddetli muhabbettir. Nitekim, Yezidî adı da Yezid savunusuyla ilişkilendirilebilir. Ancak daha açık olanı Şeyh Adî`nin, tarikatını Emevî halifelerinden Hakem b. Mervân`la ilişkilendirmesi, silsilesine Hakem`i de yerleştirmiş olmasıdır.

Şeyh Adî`nin tarikatı daha sonra, bir ihtimal Adî isimli, Müslüman olduğunu söyleyen bir Hıristiyan keşiş tarafından Eski İran dinlerine ait unsurlar katılarak İslam`a tam zıt bir yöne kaydırılmıştır.

Öyle ki Yezidîler, Şeytanı kutsadılar ve ona lanet okuyan Müslümanları kendi mukaddesatlarına hakaret etmekle itham ettiler, onlara karşı saldırıya geçtiler.  

Temizliğe önem vermeyen, halkın okuma yazma öğrenmesini dine ihanet olarak niteleyen Yezidî pirleri, bir Yezidî`nin hastalığından kurtulmasına karşılık bir Müslüman ilim talebesinin hunharca öldürülmesi gibi ritüeller dahi ürettiler. Müslümanlara yönelik akıl almaz cinayetler işlediler.

Buna rağmen, İslam`ın azınlıklara karşı hoşgörüsünden istifade ederek yüzyıllar boyunca İslam dünyasında varlıklarını sürdürdüler. Batı`ya karşı yüzyıllarca cihad eden İslam dünyası kendisini arkadan hançerleyen bu azınlık grubunu, “suçlu” ve “suçsuz” gruplandırarak katliam konusu yapmadı, onun varlığını koruması için ortam oluşturdu. Batı`da var mı böyle bir azınlık hikâyesi, kesinlikle yok.

Modern döneme geldiğimizde Yezidîler öğrendikleri yolda gittiler, Kafkasya`da Müslümanlara karşı Rusları desteklediler. Ermenistan`da Müslümanlarla özdeşleştirilmemek için resmi makamlara başvurup Müslüman Kürt olmadıklarını, Yezidî diye ayrı bir azınlık olduklarını kabul ettirdiler. BAAS Dönemi Irak`ında da aynı yolda durarak Saddam Hüseyin`e başvurup Kürt olmadıklarını, Yezid`in soyundan gelen Emevi ailesi mensubu olduklarını iddia ettiler. Saddam Hüseyin de Yezidîleri kayıtlara böyle geçirdi, onlara ayrıcalıklar tanıdı, pek çoğunu başta işkenceci olmak üzere BAAS`ın kirli işlerinde kullandı.

Eğer Nobel Barış Ödülü, gerçek bir barış ödülü olsaydı, inançta İslam`a tam zıt bir noktada yer almalarına ve Müslümanlara karşı her tür kirli eylemlerine rağmen Yezidîlere müsamaha gösteren İslam dünyasına verilmeli değil miydi?

Yapılan, bunun tam tersidir. Ödülü Nadia`ya verenler, kendilerince bir taşla birkaç kuş vuruyorlar:

Batı`da yerleşik Müslümanların haklarının tanınmasından yana olan Batılılar, Müslümanların haklarını azınlıklar çerçevesinde görüyorlar. Ödülü Nadia`ya verenler, Müslümanları DAEŞ`le özdeşleştirerek bu vicdan sahibi Batılılara bir mesaj veriyorlar. Bakın diyorlar, sizin azınlık gördüğünüz Müslümanlar, kendi içlerindeki azınlıklara ne yapıyorlar? Azınlıklara zulmedenler, azınlık haklarından yararlandırılır mı? Batı`nın mühim tezinin demokrasiye karşı olanlar, demokratik haklardan yararlanamaz olunca bu mesaj ne yazık ki yerini buluyor. Batı`da Müslümanların haklarının tanınmasından yana olanların aklını çelecek unsurlar taşıyor.

Ödülü verenlerin bir mesajı da Kürtleredir. Ödülü verenler, Kürtleri Yezidîler gibi İslam`dan uzaklaştıkları takdirde sahipleneceklerini ilan etmiş oluyorlar. Yezidîlerin Kürtlükten çıkmak için gösterdikleri bunca çabaya, Saddam Hüseyin gibi birine intisap etmelerine rağmen onları Kürtlerle özdeşleştirmeyi ve nihayetinde kardeşlerine karşı bir düşman olarak örgütlemeyi hedefliyorlar.

Ödülü verenlerin büyük mesajı ise bütün dünyayadır. Dünya Trump`la birlikte Batı`nın azınlık politikasında bir değişim tahminine sahipti. Ödülü verenler, Trump`ın medeniyetler çatışmasına “Evet!” ama azınlıkları ihmaline “Hayır!” diyorlar. Zaten Trump da Bernard Lewis`in bir projesi olarak başlatılan azınlıklara sahip çıkma politikasını hiç ihmal etmiş değildir. Batı`nın azınlıkları önce mağdur edip sonra kullanarak, sonra bir daha mağdur etme döngüsünü sürdüreceğinin her an mesajını veriyor.

Özetle Batı kıtasında değişen bir şey yok… Emperyalizm hâlâ kendi ana yolunda ama post modern araçlarla yürümeye devam ediyor.

Ona karşı İslam`ın yüceliğine sarılmaktan başka bir yol da görünmüyor.