Tarikat ve siyaset
Kuruluşunda Şeyh Edebali`nin, büyük devlete dönüşmesinde Akşemddin`in katkısı anılan Osmanlı Devleti`nin bakiyesi olarak Türkiye`de tarikat-siyaset ilişkisi hep konuşulmuştur. Cumhuriyet, kurulduktan sonra, Batılılaşmaya farklı şekillerde direnen Halidî-Nakşî tarikatları en büyük iç tehdit olarak görülmüş; tarikatlar, sürekli siyasetin dışında tutulmaya çalışılmıştır. Buna karşı tarikatlar da zaman zaman geri çekilseler de 1950 öncesi uygulamalarına karşı muhalif duruşlarını kimi siyasi partileri destekleyerek sürdürmüşler. Konunun özeti böyle görünse de farklı boyutları vardır.
Öncelikle tarikatlarla tarikat kalıntılarını ayrıştırmak gerekir. Tarikatlar, dergâhı açık olan tasavvuf kurumlarıdır. Tarikat kalıntıları ise Cumhuriyet`le birlikte dergâhları kapanmış tarikat şeyhlerinin halk tarafından saygı görmeye devam eden veya siyasi-ekonomik güçleri ile etraflarında kişileri tutmayı sürdürebilen mirasçılarıdır.
1946 sonrası Türkiye`sinde oluşan siyasi denklemde tarikat kalıntıları ve bazı tarikatlar klasik sağ partilerin içinde siyaset yapmayı seçtiler, o partilerin siyasi duruşlarına karışmadan kendileri için siyasi çıkar elde etmeye çalıştılar, 1980`e kadar Demokrat Parti (DP)-Adalet Partisi (AP)-Anavatan Partisi (ANAP)-Doğru Yol Partisi (DYP) partilerini istikrarlı bir şekilde desteklediler. 1990`den sonra bu çizginin zayıflaması ve siyasetin ağırlığının Refah Partisi`ne kayması üzerine aşama aşama Milli Selamet Partisi (MSP) devamı siyasi partilere yöneldiler.
Başta İstanbul`daki İskender Paşa, Sami Efendi dergâhları olmak üzere diğer bir grup tarikat ise Demokrat Parti`nin 27 Mayıs darbesiyle kapatılmasından hemen sonra hatta belki darbeden önce sağ partilerin vad ettiği özgürlükleri Türkiye için yetersiz görüp onlara da muhalif olan bir siyasi çizgi benimsediler ve bu tarikatlar Anadolu`daki küçük kimi dergâhlarla birlikte, sonradan büyüyen İsmailağa Dergahı gibi dergahları da yanlarına alarak Milli Nizam Partisi (MNP) ve Milli Selamet Partisi`nin çekirdeğini oluşturdular. Bir bölümü 1980`den sonra bir süre İskender Paşa Dergahı`yla gönül bağı bulunan Turgut Özal`ın Anavatan Partisi`ni desteklediyse de Refah Partisi (RP)`nin kendisini Necmettin Erbakan liderliğinde yeniden toparlaması ve Turgut Özal`ın ANAP üzerindeki etkisinin azalması üzerine Refah Partisi`ne döndüler, partinin önce belediyeler sonra ülke iktidarına taşınmasında önemli bir rol üstlendiler.
28 Şubat`ta klasik sağ partilerin ve MHP`nin de yıpranması üzerine geçmişte oralarda siyaset yapan tarikat kalıntıları ve tarikatların neredeyse tamamını AK Parti`ye yöneltti. Tarikat kalıntılarının herhangi bir İslamî kaygısı yoktur. O kalıntıların son mirasçılarının bir bölümü CHP`de de siyaset yapabilir, zaten bir bölümü HDP`de siyaset yapıyor. Klasik sağ partilerin tükenişi ve ilk kez AK Parti ile birlikte MSP kökenli siyasete destek vermeye başlayan bazı tarikatların ise hem devlet geleneği yoktur hem de bu tarikatların İslamî kesimlerle geçmişten bu yana yeteri kadar konuşulmayan problemleri vardır.
Tarikatların siyaset içinde yer alışı bu tablo içinde ele alındığında,
1. MNP-MSP`nin özünü oluşturan tarikatların siyasete müdahalesine karşı durmak abesle iştigaldir. Bu çizgi, zaten bu tarikatlarla var olmuştur, sonradan başka kaynaklardan beslenen İslamî şuur sahibi bir gençlik ve bir okumuş kesim edinmişse de bu çizgi onlarla varlık kazanmıştır. Onların siyasetten çekilmesini talep etmek, Türkiye`de 1950 öncesi zihniyete ve klasik sağ anlayışa karşı gelişen İslamî muhalefetin, daha doğrusu İslamî programın son bulmasını, iptal edilmesini talep etmektir. Bu CHP ve Vatan Partisi ile MHP`den ayrılan bazı İyi Partililerin büyük emelidir (Megalo İdea`sıdır). Bu, 28 Şubatçılığın ta kendisidir.
2. AK Parti ile birlikte MSP kökenli siyaset içinde çıkarı için yer almaya başlayan tarikat kalıntıları, klasik seküler (fikirsiz-idealsiz) siyasetçilerdir. Bunlar, rüşvetçilikte diğer, bey-ağa-paşa kökenli siyasetçiler gibi uzmanlaşmış, işlerini dayıcılık üzerinden yürüten bir tür derebey tiplerdir. 2000`li yılların başında bir zorunluluk olarak siyasete kabul edilen söz konusu kişilerin siyasetten atılması, Türkiye`de siyasete getirilecek en önemli ihya adımlarından biri olacaktır. Ne yazık ki bunlar, “ortanın adamları” olarak herkesin yanında yer alabiliyor ve siyaset gibi bürokrasiye de getirdikleri kirlilik kimse tarafından konuşulmuyor.
3. 28 Şubat`tan sonra içinde yer alacakları bir klasik sağ parti kalmayınca AK Parti`ye yönelen ve devlet geleneği olmayan kimi tarikatların FETÖ tarzı egemenlik eğilimleri de öncelikli İslamî bir şuura sahip olup bürokraside yer almak isteyen sıradan kişiler ama genelde o tarikatlara mensup olmayan bütün kesimler için önemli bir problem teşkil etmektedir. İktidar sarhoşu ve suiistimalcisi bu yapıların kendilerine yakın görevlileri de kullanarak yaptıkları fişlemeler, “kendilerinden olmayan” dindar çocukların memuriyete başlamaması için içine girdikleri oyunlar, 28 Şubat`ın ileri boyutunda ve FETÖ vicdansızlığındadır. Gittikçe gettolaşan bu yapıların bir an önce durdurulması elzemdir.
BÜTÜN İÇİN ÇÖZÜM NE OLABİLİR?
Osmanlı, tarihi boyunca tarikatlardan hem beslenmiş hem de kimi tarikatlarla problemler yaşamıştır. Devletin İslamî olarak kendisini ihya edememesi üzerine, yaşanan Batılılaşma sürecinde ise devlet, ilk kez III. Selim Dönemi`nde bu probleme karşı kanunî bir tedbir oluşturmaya başlamış, 1918`e kadar uzayan bir süreç içinde bir kontrol mekanizması geliştirmeye çalışmıştır.
III. Selim Dönemi`nde “bazı İstanbul şeyhleri, tarikat adı altında kimi sapkın kişilerin türeyip halkın itikadını bozduklarına dair yaptıkları şikâyet” üzerine tekke açma iznini vermek üzere bazı şeyhler görevlendirilmiştir. Ama o şeyhlerden bazılarının da görevlerini suiistimal ettiklerine dair şikâyetler üzerine Ağustos 1793`te çıkarılan bir fermanla bu şeyhlerin sayısı üçe indirilmiş, üst yapı daraltılmıştır.
1812`de II. Mahmud Dönemi`nde çıkarılan bir fermanla ise tarikat işleri Evkaf-ı Hümâyun Nezâreti`ne bırakılmış. Yine bu fermanla merkez şeyhlik makamı boşalan bir tekkeye şeyh tayininde tevcihin şeyhülislâmlığa arz edilmesi, aynı tarikatın taşra dergâhına yapılacak şeyh tayininde ise merkez tekkenin onayının alınması şart koşulmuş; tekkeler idarî yönden şeyhülislâmlığın ve malî yönden Evkaf-ı Hümâyun Nezâreti`nin denetimine girmiştir.
1864, Abdülaziz Dönemi`nde ise Meclis-i Meşâyih kurulmuştur. 1868`deki yapılanmasıyla bu Meclis “Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Osman Selâhaddin Dede`nin başkanlığında her biri farklı tarikatlara mensup beş üyeden oluşuyordu. Sa‘diyye, Kadiriyye, Sünbüliyye, Halvetiyye ve Nakşibendiyye`den birer temsilcinin bulunduğu meclisin üye sayısı 1874`te altıya çıkarılmış ve Rifâiyye tarikatı da bir üye ile temsil edilmeye başlanmıştır.”
Bugünkü kimi odaların yapılanmasında olduğu gibi tamamen otonom işleyen bu Meclis`e 1875`ten itibaren devletin meşayihten olmayan nazır atama eğilimi oluşmuş, müdahalesi artmış; Meclis-i Meşâyih nâzırlığı oluşturulmuş, 1902`de bu nazırlık kaldırılmış, İttihat ve Terakki Dönemi`nde Meclis-i Meşayih işlevsizleştirilmiş, üye sayısı ikiye düşürülmüş, 10 Mart 1918`de yedi üyeden oluşmak üzere yeniden kurulmuştur.
Cumhuriyet kurulduktan sonra ise kimi vakalar öne sürülerek 30 Kasım 1925`te Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması Kanunu ile bütün dergâh faaliyetleri yasaklanmış, hâlen bu yasak devrim kanunları çerçevesinde devam etmekte, dergâhlar faaliyetlerini kanunî zeminden yoksun olarak dernek veya vakıf adı altında sürdürmektedir.
Osmanlıdaki işleyişe bakıldığında sistemin tarikatları bir oto kontrol mekanizmasıyla makul görülebilecek bir denetime kavuşturduğunu söylemek mümkündür. Cumhuriyet`in kurucu aklı ise Batı`nın, özellikle Asya ve Afrika`da tarikatların önderliğindeki cihadla büyük problemler yaşayan İngiliz ve Fransızların teşvik ve baskısıyla tarikatları yasaklamayı seçmiştir.
15 Temmuz`dan sonra ise FETÖ tartışmaları bahane edilerek 30 Kasım 1925 yasası alttan alta dillendirilmiştir. Buna karşı ise bildiğim kadarıyla ilk kez ciddi bir öneri, kendisi de tasavvuf ehli olan İstanbul Müftüsü Hasan Kamil Yılmaz tarafından Ocak 1918`de Pendik Haseki Dini Yüksek İhtisas Merkezi'ndeki "Yol Ahlakı" konulu konferansta “Türkiye'de bu yapıların denetlenmesi için Meclis-i Meşayih benzeri bir kurum kurulmalı ve bunları denetleyebilmeli. Neyi denetleyecek? Mensuplarını denetleyecek, kaç kişi bunlar? Ekonomik şeffaflığını denetleyecek. Hedefleri nelerdir bunların, onlara bakacak. Bu yapıların meçhul, gölgeli kalması problemdir” sözleriyle ifade edilmiştir. Hasan Kemal Yılmaz, 1402`deki Şeyh Bedreddin Vakası`ndan başlayarak Osmanlı`nın yaşadığı problemi özetlemiş, konuyu 15 Temmuz`a kadar getirmiş, görüşünün Diyanet İşleri Başkanlığı`nın eğilimi olduğunu da açıkça belirtmiştir.
İdeal ne olursa olsun galiba işlerin varacağı nokta burasıdır.